D. Trump’un Ortadoğu ülkelerine yaptığı ziyaret, Batılı sömürgeci güçlerin tahakkümünden İslam dünyasının yetersizliğine kadar, yüzleşmemiz gereken çok sayıda sorunu da gözler önüne serdi. Trump’ın, Suudi Arabistan, Katar ve BAE yaptığı ziyaret, imzaladığı iki trilyonu aşan anlaşmalar, karşılama sırasında ortaya serilen ahlak dışı törenler, çok daha temeldeki sorunlara işaret etti.
Bu ziyaretin en önemli sonucu, İslam dünyasının, tarihsel olarak biriktirdiği, bir türlü çözemediği ve bugününü derinden etkileyen sorunların altında eziliyor gerçeğini bütün çıplaklığı ile ortaya çıkarması oldu.
İktidarlarını ABD’ye yakınlık üzerine kuran ülkeler, Gazze konusunda bir adım bile atamaz. İslam dünyası bu zilleti yaşamaya devem ediyor. Bunun sonucunda Amerika emperyalizmi Ortadoğu’da istediğini yapıyor /yaptırıyor.
Siyasal iktidarlarını hak, adalet ve halk üzerine inşa edemeyen İslam ülkelerinin liderleri iktidarlarının devamı için dış desteğe muhtaçlar. Suudi Arabistan, Katar ve BAE’de izlediğimiz tiyatro bu maalesef.
ABD başkanı herkesin gözünün içine baka baka, tabi ki askeri, ekonomik ve siyasal gücün sağladığı kibir içinde, halkların tüketmesi gereken kaynakları kendi ülkesine taşıdı.
Müslümanlar ne yazık ki, kendilerini büyük küresel bir güç haline getiren ahlaki ilkelerin uzağında bulunuyor. Dünya siyasetine yön veremedikleri için, yön veren büyük güçlerin siyasetinin aracı haline geliyor.
ABD başkanının İslam ülkelerini ziyaretinde yaşananlar, onurlu insanlar tarafından asla kabul edilemez. Küresel paganist kapitalizm insani ve ahlaki her değeri tüketiyor.
Rahmetli Humeyni’nin dediği gibi, ” Biz namazda ellerimizi nasıl bağlamamız gerektiğini tartışırken, kafirler onu kesmeye çalışıyor. ” Öyle görülüyor ki, Müslümanların önceliklerini belirlemeleri zorunludur. “Müslümanlar olarak önceliğimiz nedir?” sorusu hayati değerde üzerinde düşünülmesi gereken bir sorudur. Öncelik, birbirine düşüren bağnaz mezhepçilik mi, yoksa sömürgecilerin topraklarınızı yağma edip, şerefinizi yok etmesi mi? Bu sorunun sağlıklı analizi asıl mücadele edilmesi gereken düşmanın nerede olduğunu açıkça ortaya koyacaktır. Asıl mücadele etmeniz gereken düşman, sizden farklı düşünen dindaşlarınız değil, hiçbir kutsalınıza değer vermeden sizi sömüren sömürgeci zalimlerdir.
Gelişmelerin ortaya çıkardığı gerçek, İslam dünyası diye güçlü bir dünya olmadığı gerçeğidir. Bu zayıf ve dağınık haliyle tarihin en büyük siyasi, kültürel ve askeri sömürge süreciyle ile karlı karşıya gelmiştir. Sömürünün başını ABD çekiyor. ABD, İslam ülkelerinin kaynaklarını alıyor, İsrail vandalizmini koruyup kolluyor, buna karşılık İslam dünyasında haktan, halktan, adaletten kopmuş, izzetini ve şerefini kaybetmiş yöneticileri tarafından el üstünde tutuluyor. Bu durumun asıl nedeni tabi ki İslam dünyasının tutumudur. Mâlik bin Nebi’nin deyimiyle asıl neden Müslümanların sömürüye açık bir yapısıdır. Sömürüsü kabullenme, rıza gösterme ve yenilgi psikolojisi Müslümanların onunla mücadele etme bilincini yol ediyor. İslam dünyası sürekli dış güçlerin konumunu öne sürerek kendi durumlarına meşruiyet kazandırmaya çalışıyor. Müslümanlar, Şeytanın gücünü kendi günahlarının nedeni olarak görüyor. Oysa günahın nedeni Şeytanın ayartması değil, insanın zaaflarıdır.
Öyle görülüyor ki, kendi hakları nezlinde meşruiyeti olmayan otoriter, hanedan yönetimleri dış destekle ayakta durmaya çalışıyor. Yaşanan zilleti ortadan kaldıracak köklü bir zihinsel dönüşüme ihtiyaç var. Referansımız, bir gün Hz. Muhammed’in Hıra Dağı’nda yüklendiği misyonla Mekke’nin şirk kokan sokaklarına döndüğü andaki kararlılığı ve mücadelesidir.
İslam dünyası büyük bir değerler krizi içinde yaşamaktadır. “Değerin, kimliğin ve onurun kaynağını insandan alıp ırk, milliyet, din, kültür gibi nesnel alanlara kaydırmak ve insanın bireyselliğini bu total kimlikler altında soluklaştırmak, en yaygın kimlik tahrifidir. İnsanı kim sorusu yerine ne sorusuna verilecek yanıtlarla tanımlama çabası, insanı nesneleştirmektedir. Bu total verilere dayalı kimlik tanımı, hegemonyalar üretmekte, insan bu hegemonyacı yapı içindeki yerine göre değerini almakta, sürgit işleyen bu süreçte insan Kur’an’ın ifadesiyle yakıtı insan olan bir cehennem yaratmaktadır. Sonra Tebbet suresinde ifadesini bulduğu gibi (tebbet yedâ), iki eliyle, yani maddi ve entelektüel birikimiyle, yarattığı bu dünyanın ateşinde (çatışmalarda, dünya savaşlarında) yanmaya mahkûm olmaktadır.” (Şaban Ali Düzgün , Sarp Yokuşun Eteğinde İnsan, Otto Yayınları)
Öte yandan güçlü ve otoriter liderlik kavramları birbirine karıştırılıyor. Güçlü liderlik ile otoriter liderlik farklı şeylerdir. Aliya İzzetbegoviç mesela çok güçlü bir liderdir; ancak asla otoriter değildi. Otoriter liderler gücü kendi otoritesinden ve baskısından alırken güçlü liderler daima ekip çalışması yaparlar.
Hz. Peygamber çok güçlü bir liderdi. Ancak asla bir diktatör değildi. Otoriterlik, elindeki gücün nasıl kullandığı ile ilgilidir. Türkiye siyasal tarihi otoriter liderliğin genellikle baskın olduğu bir tarihtir. Bu zihinsel tutumun değişmesi ise önemli bir zihinsel değişimi gerektirmektedir. İslam dünyasının otoriter liderlere değil, güçlü liderlere ihtiyacı var.
Müslümanlar, aralarındaki anlaşmazlıkları aşamayıp, güçlerini zalimlere karşı birleştirmek ve birlikte mücadele etmek bilincine erişmedikçe mevcut statükonun değişmesi zor görülüyor.
Kaynak: farklı Bakış