15 TEMMUZ DESTANI insanlığa armağan olsun!…
Daha 10 yaşında hiçbir şey bilmez iken anne babaları tarafından teslim edildiler ağabeylere, ablalara. O abi ve ablalar da aynı yollardan geçmişti 3-5 sene önce.
Anne-babalar çok mutluydu; çocukları güvenli ellerdeydi artık. Toplumun tüm olumsuzluklarına karşın ahlaklı, dindar bir grubun himayesinde okuyup bu ülkeye faydalı iyi bir insan olacaklardı…
Dershanelere gönderildiler daha iyi okulları kazanabilsinler diye. Haftanın bir iki gününde “ev”lerde yatılı kalmaya başladılar sonra. Çocuklarımızda olumlu değişiklikler görmeye başladık kısa sürede; dinden imandan bahsetmeye başladılar, bizi bile yetersiz buldular kısa süre içinde.
"Hocaefendi"nin vaazları çok etkiliyordu çocukları. Sonra kitaplarını okumaya başladılar. Gazeteye, dergiye abone yaptılar büyüklerini. Burs, kurban, deri istediler dost, komşu ve akrabalarından.
Herkes bu çocukların hızlı değişiminden memnundu. Akranları zararlı alışkanlıkların pençesine düşerken bu çocuklar bir farklıydı; namazlarını bile aksatmıyordu.
Bir kısmı üniversiteyi kazandılar değişik şehirlerde sonra… Hiç endişe etmedik oğullarımızın, kızlarımızın geleceğinden. Abiler, ablalar; gidecekleri uzak şehirlerin otogarlarında karşılayıp, güvenli yurtlara, evlere yerleştiriyorlardı çocuklarımızı.
Sonra, yavaş yavaş aileden kopmaya başladılar, daha az gelmeye başladılar kendi evlerine. Yaz tatillerinde bile kamplarda kalıyor, “okuma”lar yapıyorlardı. Yine de memnundu büyükler; “Kötü yollara” düşmemişti ya çocukları, olsundu.
Ertesi yıl görevli olarak çıktılar karşımıza; artık "ev abisi"-"ablası" olmuşlardı; ne kadar mutluluk vericiydi.... Bazıları hızla yükseliyordu, üç evden, beş evden sorumluydular. "Büyük ağabeyler"le, "işadamları""yla, "amirler"le oturup kalkıyorlardı artık.
Mezun olur olmaz "iş"leri garantiydi neredeyse; en iyi yerler kendilerini bekliyordu.
Yurtdışına gidecekler vardı bir de; bu “dava”nın, “önden giden atlılar”a, “adanmış ruhlar”a ihtiyacı vardı. Ana-babanın rızası olmasa da gitmeliydiler, gittiler de.
Evlilik vakti gelenler kendilerine denk abilerle, ablalarla “ev”lendirildiler.
Anne-babalar, artık çocuklarının kendilerine ait olmadığını anlamaya başladılar ama, “geç”ti artık. Onlar bir "kutsal davanın neferleri"ydi, gelen emirleri harfiyen uygulayan. Biricik çocukları devşirilmiş, kendilerinden koparılmıştı. Onlar kendilerinin değil “hizmet”in çocuklarıydı artık.
Çocuklar büyükleri gibi düşünmüyordu oysa; onlar artık çocuk değil “hizmet erleri”ydiler.
“Ergenekon Düzeni”nin hakim olduğu dönemde, devlete sızıp kötülerin yerine iyilerin hakim olması hedefiyle gayret gösterdiler senelerce. Bu "sızıntı"nın hileli yollarla gerçekleşmesine o zamanlar ‘hoşgörü’ ile bakıldı çoğumuz tarafından. “Savaş hileden ibaretti” sonuçtan.
Sonra, devleti yönetenlerin kimliği değişti; “bizden” olanlar yönetmeye başladı. Daha önceki “sızıntı”ların yönlendirmesiyle,
“Ergenekon” kadroları, “Balyoz”, “Askeri Casusluk” gibi davalarla “temizlendi”. Davalara konu olan az sayıda suçlunun yanında binlerce suçsuz insan ordu ve emniyetteki sızıntı kadroların komplo ve kumpas ön hazırlığı, yargıdaki kadroların da hukuki kararlarıyla hapislere doldurulup devletin temel kurumları teslim alındı. Genelkurmay Başkanı yaka paça götürülürken sesini duyurmaya çalışıyordu “terör örgütü lideri” sıfatıyla.
Yüzlerce kitap yazıldı "kumpas"lar hakkında; kimse ciddiye alıp okumadı bile. Onlarca "pişman","itirafçı" konuşmak istedi; muhatap bulamadı senelerce. Devletin savcıları, kalın kalın dosyalar hazırladı; sümen altı edildi. Bir belge, bir bilgiye ulaşan gazeteciler susturuldu; değişik yöntemlerle infaz edildi “çok şey bilenler”
.Ama bu süreçte toplumun neredeyse çoğu "üç maymun"ları oynadı; görmedi, duymadı, konuşmadı haksızlıklar karşısında; dilsiz şeytanlar oldu. “Ey iman edenler, Allah için hakkı ayakta tutanlar ve adaletle şahitlik yapanlar olunuz. Bir kavme olan kininiz, sizi adaletsizliğe sevk etmesin. Adaletli olun, çünkü o, takvaya daha yakındır. Allah´tan korkun. Şüphesiz Allah, yaptıklarınızdan haberdardır” ayeti kimsenin vicdanını harekete geçirmedi.
Amerika’da tasarlanan Taraf gazetesinin kurgusu o kadar sevildi ki, şu an en ateşli FETÖ düşmanları ilk abonesiydiler o gün. Sabahtan akşama ‘Ergenekon Haberleri’yle yatıp kalkan muhafazakar halkımız Samanyolu Haber’in Kemal GÜLEN’ini evlat edinmişti neredeyse.
Bu arada, Türkçe Olimpiyatları tüm ülkeyi kasıp kavurur, bayram sevinciyle stadyumlarda izlenirken, devletin tepesinden çağrı yapılıyordu Amerikalara; “Hocam, artık dönme vakti geldi!” diye. Tüm ülkede bir mutluluk sarhoşluğu vardı…
"Cemaat"ten görünmek bir ayrıcalık vesilesiydi. Bütün kapılar o sihirli kelimeyle açılıyordu… İşadamları, siyasetçiler, sanatçılar, futbolcular o karede görünmek için Pensilvanya’lara kadar gidip bağlılık pozları veriyordu; tabi pek de ucuz değildi bu kareye girmenin bedeli: Bolca himmet, bolca bağış, bolca çek, senet vardı imzalanan
Büyüklerimiz bu samimi çağrılarını yapadursun; herkesi hipnotize edenler nihai hedefe ulaşmak için bir engeli daha aşmaları gerektiğinin bilincindeydiler. Tayyip Erdoğan’ın aklıyla hareket eden siyaset kurumu da yanlış yoldaydı. Dünya düzeniyle kavga edilmezdi. Amerika ve Avrupa’yla kavga ederek, üçüncü dünya ülkeleriyle işbirliği yaparak ülke yönetilmezdi. Hele hele Birleşmiş Milletler kürsüsünden “dünyanın 5’ten büyük olduğunu” yüzlerine haykırmak da neydi öyle?
Misak-ı Milli sınırlarını aşıp Osmanlı’nın izini sürmek, arının kovanına çomak sokmaktı. Dünya otoritesiyle kavga ederek bir yere varılmazdı. İlla da bir şey yapacaksak onlarla eşgüdüm ve hoşgörü ikliminde olmalıydı bu işler. Nitekim, Hizmet Hareketi tüm dünyada zaten yapıyordu bunu. Kendi Yeni Dünya Düzenini tasarlamak, kendi istihbaratını kurmak, kendi silahını üretmek… Dünyanın haritasıyla oynamak, kaynakların bölüşüldüğü masada sandalye istemek de neydi? Bu hırçın yönetim ülkeye zarar veriyor, bizi dünyada yalnızlaştırıyordu.
Yapılacak olan yapılmalıydı. MİT Müsteşarını tutuklama girişimi, Gezi Kalkışması, MİT Tırları Operasyonu, 17-25 Aralık Kumpasıyla sonuç alamadıkları gibi Emniyet ve Yargıdaki kadroları da büyük oranda tasfiye edilmişti. Ordudaki kadrolar da Ağustos Şurası’nda atılacaklardı. Uluslararası güçlerin de onayı ve desteğiyle 15 Temmuz’da düğmeye basıldı ve tanklar şehirlere indi.
Ama hesap edilmeyen bir şey daha vardı: Millet de çıktı aynı anda meydana… Tanklar ele geçirilirken içinden çıkan çocuklar bizim “iyi çocuklarımız”dı ne yazık ki. Kötü yola düşmesin, arsız-hırsız olmasın diye kendi ellerimizle teslim ettiğimiz çocuklarımız, üniformaları çıkarılıp üryan kalınca, rüyadan uyandılar, biz büyükler gibi.
Yıllarca iyi insan yetiştiren öğretmenler, ellerinden yetki belgeleri alınınca; savcılar, hakimler, emniyet müdürleri tıkılınca nezarethanelere… Lanet okudular bazıları, kendilerini bu yola iten anne-babalarına, devletin büyüklerine.
Yıllarca alkışlanarak yükseldikleri zirveden aşağılara düşerken, aslında en mağdurların kendileri olduğunu haykırmak istediler ama seslerini duyan olmazdı bu saatten sonra. Artık onlar evlatlıktan reddedilen “VATAN HAİNİ"ydiler !!!
Devleti yönetenler, “Yine kandırıldık, millet bizi affetsin” diyerek işin içinden sıyrılırken “kandırılan”çocuklarımızı yeniden kazanmak, onları bu “kötü yol”dan kurtarmak da bize düşüyor yine. Onlar yine de bizim evlatlarımız.
Tevbe etmelerine fırsat vermez de “vatan haini” etiketiyle sokağa itersek, onlara sahip çıkacak çok sayıda “kötü adamlar” pusuda bekliyor.
Unutmayalım ki, ilk suçu biz işledik… Çocuklarımızı “MANKURT”laştıranlar zorla almadılar bizlerden; kendi ellerimizle teslim ettik; “Eti senin, kemiği de senin” diyerek!!!
Ne diyordu Hz. İsa; “zina suçu”nu işlemiş, recmedilmeyi bekleyen kadının çevresinde ellerindeki taşı atmak için sabırsızlıkla bekleyen kızgın kalabalığa;
“İlk taşı, hayatında hiç günah işlemeyen kişi atsın!” …
Hadi kolay gelsin; iyi RECM'ler !!!
*)Darbenin ateşi sönmeye başladığı günlerde; “Hırsızınki tamam da, onun hiç mi suçu yoktu?” sorusu üzerinden ev sahibinin kusurlarının da hatırlatıldığı yazı: (Özgün İrade Dergisi/Eylül 2016)