Bugünkü biz Müslümanların dinimizle olan sorunumuz sadece onu az yaşamamız, bir parçasını alıp diğer parçasını bırakıp görmememiz değildir. Bence önemli sorunlarımızdan biri de dini emirlerin hangisinin daha öncelikli, hangisinin daha az öncelikli olduğunu anlamakta yaşadığımız sorunlardır. Hz Peygamberin vahiy alma döneminde inen hükümlerin nerede, ne zaman geldikleri, dönemin şartlarının bu hükümlerle olan ilişkileri üzerinde çok düşünmek gerekir. Peygamberliğin ilk yılları ve son yıllarında nazil olan ayetlerin getirdiği hükümlere dikkatle bakmak gerekir. Mekke döneminde farz kılınan hükümler ile Medine döneminde farz kılınan hükümleri o günün konum ve şartlarıyla beraber incelediğimizde dinin ruhunu daha iyi anlayacağımız muhakkaktır.
Birkaç gün önce Suudi Arabistan yetkililerinin yayımladığı bir haberi okuyunca bu konu aklıma geldi ve hangi ibadetin daha önemli ve öncelikli olması gerektiği konusunun dindar insanlarca çok az bilindiği gerçeğinin karşımızda durduğunu anladım. Haberde, bu yılki ramazan ayında umre için Harem-i Şerif’i ziyaret edenlerin sayısının 122 milyon olduğu söyleniyordu. Hakikaten büyük bir rakam. Mübalağa olmasın ama Ka’beyi ziyaret tarihinde bir ayda bu kadar bir kalabalığın oluştuğunu söylemek çok zordur. Şimdi bu büyük rakam karşısında içten gelerek “maşallah, ne güzel bir gelişme olmuş” diyebilir miyiz?
Şimdi öncelikle Hac ve ona bağlı olarak Umre ibadetinin Hz Peygamber(sav) döneminin hangi zaman ve aşımına rastladığına bir bakalım. Nübüvvetin hemen son iki yılı zarfında ve İslam toplumunun güçlü olduğu bir dönem. Yani bu ibadetler hem mali açıdan hem de askeri açıdan güçlü şartların oluştuğu bir dönemde farz kılınıyor. Hatta bu ibadetlerin bazı rükünlerine bakınca bunu daha iyi anlarız. Tavaf esnasında ihramın omuz bölgesinin çıplak olması(ızdıba) bir güç gösterisidir. Safa - Merve arasındaki tempolu yürümenin bir kısmının hızlı adımlarla olması (hervele) da “biz güçlüyüz” mesajı vardır. Kısacası Hac, Umre ibadetlerinin ortaya çıkış tarihi ve o zamanki şartların durumu dikkat çekicidir.
Şimdi şu İslam aleminin hal-i pürmelali ile bu yılki Umre ziyaretindeki rekor sayı olayını bağdaştırmanın ne kadar zor olduğu ortadadır. Umre ibadeti sünnet bir ibadettir ama bir asırdan beri kanı akıtılan, toprakları işgal altında olan mazlumlara yardım farzdır. Farzı terk edip nafileye yoğunlaşmak nasıl izah edilebilir? Üstelik bu işgal altındaki topraklar Müslümanların ilk kıblesi ve üçüncü haremi ise?
Elimizi vicdanımıza koyup düşünelim bir asırdan beri kanları dökülen, sürgün ve katliamlara maruz bırakılan, hele bu son iki yılda bombardımanlarla yurtları yerle bir edilen, elli binden fazla masumun ölümüne neden olan bu hunhar katliama bütün dünyanın vicdanlı insanları tepki duyarken bizim dindar Müslümanın hiçbir şey olmamış gibi nafilelerine yoğunlaşmasını gelin de nasıl izah edeceğimizi söyleyin.
Peki o umreci kardeşlerimizden birinin yaşadıklarını duyunca insan ne diyeceğini şaşırıyor. Hanım kardeşimizin anlattıklarına bakalım: “Ben başörtümde bulunan bir Filistin arması için sorguya çekildim. Polis geldi ve bana bu başörtüyle içeri giremezsin dedi. Aksi halde vizeni iptal eder seni ülkene yollarız tehdidinde bulundu”. Bu canavar ruhlu Suud yönetiminin uygulamaları saymakla bitmez ki. Buna benzer olaylar orada her gün yaşanıyor.
Şimdi ben bir sürü para harcayıp Suud yönetimine de yardımcı olacağıma bu umre için harcadığım paraları Gazzeli kardeşlerime yollasam daha yerinde ve iyi bir iş yapmış olmaz mıyım ey dindar kardeşlerim?
İlâhi, sen bize dinimizi şekliyle değil, ruhuyla anlamayı nasip eyle.