Küresel emperyalizmi işgalciliğe zorlayan asıl etken kapitalizmin saldırgan ve doyumsuz egemenlik arzusudur. Ne var ki bu arzunun yolları farklı güçlerle girdiği çatışmalarla kesilir. Kapitalist sömürgeciliğin zirve noktasına ulaşan İngilizlerin yollarının Almanlar tarafından kesilmesi gibi. Oyuna biraz geç giren ama kendisine özgü bir rasyonellik ve romantizmle bilim kadar felsefeyi de mücadelesinin desteklenmesine taşıyan Almanya, kapitalist ivmenin hızını kendisinden yana bükmeye başlayınca, İngilizlerle çatışma kaçınılmazlaşmıştı.
Her iki dünya savaşı temelde bu karşı(t)laşmanın sonu getirilemeyen kapışmalarıdır. İkinci Dünya Savaşı akabinde İngiliz aklının türevi olan ABD kapitalizmi nöbeti devralırken, Almanya ise buna düşsel bir Avrupa Birliği ile karşılık vermeye çalıştı. Kapitalizmin sömürgeciliğine maruz kalan dünya ise Rusya, Çin, Hindistan, Brezilya ve İran gibi ülkelerin bütünleşme çabası ile bu küresel kamplaşmaya karşı kendisini savunmaya alma çabası içerisinde.
Her ne kadar küresel dünyanın merkezi coğrafyası olan ve küresel İngiliz aklı tarafından Ortadoğu olarak tanımlanan Afro-Avrasya kıstağı (Merkez Kıta) bu cepheleşmenin taraflarından birisi değilse ve bu tür bir güç odağı oluşturamıyorsa da, insanlığın tarihsel macerasının eksenindeki bu coğrafya doğal olarak bu karşılaşmanın ve çatışmanın merkezindeki yerini koruyor. Ve hatta oldukça paradoksal bir biçimde bu coğrafyanın merkezindeki küçük bir düğüm noktası, Gazze, tüm dünyayı karşı karşıya getiren bir çatışma ve direniş noktası haline gelmiştir.
Aslında bu direniş, küresel kapitalizmin bölgeye yerleştirdiği bir avatar olan İsrail karşısındaki yerel güçleri temsil eden FKÖ ile başlayan bir aşamanın ikinci (İsrail’e karşı başlatılan Arap birliği savaşları hesaba katıldığında ise üçüncü) evresi olarak, HAMAS tarafından örgütlenen bir yenilenmedir. Ve bu cirmi açısından küçük ama işaret ettiği gerçeklik açısından oldukça önemli sorunsallık, insanlığın iki farklı eğilimini, kapitalizmin bölgedeki hükümranlık çabası ile bölgenin kadim ruhunu savunmaya çalışan Hamas’ı karşı karşıya getiren trajik karmaşanın yarattığı bir düğüm noktası. Öyle ki son BM toplantısının başat konusu tam da bu nokta ve bu noktanın yarattığı düğümün/sorunun çözülmesi meselesiydi.
İsrail’in pervasız saldırganlığına karşı İran tarafından kalkışılan ama yeterli bir stratejik derinliğe dayanmayan karşı atağın akim kalan girişiminin başarısızlığı, meydanı HAMAS’ın sonunu getirmeyi amaçlayan güçlere yani doğrudan ABD’nin inisiyatifine teslim etme anlamına gelmektedir. Ne var ki her yanından kapitalist şirretliğin köpürdüğü bu zorbalık, yolun sonuna gelindiği anlamına da gelmemekte. Kartların yeniden dağıtıldığı her evre, yeni ve sürpriz aktörleri de oyuna dahil eden bir kestirilemezlikle, farklı ve beklenmedik gelişmelere de hazır olmayı gerektirmekte.
Öncelikle şunun altını çizelim: HAMAS bir idam fermanı olarak önüne konulan anlaşmaya boyun eğse de yenilmiş değildir. Belki sahneyi yeni bir aşamanın başlaması için kendisinden sonraki aktörlere açmak üzere sahneden çekilmektedir. Aslına bakılırsa küresel güçlerin karşısındaki yıllarca süren direnişiyle HAMAS, o bildiğimiz ama zaman zaman ufkumuzdan silinen bir gerçekliği yeniden hatırlatmıştır: Üstün gelen kibirli kör güç ve sofistike silahlar değil, özgür ve kıvrak zekâ ve davasına olan imandır. Prototip bir örneklik olan Talut ve Calut çatışmasının hatırlattığı gibi, gücün ve silahlanmaların belirli bir gelişme çizgisi varsa, yaratıcı zekânın ve cesaretin de başka bir gelişme çizgisi vardır. Bunu da yeni süreç başladığında göreceğiz; kimilerinin umudunu yitirdiği kimilerinin ise zafer sarhoşluğuna gömüldüğü ve aslında çok da yabancısı olmadığımız bir evrede yani. Kısacası, havai fişekleri ya da şampanyaları patlatmanın aldatıcılığına ve üzüncüne gömülmeye mahal yok.
FKÖ ve HAMAS süreçleri stratejik süreçlerdi. Maksimalist küresel güçler ve ulusal devletlerin hantallığının hesaplarını altüst eden, minimalist örgütsel stratejiler ve direniş biçimlerinin beklenilmezliğiydi. Nasıl ki iktidarın olduğu her yerde direniş varsa, zulmün olduğu her yerde de adalet savaşçıları vardır ve olacaktır. Ancak, küresel güçlerin ve ulusal devletlerin uzun erimli hesapları, mekanik ve hantal savaş aygıtları varsa, göçebe yerel güçlerin de kendine özgü stratejileri, direnme biçimleri ve savaş araçları vardır. Bu savaş ise dünyanın her yerinde ve uygun araçlarla sürdürülür. Kendisini hızla yenileyerek çevikliğini ve zindeliğini korur. Maksimalist değil, minimalisttir. Zoru ve zulmü değil, vicdanı, hakkaniyeti ve barışı esas alır. İlla ki silahlara değil, çeşitlendirilmiş toplumsal direniş aygıtlarına, en önemlisi de bürokratik hantallığa uzak bir zekânın çevikliğine ve hafifliğine dayanır. Yıkıcılıktan çok yaratıcıdır. Yukarıdan doğru bakışın buyrukçuluğuyla değil, yatay bakışın katılımcı çoğulluğuyla hareket eder. Köleleştirici değil, özgürleştiricidir. Çökertmeyi ve tek sesliliği değil, özgürleştirmeyi ve seslerin çoğulluğunu amaçlar. Toprağa ve iktidara değil, kitaba ve sözleşmeye bağlıdır. İktidara ve egemenlere değil, Allah’a ve yoldaşlarına iman eder.
Nitekim tam da bir karamsarlığa gömülürken dünya, ansızın SUMUD filosu belirdi ufkumuzda ve tüm insanlığın umudu olarak yelken açtı zulmün üstüne doğru. Tonlarca bombanın etkisini boşa çıkaran ışığıyla insanlığın yüreğinde bir muştuya dönüştü. Silahları yoktu ama en önemli meşaleyi taşıyorlardı gönderlerinde: özgürleşmeyi. Savunmasız teknelerin önü zorbalarca kesildi ve haksızca derdest edildiler. Taşınan ise silahlar ve zalimlik değil, ilaçlar, yardım malzemeleri ve en önemlisi ise umuttu. Oysa karşılarında buna dair bir dile kör ve sağır olan bir zorbalık vardı. Tekneleri ellerinden alındı ve taşıdıkları yardım malzemelerine el konuldu. Oysa az ötelerinde insanlar açlıktan ve ilaçsızlıktan ölmekleydiler.
SUMUD’un önü kesilse de ona dair tahayyülün asla sonu getirilemeyecek; hakkaniyet mücadelesi ve insanlık asla yenilgiye uğratılamayacaktır. Zira buna dair bir mücadelenin onlarca biçimi vardır. Asıl önemlisi ise onları derdest eden zalimlerin yüreklerinde beliren haksızlığa ve zalimliğe dair o aşağılanmışlık duygusudur. Hayır! Yenilen HAMAS ya da SUMUD değil, onlara karşı öfkeyle ve korkuyla dolu olan yüreklerdir. Bunu zalimin yüreğine sokan her direniş biçimi, dünyanın en güçlü silahlarıyla da donansa ona yenikliğini duyurur ve ayaklarını titretir. Kendi haksızlığını hisseden, kendisine olan güvenini de yitirir. O olmasa da günün birinde çocukları itiraf edecektir bu gerçekliği.
Allah’a iman edenler yaratıcılığın da sürdüğüne ve dünyanın her an yenilendiğine de emindirler. Nasıl ki günümüze değin bunun emarelerine defalarca tanık olunduysa bundan sonra da olunacağından kuşkuları yoktur. Bu gerçeklikten asla umutlarını kesmedikleri gibi buna dair imanlarını da her an yenilerler. Hakikat güçte ya da güç gösterilerinde değildir. Şimdiye değin yeryüzü nice zalimler, tanrılığını ilan eden tiranlar ve bunların kapıkullarına tanıklık etti ve daha da edecek. Ama çok şükür ki dostluk, kardeşlik, özgürlük aşkı ve insaniyete dair duygularımız sürüp gidecek. Ve burada ezilen az ötede dirilecek, hakkaniyet mücadelesi asla yenilgiye uğramayacaktır. Umudunu yitiren ve sabrı tükenen halklar yok olurken veya kendi olasılıklarını tüketirken, hiç umulmadık yerlerde yeni çiçeklenmelerle başka halklar belirecek ve başka umutlar yeşerecektir. İman edenler bilirler ki sabrın ve mücadelenin en zor uğrağında, ansızın yeni bir gün doğar ve insanlık yepyeni bir çığır açar olumluluktan, haktan ve adaletten yana.
O halde karamsarlığa mahal yok; direnişlerini, savaşımlarını alnının akıyla tamamlayanları selamlayalım ve bunu devralacaklara kalbimizi açalım: dualarımızla ve umudumuzla. Umutlarımızı yeşerten dualarımızla yeniden ve yeni bir yola koyulalım. Çünkü aslolan yenmek ya da yenilmek değil, YOLDA OLMAK’tır.
Kaynak: farklı bakış