Mümtaz’er Türköne ve Kadir Canatan’la başlayan müzakere/tartışma iki boyutu olan konuları gündeme getirmiş oldu. Türköne, ilki neredeyse 1.500 yıllık, hatta Kostantin’in neden teslisçileri seçtiği meselesini milad alırsak 1.700 yıllık bir tarihi hamuleyi önümüze koyuyor. Bu dikey boyut yanında yatay boyutta bugün İslam dünyasının tamamını ilgilendiren can yakıcı sorunların da savunmasını bizden istiyor.
Aslında konu yeni değil, yakın tarihte gündemin en önemli maddelerinden biriydi. Geçen yüzyılın başlarında İttihatçılar ve Kemalistler, Tanzimat ve Islahat sonrası tartışmaların gölgesinde iki olumsuz sıfatı ustaca dinle ilişkilendirdiler, adeta bir araya gelmesi mümkün olmayan iki unsuru, yani din ile kötülüğü birbirleriyle kaynaştırdılar. 120 senedir biri anıldığında diğeri otomatik olarak akla gelir oldu. İttihatçıların ve Kemalistlerin dine iliştirdikleri iki kötü sıfattan biri “irtica”, diğeri “istismar”dır. Hakikatte din mahza hayr, irtica ve istismar şer’dir; hayır ve şer bir araya gelemez (Zıttani lâ yectemiani). Türköne, dini literatüre, yakın tarihe ve İslamcılık akımlarına vakıf değerli bir fikir ve bilim insanıdır; “irtica”nın ne anlama geldiğini ve hangi maksatla kullanıldığını iyi bildiğinden kullanmıyor, ama kötü bir sıfatı “din”le ilişkilendiriyor.
Öyle de olsa, Türköne’nin iddia ve sorularının zayıf dayanaklara dayandığını söyleyemeyiz, zira din adına konuşan ve hüküm yürütenlerin önemli bir bölümü, hem toplumun yapısal değişimini durdurmaya çalışıyorlar, hem de insanların dini duygularını, dinin temel itikadi/kelami varsayımlarını tersyüz ederek, maksatlarına aykırı tevil ederek istismar ediyorlar.
Müzakereye buradan yürümenin bizi iyi bir sonuca getireceğini düşünüyorum. Tabii ki şeriat, laiklik, diyanet, kader, fıkıh, hilafet; din-iktidar, din-siyaset ilişkilerini ele almamız gerekecek, ancak önce bir hususu vuzuha kavuşturmak lazım.
Türköne’nin bolca ve doğru olarak verdiği örneklerde tarihte ve bugün din siyasi iktidarların, iktidar mücadelesi veren grupların, örgütlerin meşruiyet aracını oluşturuyor. Bu ilişki biçiminde din, “li-aynihi maksat” değil, “li-gayrihi vasıta”dır. Yani bir grup insan (şahıs, hanedan, zümre, kavim, sınıf) iktidar mücadelesi verirken meşruiyetini dine dayandırmak ister, gerçekte ise bu grup insanların dinin asli mesajı ve gai hedefleriyle ilgileri yoktur, hatta dinin gaye ve hedefleri umurlarında değildir. İktidar olduktan sonra da, yine “dini kullanarak”, insanların dine inançlarını istismar ederek iktidarlarını sürdürürler.
Tabii ki bu dinin ruhu olan “ihlas” değildir. İhlas, harici hiçbir dünyevi çıkar amacı gözetmeksizin bir fiilin sadece ve sadece Allah rızası ve kendi asli maksadı gözetilerek yapılmasıdır. Bir bakıma Kant’ın “ödev ahlakı”nı temellendirdiği niyet ve eylemdir.
Böylesi durumlarda sıfat ile mevsuf arasını ayıramadığımız zaman hem ontolojik hem ahlaki hatalara düşeriz. “Duvar sarıdır” dediğimizde aslolan duvar, “sarı” sıfatıdır. Duvar başka bir renge de bürünebilir; sarı da başka nesnenin rengi olabilir. “Ahmed’i severim, çünkü dürüsttür” dediğimde, Ahmed’i dürüstlüğü dolayısıyla sevdiğimi, aslında dürüstlüğü sevdiğimi söylemiş olurum. “Haccac-ı zalimi sevmem” dediğimde de, Haccac “zulüm” sıfatıyla muttasıf olduğundan, yani elindeki yetkiyi kötüye kullanıp insanlara zulmettiğinden, yani zulümden dolayı sevmediğimi ifade etmiş oluyorum.
“Din istismarı” terkibinde mevsuf olan din değildir zira din bilgi, haber ve hükümler mecmuasıdır, mevsuf olan “dindar, dindar geçinen” veya Peyami Sefa’nın yerinde isimlendirmesiyle “dinbaz”dır. Bu olayda din haksız yere ve yanlış olarak istismar sıfatına maruz kalmıştır. Daha anlaşılır ifadeyle dinin kendisi istismarı emretmez, hoş karşılamaz, yasaklar, lakin kötü niyetli kişiler (dinbazlar) dini istismar eder. Peki, “din istismarı”nda dini mi, istismarı mı hedef almalı? İstismara maruz kalıyor diye dini mi suçlamalı? İstismarda din, dinbazın malzemesidir. Din, dinbazın mazlumu, mağdurudur. Zalimi, gadredeni bırakıp, mazlumu, mağduru sorumlu tutmak akıl kârı mı?
Batı’da formüle edilen laiklik kendine meşruiyet sağlamak amacıyla dini hedef aldı? Batı’da “din” dendiğinde akla gelen “kilise”dir. 1905 yasasına göre birbirinden ayrılan “din-devlet” ikileminde taraflardan din adına yer alan kilisedir, dolayısıyla aslında birbirinden ayrılan “kilise ile devlet”tir. Burada ince bir husus var: Laik kimliğiyle devleti din’den/kilise’den ayıran laik dinsiz değil, dindar olabileceği gibi dinsiz de olabilir. Nitekim Batı’da “İncil’in değerlerine göre siyaset yapmak üzere” kurulan ve iktidar olan Hıristiyan demokrat partiler vardır.
Bizde laiklik üzerinden dini dışarı çıkarmak isteyenler dinin hiçbir biçimde ve kademede siyasetle ilişkili olmaması gerektiğini söylerler, onlara bakılırsa Hıristiyan (veya Müslüman) demokrat parti meşru değildir. Demek ki, söz konusu olan dinden kasıt kurumsallaşmış ve bir zümre tarafından kendini siyasete, idareye ve toplumsal hayata empoze eden kilisedir. Bizde kilise olmayınca, laiklik dinin kendisine yöneliyor; devletin din grupları karısındaki tutumundan çıkıp sekülerleşiyor.
Dinin kendisini hedef alan Aydınlanmacılar yok değil, ama sistem teşekkül ederken dinsizlik tartışmada taraf olmadı. Mamafih Batı’da din olgusuna karşı büyük haksızlık ve saygısızlık yapıldı. a) Hedef Katolik kilisesi iken, Ortodoksluk da işin içine girdi, b) Kilise ve Hıristiyanlık üzerinden bütün dinler ve bu arada İslamiyet de aynı kefeye konuldu. Bu tam manasıyla elmalarla armutları karıştırmak oldu, halen öyle olmaya devam etmektedir.
Sorumuz şu: Eğer tarihte din adına otokrat yönetimler, saltanat rejimleri ve krallıklar kurulduysa din istismar edildi demektir. Peki, istismar ile din arasında zorunlu, ontolojik bir ilişki mi var? Din mutlaka istismar mı ediliyor? Eğer böylesi zorunlu bir ilişki kuruyorsak, aslında kötü olan “din”dir ve bu, dine “kötülük özü” katmaktır. Din özü itibariyle kötü olduğundan siyasette söz konusu olduğunda istismar edilir, zorba yönetimlerin meşruiyeti olur, halkı uyutan afyona dönüşür.
Bu özcülük bizi iki soruya cevap bulmamızı zorlar:
Başka sorumuz şu: Sadece din mi istismara maruz kalıyor veya sadece dindar geçinen mi istismar ediyor? Din yanında bilim, akıl, doktrin, laiklik de istismar ediliyor. 12 Eylül 1980 sonrasında Kemalizmin envai istismarlarına şahit olduk (x)
Siyasi liderler kaba şekliyle dine, istismarın ötesinde amaçlarına ulaşmak üzere fonksiyonel bir değer de atfedebilirler. Sonraları ya bu fonksiyonun artık iş göremediğini veya hatt-ı hareketlerinde yeni bir aşamaya geçtiklerini düşünüp bundan vazgeçerler. Başlangıçta Mustafa Kemal, Cemaleddin Efgani çizgisinde düşünüyordu: Müslüman kavimler tek tek sömürgecilere ve işgalci emperyalistlere karşı bağımsızlıklarını kazanacak, sonra isterlerse bir araya gelip aralarında “birlik” kuracaklardı. Olaylar bu istikamette gelişmedi; 1928’de anayasadan “devletin resmi dini İslam’dır” ibaresi çıkarıldı, 1937’de laiklik anayasaya girdi. Ancak 23 Nisan 1920’de TBMM tamamiyle “dini söylem ve törenler”le açıldı. Oysa bu sene Yargıtay’ın açılışında Diyanet İşleri Başkanı’nın dua okuması büyük tepkilere yol açmıştı(xx).
İstismar dinin mutlak lazimesi olmadığı gibi diktatörlüklerin veya totaliter yönetimlerin lazimesi de değildir. Bölgenin en radikal laik iki yönetimi Baas partilerinin iktidarda olduğu Irak’ın Saddam’ı ve Hafız Esad’ın Suriye’si idi. İkisi de diktatörlüktü, meşruiyetlerini dinden veya Şeriat’ten değil, sosyalizmden ve milliyetçilikten alıyorlardı. Diktatörlüğe karşı çıkan İslamcı akım içinde yer alanlar ya öldürüldüler ya hapishanelere atıldılar ya da yurtlarından sürüldüler. Bölgenin Türkiye tipi en laik yönetimi Habib Burgiba’nın Tunusu idi; Tunus diktasını ve totalitarizminin yıkılmasında en büyük rolü İslamcı Nahda oynadı, bugün de Tunus’ta olan darbeye başında Gannuşi’nin bulunduğu Nahda karşı çıkmaktadır.
Daha dehşet verici olanı Faşizm ve Komünizmin milyonlarca insana yaşattığı acılardı. Her iki totaliter rejimi geriden besleyen akılcılığa dönüşmüş akıl, bilimciliğe dönüşmüş bilimdi. Her iki totaliter rejim aklın ve bilimin bir yorumuna dayanıyor, kendilerini akıl ve bilimle meşrulaştırıyorlardı. Halen itibarlarını korumaya devam eden Darwin, Nietzsche ve Heiddeger’in faşizmin teşekkülündeki felsefi katkılarını kim inkâr edebilir. Sorumuz şu: Faşist ve komünist yönetimlerin teşekkülünde akıl, bilim, felsefe istismar edildiyse, suçu akıl, bilim ve felsefede mi arayacağız?
Arayabiliriz, ama sorunun kaynağını yanlış yerde aramış oluruz. 1923-1950 arası tek parti yönetimi, otoriter karakterini fikri/ideolojik kaynağını din-karşıtı laiklikten alıyordu ve bugün Mümtaz’er Türköne’nin “başka çıkış yok” dediği laiklik ne Irak, Suriye ve Tunus’ta ne de tekparti dönemi Türkiye’sinde korunması gereken temel hak ve özgürlükleri korumadı.
Eğer bu doğruysa sorunu başka yerde aramamız lazım.
İnsanda, insanın doğasında dini, Şeriat’ı, aklı, bilimi, felsefeyi, laikliği istismar eden bir şey var. O şey nedir? Bu soru üzerinde odaklanmalıyız. (alibulac.ne./14 Ekim 2021.)
Notlar
1.Allah’ın cömert ihsanı ile Nisan’ın yirmi üçüncü cuma günü, cuma namazından sonra Ankara’da Büyük Millet Meclisi açılacaktır.
Temsil Heyeti adına Mustafa Kemal”
Murat Bardakçı, Habertürk, 23 Nisan 2016
Kaynak: Farklı Bakış