Yusuf YAVUZYILMAZ

Tarih: 25.04.2023 15:36

Din ve Hayat

Facebook Twitter Linked-in

Din, hayatın bizim için bir sınama aracı olduğunu söyler. Bu anlamda tüm eylemlerimiz birer sınama aracıdır. Dinin belirlediği temel ahlaki ilkeleri hayatın her alanına(ekonomi, siyaset, toplumsal hayat) taşımakla yükümlüyüz. Dolayısıyla dini değerleri (doğru sözlü olmak, emanete ihanet etmemek, yalan söylememek, adil şahitlik yapmak, emaneti ehline vermek) hayatın diğer alanlarına olduğu gibi siyasete de taşımak gereklidir. Dini değerlerin kullanılmayacağı hiçbir alan yoktur. Çünkü din yaşanan hayatın uyulması gereken ahlaki ilkelerini belirlemiştir. Yapılmaması gereken dini başka bir amaç için araçsallaştırmak ve istismar etmektir.

Dindarların hayat algısı da, yaşadıkları döneme ve koşullara göre giderek değişiyor. Öldüğünde arkasında hiç yaralanmadığı bir servet bırakan insanlar çoğalıyor. Yaşamlarını erteleyip servet biriktirmek için bir ömür harcamak mantıksız değil mi? Bazı insanlar, servet biriktirmek için en insani eylemlerini erteliyor. Üstelik harcamaktan çekindiği servetinin bir gün tümüyle elinden çıkacağı bilincine sahip olarak yaşıyor olmanın trajik sıkıntısını her an çekiyor. Bu ıstıraba katlanmaya değer mi? Hayatın gelip geçici olduğunu bilen bir kişinin eşya ile olan bağı sorunlu değil mi?

Benzer şekilde insanların siyasal algısı da giderek otoriterleşiyor. Siyaseti başkaları üzerine tahakküm kurmak olarak algılıyorlar. Oysa önlerinde örnek alacakları “Medine Vesikası” gibi bir metin ve uygulama duruyor. “Medine Sözleşmesi ise kurgusal değil, varsayımlara/faraziyelere dayanmaz, tarihin belli bir diliminde (M. 622) ve coğrafyanın belli bir bölgesinde (Medine) bir araya gelen farklı dini ve etnik gruplar arasında imzalanmış somut bir sözleşmedir, yazılı belge olarak da günümüze kadar gelmiş bulunmaktadır. Ne kurgusaldır ne de Magna Carta gibi kral/yönetici ile yönetilenler arasında bir kontrattır; aksine, bir arada yaşama iradesini beyan eden toplumsal bloklar arasında bir sözleşmedir.” (Medine Sözleşmesi, Ali Bulaç, Çıra Yayınları, s.331-332)

Türkiye’de sistemi değiştirmek isteyen kitle, yirmili yaşlarda toplumun en avantajsız alt kesimlerinden gelen İslamcı ve solcu devrimci gençlerdir. Çünkü zengin elitler onların hayallerini engelleyen kitlelerdi. Peki, bu gençlerin çok büyük bölümü ileriki yaşlarda neden devrimcilikten uzaklaştılar? Çünkü gerçekte istekleri adil bir toplum tasarımı değil, zenginlerin sahip olduklarına sahip olmak arzusu idi. Gençliğinde villada oturanlara ve etrafını kalın duvarlarla halktan ayıran elitlere öfke ile bakan devrimcilerin birçoğu villada oturuyor artık. Başarısız oldular, çünkü karşı çıkışlarının altında imani bir sabite yoktu. Konjonktür değişince, belli kazanımlar elde ettiklerine inanınca, itirazlarını geri çektiler.

Çoğu bir partinin, grubun, örgütün, cemaatin militanı olmayı seçti. İçinde bulundukları yapıların doğası gereği hata yapan insan tarafından yönetilmekte olduğunu unuttular. Düşünsel özgürlük yerine gönüllü itaati/köleliği tercih ettiler.

Oysa İslam temelde bir ahlaki duruş önerir insanlara. Bu ahlaki duruş insanı doğru kimden gelirse gelsin destekleme, yanlış kimden gelirse gelsin karşı çıkma erdemine sahip olmaya götürür. Fanatik militan ise anlamaz, analiz etmez, düşünmez; tanımlar, suçlar, itaat eder. Özgür insan, Allah’tan başka bütün otoriteleri ve güç odakları reddeden insandır.

“Bütün dönüşler yuvayadır” der düşünür Novalis. Herkes eninde sonunda asıl yurduna geri döner. Anadolu insanı olarak bizim yuvamız neresidir? Bu yuvanın parametreleri nelerdir? Bizim varlığımızın evi nedir? Bizim kimliğimizin asli unsuru nedir? Cumhuriyet modernleşmenin çerçevesini çizdiği kimlik tasarımı yuvamızla örtüşüyor mu? Tüm bu sorular geri döneceğimiz bir yuvamız olması gerektiği gerçeğini ortaya koyuyor.

Sosyolojinin önümüze koyduğu gerçek şu: Türkiye’de dine ilgisiz kalınarak hiçbir toplumsal proje uygulamaya konulamaz. Ancak din, onu istismar edenlerle, ona karşı çıkanların tasallutundan kurtarılmalıdır.

Kur’an ve Sünnet’e dönüşü, içtihat kapısının açılmasını, cihat ruhunun ihya edilmesini, yaşayan sünneti savunan İslamcılar, yeni dönemin umut kapısıdır. Dini istismar edip ikbal peşinde koşanlar ve iktidar için dindar görünüp takiye yapanlar arasında İslamcılığın tam sırasıdır. Çünkü İslamcılık, Said Halim Paşa ve Mehmet Akif’ten beri bu topraklardaki en sahih hakikat arayışıdır.

Müslümanlar siyasal algılarını da değiştirmek zorundadırlar. Kur’an-ı Kerim’e göre kâfirlere salt bu tutumlarından dolayı savaş açılamaz, öldürülemez, hapse atılamaz. Ancak zalimlere mücadele edilir, engellenmeye çalışılır ve savaş açılır. Kâfirler Müslümanlara ve diğer insanlara zulmetmediği sürece kendilerine dokunulamaz. O yüzden kâfirler ve zalimler aynı kategoride değildir. Bu nedenle Hz. Peygamber gerek “Hılf’ul Fudul” gerekse “Medine Vesikası” uygulamalarında kâfirler ile erdem temelinde ve haksızlıklara karşı mücadele etmek amacıyla ortaklıklar kurmuştur. Bunu temel alan araştırmacılar, yaşadığımız çağdaş dönemlerde de Müslümanların kâfir, ateist, agnostik ve yeşillerle erdem ve adalet temelinde haksızlıklara karşı işbirliği yapabileceğini söylerler ki, bu yaklaşım son derece doğrudur.

Sınanmadığımız durumlar hakkında konuşmak kolaydır. Doğrusu sınanmadan konuştuklarımız temenniden öteye geçmez. “Ben rüşvet yemem”, “Zengin olsam fakirlere yardım ederim”, “siyasetçi veya bakan olsam istifa ederim” cümleleri fazla anlamlı değil; anlamlı olan rüşvet teklif edenin reddetmesi, kendinden daha fakir birine yardım etmesi veya bir görev yaparken istifa etmesini bilendir.

Müslümanlar ibadet anlayışını da değiştirmelidirler. Ali Şeriati’nin dediği gibi “Senin orucun, öğlen ve akşam yemeklerinin yerlerini değiştirmekten ibaretti. Zira ramazan ayından sonra öncesinde yaptığın şeylerin aynısını yapmaya devam ettin. Fikirlerin de tıpkı eskisi gibi devam ediyordu. Düşüncen, ahlakın, özelliklerin ve yolun hiç değişmedi. Ramazan ayında dahi aç kalmak dışında işinde, eylemlerinde hiçbir değişiklik olmadı. Yani her şey eskisi gibi, aynı tas aynı hamam!” (Ali Şeriati, Anne Baba Biz Suçluyuz s.86) Ali Şeriati’nin uyarısı son derece yerindedir. Oruç, başlamadan önceki zaaflarımızı ortadan kaldırıyor; bizi yetime ve yoksula yaklaştırıyor ise sorun büyüktür. Hz. Peygamberin uyarısı dehşet vericidir: “Bazı oruç tutanlar vardır ki, kendilerine kalan sadece açlıktır.” En özel ibadeti yaparken kazancı sadece aç kalmak olmak gerçekten son derece düşündürücüdür. Benzer bir uyarıyı İskenderiyeli filozof Philo yapmaktadır: “Bazı kişiler, öküz kurban etmeyi dindarlık sayarlar. Onlar çaldıkları, bir takım yalanlarla elde ettikleri veya talan ettikleri şeylerden bir pay ayırıyorlar. Zavallı seliler! Onlar, tecavüz ettikleri şeylerin acısından kurtulmak için bir şey satın aldıklarını zannediyorlar. Fakat onlara ben şunu söylüyorum: Tanrı’nın mahkemesi rüşvetle ayartılamaz. Bu suçlu akıllar, günde yüz öküz kesseler de reddedileceklerdir.”(İskenderiyeli Philo, MÖ 20 veya 25- MS 50)

Şu sıralar Gazali’nin İhya adlı eserini okumakta fayda var. Sanıyorum İhya’nın üçüncü cildinde Aldananlar bölümünün bir alt başlığı da şu: “İbadet yaparak Aldananlar.” Oysa asıl yapmamız gereken ahlakı birinci sıraya almamız gerektiğidir. “Biz insanız” demek; biz günah işleriz, zayıfız, cismaniyiz, demektir. “İnsan olalım” ise, bizim daha yüksek bir varlık olduğumuzu, daha yüce bazı mükellefiyetlerimizin bulunduğunu; bencil olmamamız, insanca hareket etmemiz gerektiğini hatırlatan bir çağrıdır.” (Aliya İzzetbegoviç, Doğu ve Batı, Klasik yayınları, s.36)

İnsan, radikalleştikçe görüşler keskinleşir, tahammül azalır, hakaret başlar. Hariciler görünürde çok dindar insanlardı. Bir taraftan ağacın altında ağaçtan düşen bir meyveyi yedikten sonra mal sahibi ile helalleşmeye çalışacak kadar dindarlardı; diğer taraftan Hz. Ali’yi ve taraftarını öldürecek kadar gözleri dönmüştü. Dindarlıkları ve ibadetlere olan düşkünlükleri onları cinayet işlemekten alıkoymuyordu. Dine sadece formel ibadetlerle bağlanmanın getirdiği sağlıksız bir kimlikti bu.

Öyle anlaşılıyor ki, siyasal rejimlerin kendi meşruiyetlerini sağlamak için dini metinlere duydukları ihtiyaç çoğu kez, dini metinlerin siyasi rejimler temel alınarak yorumlama tehlikesini doğurmuştur.

Kur’an söz konusu olduğunda kim tarafından yapılırsa yapılsın hiçbir yorum metinle eşitlenemez. Metin yanılmaz bir kaynaktan geldiği için asıldır ve her türlü beşeri yorumun üzerinde bir anlam katmanına sahiptir. Yorumun ise doğası gereği ontolojik ve epistemolojik anlamda bilgisi sınırlı olan insanın yürüttüğü ve sonuçlandırdığı beşeri bir faaliyettir. Bundan dolayı, Hz. Peygamber hariç ki, O, ismet sıfatıyla korunmuştur, konumu ne olursa olsun bir kişinin yaptığı yorumun yanılmazlığından yola çıkarak metine gidilemez. Yorumun yanılmaz bir hakikat gibi kabul edilmesi, ana metni o yoruma bağımlı hale getirir ve yeni bir anlam katmanına ulaşmayı engelleyen bir araç haline dönüşür.

Toplumun Peygamber algısı da sorunludur. “Bir Peygamber düşünün ki, sakal bırakırken sünnetine uyuluyor, suyu üç yudumda içerken sünnetine uyuluyor, sağ elle yemek yerken sünnetine uyuluyor ama aynı Peygamberin sünneti siyasette yok, kanunlarda yok, hukukta yok, aile hayatında yok, nafakada, mirasta yok, ekonomide yok, eğitimde yok, ahlakta yok.

Eğer bir toplum Peygamberlerinin (s.a.s) emirlerinden ve sünnetinden canlarının istediği ve hoşlarına giden emirleri alıp, işlerine gelmeyen emirleri ve sünnetleri de terk ediyorlarsa o toplum Peygamberini anlayamamış demektir…

Eğer bir toplum, Peygamberlerini (s.a.s) kız isteme törenlerinde, düğünlerde ve nikâhlarda hatırlayıp, ismini anıp, salavat getiriyor, ama düğünden sonra o yeni kurulan yuvanın yönetiminde, eşlerin birbirlerine karşı davranışlarında, akraba ilişkilerinde, izlenilen dizilerde, mutfaktaki gıdaların ve eve giren kazancın helalliğinde kimse o düğünde hatırladığı Peygamberin ne dediğine bakmıyorsa o toplum Peygamberini anlayamamış demektir…

Eğer bir toplum, Peygamberlerini (s.a.s) çocuklarının sünnet törenlerinde hatırlayıp, adına ilahiler okuyor ama sünnet töreninden sonra o çocuğun eğitimine, ahlakına, kılık kıyafetine, gelecek planlamasına, hayat tarzına, nasıl yetiştirileceğine az önce sünnet düğününde hatırladıkları Peygamberi hiç karıştırmıyorlarsa o toplum Peygamberini anlayamamış demektir…” (Abdülaziz Kıranşal, 12 Kasım 2020, Milli Gazete)

Dindarlar yaşadıkları çevredeki insanlara güven verebiliyorlar mı? Cevabımız hayırsa, asıl büyük tehlike budur. Sembolik tartışmalar bu gerçekliği örtmeye yeter mi? Gerçekten de seküler insanların içinde dine bakışı çok sorunlu olanlar var. Bunu dile getirmekten çekinmiyorlar da. Bunlar eleştirilmelidir. Ancak sadece eleştiri düzeyinde kalmak bizim zaaflarımızı kapamıyor maalesef.

Dindarların günlük siyasi tartışmalara kurban edilemeyecek devasa sorunları var.

Her kesim, kendine dönük eleştiriyi, karşı tarafın zaaflarıyla kapamaya çalışıyor. Bir kişi kendine dönük eleştiriyi, ötekinin zaafı üzerinden anlamlandırmaya çalıştığı andan itibaren yaptığı kötülüğün altında ezilmeye başlamıştır. Öte yandan her kesimin geçmişinde ve bugününde büyük olumsuzluklar var. Her kesim kendi mahallesine hapsolmuş durumda. Yapılması gereken bir hata yaptığında, karşıdakinin zaafı üzerinden bunu değerlendirmek yerine, özür dileyip hatadan ders çıkarmaktır.

Ancak iki tarafın o kadar çok hatası var ki, bunu denemiyorlar bile. Hatta özür dilemek bir değer olmaktan çıktı neredeyse. Bu nokta ise mantığın ve özeleştirinin yerini duygusallığın aldığını gösteriyor. Bu durumda herkes susmalıdır. Her iki taraf da dini istismar etmekle birbirini suçluyor. Asıl korkunç olan ise her iki tarafında haklı olması durumudur.

Ahlakta tarafsızlık insanı sabitesi olmayan anarşist bir ahlakın eşiğine getirir. Aslına bakılırsa tarafsızlık insan ontolojisine aykırıdır. Olaylar karşısında kritik tercih neyin ve kimin safında yer aldığınız kadar, neyin ve kimin karşısında yer aldığınızla ilgilidir. Hukukta haksızlığa uğrayanın, sosyal hayatta yoksul ve fakirin, kategorik olarak ezilenlerin tarafında yer almak gerekir.

Bir tartışmaya kazanma hırsı ve kaybetme korkusu hâkim oldukça oradan hiçbir verimli ve ahlaki sonuç çıkmaz. Bu duygunun egemen olduğu bir tartışmanın tarafı olmayın. Yapacağınız en güzel şey cevap vermeden çekilmektir.

Bu tür bir tartışmayı sürdürmenin en sakıncalı yönü tarafların tartışmayı kazanmak için hadis uyduranların rolüne girmeleriyle sonuçlanır. Dinin en temel kavramlarını bağlamından kopararak yorumlamaya başlar. Artık onun amacı hakikati öğrenmeye yönelen bir eylem içinde olmak değil, kazanmaktır. Kazanamayacağını anlayınca kabalaşmaya, kırıcı olmaya başlar. Yorumları keskin, ifadeleri aşağılayıcı olur. Sahte bir mütevazılık içine de girebilir.

 Dindarlar tevbe kültürüne o kadar uzak ki, sürekli kendi dışındakileri eleştirmekten kendi zaaflarını göremiyorlar. Oysa yenileşme kendi zaaflarıyla yüzleşmekle başlayan bir süreçtir.

Bir Müslümanın eylemlerini ölçütlerini belirleyen Kur’an ve Hz. Peygamberin uygulamalarıdır. Bundan dolayı Kur’an ve Sünnet’in çerçevesini çizdiği ahlaki değerlerin savunucusu olarak hayatımızı bu ilkelere göre sürdürmenin gayretinde olacağız. Kur’an ve Sünnet ile eşitlenecek veya üstüne çıkacak her ideolojik anlayışı reddederiz. Çünkü Kur’an Allah’ın kelamıdır. Bu nedenle içinde hata barındırmaz. Allah’ın kelamı, doğası gereği tarihsel ve hataya açık beşer zihninden çıkan hiçbir anlayış ve yorumla eşitlenemez.

İslam’ın bize yüklediği değerlerin bilincinde olarak yaşamaya devam etme birincil sorumluluğumuzdur. Bu nedenle hiçbir haksızlık, yolsuzluk, adam kayırmanın, adaletsizliğin arkasında duramayız; destekleyemeyiz, savunamayız ve sessiz kalamayız. Dini istismar edenlerle de, yok etmek isteyenlerle de yol arkadaşı olamayız.

Amacımız samimiyetle dini değerleri yaşamak isteyenlerle, yoksulun yanında duranlarla, felakete uğrayanlarla omuz verenlere destek vermektir.

Her tür terör örgütüne, ayırım gözetmeksizin mesafe koyanların yanına saf tutmayı temel ilke olarak belirleriz.

Temel amaçlarımızdan biri de şiddeti ve silahı hak arama aracı olarak kullanan terör örgütlerini destekleyen, eylemlerine destek verenlerle yollarımızı ayırmaktır. En büyük amacımız Allah’ın rızasını kazanmaktır. Yanlışı kim yaparsa yapsın, hiçbir mazeret göstermeden karşısında durmak da temel amacımızdan biridir.

Baskıya karşı özgürlüğün, yalana karşı dürüstlüğün, adam kayırmaya karşı liyakati, dinini yaşamak isteyen baskı kurmak isteyenlere karşı din ve inanç özgürlüğünün savunucularıyız.

Biz hiçbir partinin, cemaatin, örgütün her eylemini savunan militanları değiliz. İnsanlığı kurtaracak değerlerin vahiyden Peygamberler aracılığı ile geldiğine inanıyoruz.

İnanç özgürlüğünü savunuyor, bizim gibi düşünmeyenlere baskıyı reddediyoruz. Sorumluluğun öncesinin özgürlük olduğunu, özgürlük olmadan sorumluluktan söz edilemeyeceğinin bilincindeyiz. Bu yüzden kimseyi bizim gibi inanmaya zorlayamayız. İnancımıza yönelik en küçük baskıyı da reddediyoruz.

Bu yüzden baskıyı, fanatizmi, militanlığı reddediyor; eleştirel düşünmeyi savunuyoruz.

 

Kaynak: Farklı Bakış


Orjinal Köşe Yazısına Git
— KÖŞE YAZISI SONU —