İnsanları oldukları gibi, içinde bulundukları gerçeklik içinde, kabullenmekte zorlanıyoruz. Bu durum farklı kimliklerden tedirgin olduğumuzu gösteriyor. Gerçek şu ki, Türkiye’de her ideolojinin ötekine ilişkin bir türlü aşamadığı derin korkuları var. Cumhuriyet modernleşmesi boyunca devletin tehlikeli olarak gördüğü öteki kimlikleri hep var olmuştur. Kemalist modernleşmecilere göre dönem dönem, irtica, milliyetçilik, muhafazakarlık, sosyalizm, liberalizm vatan hainliği olarak algılanmıştır. Bu noktada iki korku ise sürekliliği açısından diğerlerinden öne çıkmıştır. Bunlar Kürt kimliğinden doğacak talepler ve dini taleplerdir. Aslında bu korku iklimi bütün ideolojiler için geçerlidir. Asıl sorun Anadolu çoğulculuğundan, üniter, merkezi bir ulus kimliği yaratma çabasıyla ortaya çıkmıştır. Sonuçta ortaya kapı komşusunun ülkeyi yıkacağı korkusu oluşmuştur.
Cumhuriyet modernleşmesi din alanında resmi görüş olarak Sünnilik ve Hanefiliği tercih etmiştir. DİB, 1924 yılından itibaren devletin resmi görüşünü yansıtan bir kurum olarak günümüze kadar kesintisiz bu yol üzerinde faaliyet göstermeye devam ediyor.
Öte yandan DİB’nın kurulduğu 1924’ten itibaren bu kurumun laikliğe uygun olup olmadığı hiç tartışılmamış olması da, laikliğin Türkiye’ye özgü bir uygulama olduğunu gösteriyor.
Öte yandan devlet dinin kendine özgü bir yorumunu benimsemiştir. Bu noktada devletin terbiye edilmiş bir Sünnilik ve Hanefiliği neden kabul ettiği sosyolojik olarak analiz edilmelidir. İran Şii düşüncesine Anadolu Alevilerinin sempatisi, Kürtlerin ise Şafi olması bu tercihte etkili olmuştur. O yüzden devlet üniter ulus devlet formunu benimsediği için Şafi ve Aleviliği dışlamıştır. Ne Atatürk döneminde ne de daha sonra DİB’nın bu yapısı değişmemiştir. Sonuç olarak devletin tercihi Sünni, Hanefi ve Türk şeklinde olmuştur.
Daha derindeki sorun ise, tarih, sosyoloji toplum değişmesi, buna karşılık ideolojinin sabit kalmasıdır. Böylece devlet, resmi ideolojiye karşı olarak kodladığı en masum istekleri bile bölücülük olarak görmüştür. Uzun yıllar başörtüsü ve Kürtçe eğitimin Atatürk ilkelerine aykırı görülerek reddedilmesinin altında, Kemalizm’in tarih görüşünün evrensel olduğu ve asla değişmeyeceğine dair inanç vardır. Bu yüzden Kemalizm’e dönük en küçük eleştiri sert karşılık görüyor.
Türkiye siyasetinde Kemalizm’in baskın ağırlığı, diğer siyasi anlayışların genetiğini de bozuyor. Böyle ortaya Sol Kemalizm, Muhafazakar Kemalizm, İslamcı Kemalizm, Liberal Kemalizm gibi düşünceler çıkıyor. Böylece Sol, Muhafazakar, İslamcılık ve Liberalizm kendini Kemalizm ile sınırlandıran birer ideolojiye dönüşüyor.
Yaşanan din ve kurumlaşmış din üzerinden yapılan eleştiriler dikkate değerdir. Kabul edilemez olan, yaşanan ve kurumlaşmış olan sorunlu dindarlık üzerinden dinin hedef tahtasına konulmasıdır.
Müslüman aydınlar, yaşanan sorunlu dindarlığı eleştirirken, Kur’an ve Hz. Peygamberin örnek yaşantısının ortaya koyduğu ahlaki değerleri öneriyorlar. Esasen Müslüman aydınları; modernist, ulusalcı, sosyalist, muhafazakar ve milliyetçi anlayıştan ayıran da budur.
Dindar halkın laiklik, milliyetçilik, modernlik, Kemalizm, cumhuriyet gibi kavramlara olan ilişkisi yaşadığı pratik üzerinden şekilleniyor. Bu konuda ise belirleyici pratik özellikle Tek Parti Dönemidir. Dindar halkın laiklik denince din düşmanlığını anlaması laiklik adı altındaki pratik uygulama ile ilgilidir. Laiklik adı altında ezanın Türkçe okunmasını dayatır, kadınların başörtüsü talebini Kemalizm’e aykırı gördüğünüzde dindarların bu kavramlara pozitif bakması mümkün değildir. Öyle görülüyor ki, laiklik, devletin inançlar karşısında nötr kalıp, bir inanç grubunun diğeri üzerine baslı kurmasını önlemek şeklinde değil, dine karşı ikinci bir din projesi gibi işlev görmüştür.
Türkiye’deki tarih anlatılarının altında da ideolojik karşıtlık vardır. Kemalistlerin Mustafa Kemal, Dindar Muhafazakarların II. Abdülhamid’e yükledikleri anlam aynıdır. Değişen yöntem değil, ideolojik anlayıştır. Devletin kutsallığı ve önderin seçilmişliği ve üstün nitelikleri ise değişmez ilkedir. Bu değişimde hangi figürü ileri süreceğini ise sahip olduğunuz paradigma ile ilgilidir. Paradigmayı değiştirdiğinizde bütün değerlendirmeleriniz de değişecektir.
Türk modernleşmesinin mimarı Mustafa Reşit Paşa, mühendisi Mustafa Kemal Paşa, müteahhidi ise Mustafa İsmet İnönü’dür. Değişmez ilke merkezin ve onu tahkim edenin kut sahibi şef olduğudur. İç ve dış düşman retoriği, Türk siyasal tarihinin en kullanışlı sloganıdır. Bu retorik merkezi tahkim etmek için kullanılır.
Türk siyasal aklı iktidar sahibini Tanrı tarafından ‘kut’sanmış üstün bir kişilik olarak betimler. Orta Asya’dan gelen otoriterlik ile İslam alaşımlanarak ve tabi ki, iktidar sahibine kutsallık atfederek bugünkü siyasal algımız oluşmuştur. Bu anlamda II. Abdülhamid, Mustafa Kemal ve Erdoğan aynı siyasal anlayışın yansımalarıdır. Orhun Abideleri, Yusuf Has Hacib’in Kutadgu Bilig, Nizamülmülk’ün Siyasetname, Kınalızade’nin Ahlaki Alai, adlı eserleri Türk siyasal aklının temel parametrelerini ortaya koyar. “Kadim Türk şeflik rejimine göre şef/ han/kağan/ hakan ‘ yeryüzünün hükümdarı’ olarak düşünülmüş ve ‘ göğün yeryüzündeki temsilcisi’ olarak ‘ Tanrı gibi’ addedilmiştir. Taht ve sahibi şef sadece ilahi takdire ve Tanrıya hesap vermeye açık kılınıp tüm eylemleri öteki dünyaya havale edilmiştir. Töre, gelenek, adet, yasa, hukuk, adalet ve teamüller gibi diğer hesap verme ilkeleri bu siyasal sistemde şefin iradesine tabi kılınmıştır.”( Halis Çetin, Türk Şeflik Rejimi, Episteme yayınları, s: 27)
Orta Asya’dan gelen otoriter Türk şeflik sistemi, İslam ile tanıştıktan sonra meşruiyet kaynaklarından biri de dinin otoriter yorumu olmuştur. “2000 yıldır farklı formlarda tebaruüz eden Türk ‘kabile’ devlet /asabiyet ‘geçmişinin’ özünü oluşturan ‘lidere /şefe tapınma dini’, iktidarın mülkiyeti ile mülkiyetin iktidarını alaşımlayan patrimonyal kabile nizamı, iktidar ile meşruiyeti özdeşleştiren nizam-ı alem ütopyası ve alem-i nizam ideolojisi, devletin şefi ülkesi ve milletiyle/kabilesiyle bölünmez bütünlüğü yasası, devletin ve devletluların egemenliğinin/ vasiliğinin bekası için her şeyi meşru mübah gören hikmet-i hükümet hükmü ve tüm bunların kut, kült, MİT ve rit ile kutsanıp mutlaklaştırarak süreklilik hukukuna dönüştürülmesi gibi kadim geleneklerin özüne ve tözüne hiç dokunmadan iki asırdır ulaşmak istediği muasır medeniyetler seviyesi adına sadece form özellikli dönüşümler üretebilmiştir.” ( Halis Çetin, Türk Şeflik Rejimi Üç Mustafa Paşa Mirası, Episteme Yayınları, sayfa 1)
Böyle bir anlayış içerisinden üretilecek devlet dindarlığı özgürlük değil, otoritelere itaat şeklinde temellendirilecektir.
Müslüman zihin, tanık olduğu her savaşta ve çatışmada, hak ve hukuk ihlaline maruz kalan mağdurların, madunların, zulme uğrayanların yanında olmalıdır. Zalimin ve madunun etnik ve dini kimliği önemli değildir.
Türkiye’de uygulandığı şekliyle laikliğin ulusal bütünleşmenin sağlayıcı bir fonksiyon üretmediği görülmektedir. Bunun en önemli nedeni, dinin insana yüklediği yükümlülüklerle devletin yüklediği yükümlülükler arasındaki farklılaşmadır. Öte yandan erken cumhuriyet döneminde inanca baskı şeklinde uygulanan laiklik, müslüman halkın gözünde dinsizlik olarak yorumlamıştır. Cumhuriyetin modern elitleri, dine, yeni kurulan cumhuriyeti destekleyici bir işlev yüklenmişlerdir. İşte 1924 yılında kurulan Diyanet İşleri Başkanlığının işlevi tam olarak budur. Ak parti dönemi devlet ile din arasında yaşanan tarihsel gerilimi büyük ölçüde bitirmiş, ancak başka sorunlara kaynaklık etmiştir. Diyanetin meal konusundaki tavrı, doğası gereği sivil olan ilmi faaliyetleri siyasetin ve devletin eline vermek gibi bir olumsuzluğu ortaya çıkarmıştır. Devlet ve siyaset karşısında özerk olması gereken ilmi, devletin eline vererek, onu temsil eden bir kurumun hakem rolü oynaması elbette sorunlu bir yaklaşımdır. Buradan çıkacak anlayış İslam değil, resmi dindir. Resmi dinin toplum üzerinde zulüm üretme potansiyelinin yüksek olduğunu tarihsel tecrübe yeterince göstermektedir.
Bundan dolayı, siyasal iktidarlar nasıl değerlendirişe değerlendirsin, şimdi Filistinli olma zamanıdır. Politik merkezlerden ve İslam ülkelerinin doğrudan ya da dolaylı olarak İsrail’le ilişki içinde bulunan iktidarlarından fazla bir beklenti içine girmemek gerekiyor. Yapılacak olan küresel bir vicdan yaratmak için çaba harcamaktır.
Kaynak: farklı bakış