Uzun bir yüzyıldan geçtik ama çoğu için trajik bir özbenlik savaşımı olan altüst oluşlar, İslam dünyasında kalıcı bir etkiye ve dönüşüme yol açmadı. Biçimsel bir kurtuluşu (bağımsızlığı) amaçlamaktan öteye gitmeyen bu savaşımlar, sadece bir rüya etkisine yol açtı ve bir türlü kalıcı bir çığıra dönüşemedi. Yüzleşmekten kaçınılan o trajik gerçeklik yani sömürgeleşmişlik hali ise asla üstlenilmedi ve buna karşı sadece tarihin masalsılığı çağrılarak, bunların gölgelerine sığınılarak hakikatten kaçılmaya çalışıldı. Yaşanılan trajediyi umursayarak bunun zorunlu kıldığı bir yüzleşmenin sorumluluğu üstlenilmediği için, bu trajik gerçeklik ısrarla görmezlikten gelindi ya da bastırılmaya çalışıldı. Oysa bastırılan eninde sonunda geriye dönecektir, hem de tekinsiz bir yabancılıkla.
Sömürge geçmişiyle yüzleşen Hindistan ve Güney Afrika gibi ülkelere karşı özellikle İslam ülkeleri bundan kaçındı. Ama kimi yerlerde tekil özgüllükler belirdi; sözgelimi İran için Devrim, Türkler için Kürtler, Araplar içinse İsrail, bastırılmayı imkânsızlaştıran istisnailikler olarak tarihle olduğu kadar çağdaş gerçeklikle de yüzleşmeyi kaçınılmazlaştırdı. Devrim ulusallaştırılarak ve Şiileştirilerek ehlileştirilirken, Kürtler Rojava’da bastırılamayan bir direnç noktası oluşturdu; Araplar ise Filistin halkını, özellikle de direnişini sürdüren Gazze’yi bir kurtulmalık olarak İsrail’in önüne atıp bu sorunu üstlerinden atmayı yeğlediler.
Malik bin Nebi’nin teşhisi doğruydu: İslam ülkelerinin sorunu, biçimsel bir kurtuluştan daha derindi. Çünkü bu ülkeler sömürgeleşmeden önce zaten bir sömürgeleşme durumuna düşmüşler ve işte bunun için de sömürge halini içselleştirmişlerdi. Sömürgeleştiklerini fark etmiyor değil, fark etmiyormuş gibi yapıyorlardı. Bu ise sömürgeci etkiyi katlıyor ve kendi gerçeklikleriyle yüzleşmekten kaçtıkları tarihin çıkmaz sokaklarında yitirilmiş bir hayali arıyorlardı. İşte bu yüzden İran Devrimi bir türlü tamamlanamazken, Türkiye’deki değişim ise yoldan çıkmışlığının üstünü emperyal günlerine dair masallarla örtüyor, Araplar ise açıklarını ve aşağılanmışlıklarını petrol gelirleriyle telafi etmeye çalışıyorlardı.
Israrla görmezlikten gelinen yüzleşmenin kaçınılamazlığı, kısa yoldan çağdaşlığa atlama kolaycılığını tuhaf takıntılara sürükleyerek, kaçınılmaz olanı unutturur; daha doğrusu unutulmuş gibi yapılır. İran’ın üzerinde yeterince düşünsel ter dökmediği Devrimi bir fırsata çevirme kolaycılığı onu devrimci bir evrenselliğe sıçrama imkânını kaçırdığı ve Şiiliğin söylemiyle yetindiği bir emperyallik tuzağına düşürdü. Türklerin Kürt direnişini zora dayanarak bastırma çabasının başarısızlığı ise Suriye’de yürütmeye çalıştığı emperyal hevesin tosladığı Rojova gerçekliğinde tarihle olduğu kadar baypas etmeye çalıştığı çağdaş gerçekliğe karşı da unutkan bir umursamazlık tavrıdır. Arapların Dünya Savaşının galiplerince Filistin’e yerleştirilen İsrail’in tehdidiyle baş edemediği bir durumdan kaçma çabası ise onları bir türlü aşamadıkları sömürgeleşmişlikle yüzleşme mecburiyetine çağırsa da, bu trajik gerçekliği umursamayarak, bunu İsrail’in göstermelik bir uzlaşma olarak sunduğu Abraham anlaşmasıyla ikameyi yeğlerler. Oysa İbrahim’in başlattığı tarihsel yürüyüşü bütünleyerek gün ışığına çıkaran Muhammed’dir. Ve o gün ışığı şimdilerde petrol zengini Arapların kaçındığı bir yükümlülük olarak Arapları ürkütmekte, böylesi bir sorumluluktansa petro-dolarlarını gömdükleri şaşaalı şehirler ve silahlarla kendilerini avutmaya çalışmaktalar.
Ki aynı imtihan kovulduğu topraklara kurtulmalık bir avatar olarak geri yollanan Yahudiler için de geçerlidir. Mukimlerini yerinden ederek sahiplenmeye çalıştığı topraklardaki tarihsel gerçeklikle yüzleşmek ve bununla barışmak yerine, ısrarla tekrarladığı takıntılı bu tutumu, düşmanlığı ve yıkıcılığı nereye kadar sürdürebilecek, göreceğiz: Şimdi git Amelek’i vur ve ona ait her şeyi yok etmeye adak kıl. Ona acıma: Erkek, kadın, çocuk, süt emen bebek, sığır, koyun, deve ve eşek dahil hepsini öldür.[1]
Oysa tarihi anımsamak, onu biçimselleştirerek günümüze taşımakla değil, günümüzün gerçekliğinin içselleştirildiği tarihin hakkını vererek, deneyimlerden ders çıkararak ve tanrısal hakikatin günümüzdeki anlamının ne olacağına dair bir bilgeliğe boyun eğerek sağlanacak bir olumlulukla asli anlamına erer. Bu ise tarihle ve coğrafyayla insanca bir yüzleşmenin üstlenilmesiyle mümkündür. Yoksa hep aynı hatalar tekrarlanır ve tarihin gerçekliğini bastırmak ve günü kurtarmak için, ederinden daha fazla maliyetler ödenir.
Hakkaniyetin umursanmadığı her savaş ise bir noktadan sonra gerekçelerini de yitirir. Çıplak gücün inisiyatifini yeğleyen bir muzafferiyet, tüm dünyayı karşısına alarak, kendi kör gerçekliğini savunmak için Kabil’in tarafını seçer. Ne yazık ki kutsanan artık Kabil’dir ve o ise büyük şeytanın bölgesel temsilcisidir. Korkutmuş, sindirmiş, aldatmış ve Habil yalnız ve çıplak bırakılmıştır. Avrupa’da maruz kalınan bir aşağılanmanın hıncının çıkarabileceği yer, kovuldukları bu vadedilmiş topraklardır. Ama bu vaat artık tanrısal bir özgürleşme çabasının ödülü değil, şeytani bir vekâleti üstlenmenin karşılığıdır. Bu anakronik okumanın desteklediği bir hınçla yeniden ve bu kez daha bir hışımla dönerler tarihe ve aşağılanmışlıklarının bedelini Filistin halkına ödetmeyi tarihsel bir misyona dönüştürürler.
Oysa her dinin canlı özü, aşkınlık deneyiminde yatar; bu da tüm insani kategorileri aşan bir şeydir ve bu yüzden insan sözleriyle adlandırılamaz, insan savaşlarında araçsallaştırılamaz… Günümüzde ise putperestlik artık din biçiminde değil, ideoloji biçiminde karşımıza çıkar, özellikle de kimliğe dayalı, ulusçu ve emperyalist ideolojiler biçiminde.[2] Bu gerçekliğin farkına varamamak ise derin bir bastırmaya, unutmaya ve insanlığın o akıl almaz hikâyesindeki özselliği çıkaramayan bir yozlaşmaya, biçime ve güce tapınmaya yol açar. Modernleşmenin o biçimsel şaşaasının üstünü örttüğü hikmet ve bilgelik acımasızca susturularak yerini modern araçlarla desteklenmiş bir kanlar dökmenin şehvetine bırakır.
Bu hengâmede ise o istisnai parıltılar da söner ve bilgece uyarılar duyulmazlıktan gelinir. Simon Weil’in, Louis Massignon’un Filistin’in tek bir ulusun vatanı haline getirilemeyeceğine dair o erken uyarıları gibi. Zira Filistin hiçbir toplumun sahiplenemeyeceği ölçekte ulus üstü bir bölgedir. Orada, İbrahim’den itibaren başlayan bir akışın Musa, İsa ve Muhammed dolayımıyla beslenen bütünlüğü hiçbir modern devlete aitleşemez. Özellikle de Kudüs ve hatta Mekke, bir ulus devlete aitleşemeyecek ölçekte insanlığın ortak mirasıdır.
1940’lı yıllarda şöyle söyler Simon Weil: Bugün öyle bir milletin doğmasına izin verilmemelidir ki elli yıl içinde Yakın Doğu ve tüm dünya için bir tehdit haline gelebilsin. Albert Einstein da uyarır insanlığı: Dünya, gördüğünüz bu felaket haline, kötülerin yol açtığı belalardan çok, bunu gören ama sadece seyreden haklıların eylemsizliği yüzünden[3] gelir diye.
BM tüzüğü otokton halklar için eşit hakları ve kendi kaderini tayin hakkını vazeder. Ne var ki ayrıcalıklı bir ülkenin veto hakkı sadece bu halkların hukukunu çiğnemekle kalmaz, binlerce insanın katliamına göz yumulmasını da meşrulaştırır. Bu tür bir güdülenme ile donanmış Siyonistler ise yurtlanmak için, modern bir eda ile kovuldukları Batı’dan, galiplerin bayrağıyla çıkagelerek ve oradan devşirdikleri gerekçelerle, toprağında tıpkı zeytin ağaçları gibi kökleşmiş bir halkı yok saymaya ve hatta yok etmeye yeltenir. Oysa onların topraklarıyla bağları, imanın bir tür sumud olarak, yani yalnızca var olmanın bile direniş anlamına geldiği yerlerde, varlıkla özdeşleşen bir direniş biçimi’[4]dir.
İşte orada İbrahim’den itibaren başlayan bir gelenek, Musa’dan ve İsa’dan doğru gelen bir yeryüzü ile gökyüzünün birleştiği umuda bağlanarak ve buna Muhammed’in seslenişinin de katıldığı bir kavilikle, ulusal coğrafyalarda olmayan bir dirençle toprağa yerleşir. Hakikatin bir toprakta tecessüm ettiği (yurtlandığı) bu direnci ve kendiliğindenliği, Filistinli bir çocuğun ve kadının yüzünde de olanca doğallığıyla görürsünüz. Filistinli artık orada biçimsel bir Arap, Yahudi, Hıristiyan ve Müslüman olmanın daha ötesindeki bir temsiliyeti üstlenir. O tarihsel ışığın altında olmanın büyüsü, tüm insanları kendilerine özgü bir başkalıkla canlandırır ve birbirine bağlar. Bu tür bir eminliğe sahip olan hiçbir halk yerinden sökülemez. Bu doğal eminliğe sahip olamayanlar ise ellerinde silahlar da olsa bakışlarındaki o işgalcilere özgü emniyetsizlikten, korkudan ve hatta haksızlık duygusundan asla kurtulamazlar. İşte bunun içindir ki aradan bir asır da geçse hâlâ yerleşimci sömürgecidirler. Ve ne gariptir ki hemen burnunun dibinde olan Araplar da bunun ne demek olduğunun farkında olamazken veya bunu umursamazken, tarihin en büyük özgürlük savaşçılarından birisi olan Nelson Mandela bunun farkındadır: Güney Afrika’nın kurtuluşu, Filistin’in kurtuluşu olmadan eksik kalır.
Az ötede, Rojava’da da benzeri bir öykü yaşanmaktadır. Orada da otokton bir halkın, Kürtlerin, Araplar ile eşit olmasını kabullenemeyen bir sözde devrimcilik, sadece silahlara dayanan bir güçle bu toprağında köklenmiş halkı yerinden sökmeye çalışmakta. Oysa yerinde olmak, bir insan olmanın tüm doğallığını üstlenerek insanlığa dahil olmak anlamına gelir. Aslına bakılırsa bu tutum, özünde bir tür karşı-devrimcilikten başka da bir şey değil. Ne var ki eline gücü geçiren her fırsatçılık devrimcilikle anılamaz. Sadece silahlara dayanan üstüncülüğü esas alan bir bakışın ve küresel istikbarın sağladığı imtiyazın gölgesinde beliren iktidar, toplumsal ilişkileri bir emir-komuta ilişkisine indirgemek isterken, tarihe ve toprağa bağlı ilişkilerin kadim kıymetini fark edemez ve anlayamaz. Bir halkı toprağından sökmek ya da onu eşiti olarak kabullenemeyerek boyun eğdirmeye çalışmak ancak zorbalara özgü bir hadsizliktir. Avrupa bile kendi ulusalcılığının anlamsızlaştığı bir kertede birleşik bir çoğulluğa yönelirken, ondan örneklendiği ve ama ortaya çıkan toplumsal sorunlarla da baş edemediği halde ulusalcı tekilliğe sonuna değin sadakat göstermek, ancak ahmaklara özgü bir taklitçilik ve ezberciliktir.
İşin asıl tuhaflığı ise bu taklidin ve biçimciliğin, kendisi de buna dair yüz yıllık hatasından rücu etmeye çalışan Türkiye tarafından Ahmet el Şara’ya öğütlenmesidir. Gerçekte eski bir isyancı olan Şara’nın, kısa sürede küresel güce uyarlanması da bu dolayım yoluyla gerçekleştirildi. Gerçi Türkiye mecburiyetine binaen kendi coğrafyasındaki Kürtlerle barışmaya çalışırken bunu hâlâ Kemalist ulusalcılığın çerçevesinde gerçekleştirmeye çalışıyor; yani Fransız Devriminden mülhem bir ulus devlet çizgisi üzerinde. Ama ne gariptir ki bu tip bir şartlanma, ilhamını aldığı Avrupa’nın günümüz gerçekliğini, federalizmini ve çoğulculuğunu ise ısrarla görmezlikten gelmekte.
Ahmed el Şara’nın Selefî isyancılığı kadar Ak Parti’nin muhafazakâr demokratlığı da üzerine basmaya çalıştığı zeminin gerçekliğini kavramaktan uzak. Daha doğrusu bu gerçekliği pek de umursamayan bir iktidar endişesi her tür kuramsal ve ideolojik bağlamların ötesindeki bir güce, ABD’nin çıkarlarına boyun eğmekte. ABD ise şu sıra sadece gündelik çıkarlarıyla hareket eden Trump gibi bir tüccar tarafından yönetilmekte. Onun ise tüm derdi, etrafında hesapsız bir tâbiler kümesi yaratmak ve dünyayı kendi keyfine/çıkarlarına göre yönetmek.
Türkiye nomenklaturası ise kuramsal ve kültürel olarak kendilerinden bir adım önde olan Rojava’nın içinde bulunduğu durumu, PKK’nın bir kuşak öncesindeki tutumuyla karıştırıyor. Daha doğrusu bu yerel ve tarihsel tutumları umursamaksızın dünyayı doğrudan kendi iktidar çıkarlarının çerçevesinde yorumluyor. Elbette ki bu göreli bir yorumlama ve bağlı olduğu asıl efendisi ABD’nin çıkarları ne ise son tahlilde süreç öyle işliyor. ABD ise Kürtleri çok sevdiğinden değil, ihtimalleri çoğaltmaktan ve denklemi tâbilerinin kafasını karıştıracak denli zorlaştırmaktan yana. Bütün bu karmaşa içerisinde ise ne İsrail Gazze’yi yerinden sökebiliyor ne de el Şara Rojava’ya diş geçirebiliyor. Tarihsel fırsatların yeryüzüne fırlattığı güçlerin geçiciliği, dişlerini otokton halklara geçirmeye elvermiyor. Dolayısıyla da üzerinde kapitalist şehvetperestlerin düşler kurduğu zeytin ağacı, tüm bu karmaşayı umursamaksızın toprağında direnmeyi sürdürüyor.
[1] Tevrat, Samuel 15.
[2] Roberta Monticelli, Filistin’de Çiğnenen İnsanlık, Lejand Y. s. 81, 83.
[3] Monticelli, age, s. 239.
[4] Monticelli, age, s. 144.
Kaynak: farklı bakış