2013 yılında başlatılan “Çözüm Süreci”nin sona ermesine gerekçe gösterilen Rojava’daki Kürtlerin kazanımları, devletin “Terörsüz Türkiye” şeklinde adlandırdığı çözüm süreci için de bir tehdit mi yoksa bir fırsat mı?
İktidar, Öcalan’ın “PKK’nın silah bırakıp kendisini feshetmesi” çağrısının SDG’yi de kapsadığını iddia ederken Kürt tarafı Rojava’yı süreçten bağımsız konumlandırıyor.
Bu kapsamda geçen hafta sürecin mimarı Bahçeli, “YPG çağrıdan muaf değildir, Öcalan YPG’yi de kapsadığını belirten yeni bir açıklama yapmalıdır” şeklindeki söylemine karşı İmralı Heyeti üyesi Pervin Buldan, Öcalan’ın Rojava için “kırmızı çizgimdir” dediğini açıkladı.
Bu açıklamalar süreci zorlu bir viraja soksa da aklıselimin galip gelip sürecin doğru bir noktaya evrileceği hususundaki umudumu korumak istiyorum.
İktidarın bu tavrı, Kürt sorununu çözme yerine Kürtleri silahsızlandırma çabası olarak algılanıyor ki, bunda haklılık payı var. Bu da iktidarın Kürt sorununu çözme ve demokratikleşme gibi bir adım atmayacağı kanaatini destekler nitelikte.
Türkiye Kürt sorununu kalıcı bir şekilde çözmek istiyorsa Rojava konusunda beklentilerini revize etmek zorundadır. Kürt kazanımlarını tehdit olarak algılamaktan vazgeçmelidir. Bunu bir fırsat olarak değerlendirip yeni bir ilişki biçimi geliştirmelidir. Zira Türkiye’nin bugüne kadarki beklentileri karşılanmadı, karşılanamaz da. Çünkü gerçekçi değil, sahadaki gerçeklikle ve pratikle uyumlu değil.
Öcalan’ın gidin silahlarınızı HTŞ’ye teslim edin deme beklentisi de gerçekçi değildir. Öcalan Kürtlerin mücadele tarihini, sosyolojisini iyi analiz etme kapasitesine sahip birisidir.
IŞİD’e karşı büyük bedel ödemiş bir yapı, silahlarını birçok katliama imza atmış HTŞ’ye teslim etmez.
Henüz yeni anayasa yazılmamışken, Kürtlerin yeni anayasadaki konumları belirlenmeden ve Kürtlerin talepleri anayasal güvenceyle garanti altına alınmadan silah bırakmaları beklenmemeli. Kaldı ki, Cengiz Çandar Medyascop’a yaptığı açıklamada, 27 Şubat’ta Abdullah Öcalan çağrı yaptıktan sonra, PKK’nın feshinden de birkaç gün önce diyor ki; “Suriye’de anayasada yeriniz belli olmadan silah bırakmak yok.”
Suriye’de daha bir devlet yok, nizami bir ordu yok. HTŞ içinde onlarca örgütün militanları var. Şam bu örgüt militanlarınca yönetiliyor.
Süveyda’da yaşananlardan sonra nasıl ki ABD yeniden ademi merkeziyetçi yapı görüşüne rücu ettiyse, iktidarın da Suriye’yi yeniden analiz etme mecburiyeti var.
Kürtlerin ulusal ve demokratik haklarını talep etmelerini emperyalistlerin bir oyunu gibi değerlendirmek, hakkaniyetle bağdaşmadığı gibi Kürt sosyolojisini de hiç tanımamak demektir.
HTŞ yönetiminin Alevilere ve Dürzilere yönelik katliamlarının, Kürtlere yönelik de bir tehdit oluşturduğu aşikâr.
PYD’nin Türkiye için tehdit algısı Kürtleri de tehdit olarak algılamayı doğuruyor. Suriye’de Kürtleri karşısına alan bir Türkiye, Orta Doğu’da belirleyici aktör olamaz, Türkiye’deki süreci de inkıtaya uğratır.
Başlangıçta ABD’nin Suriye Özel Temsilcisi Tom Barack “Tek Ordu, Tek Millet, Tek Devlet” gibi anlaşılmaz bir söylem geliştirirken – ki, bu Türkiye’nin pozisyonuna yakındı – zamanla bunun Suriye sahasında karşılık bulmayacağını anladı ve tutumunu revize ederek ’federasyona yakın bir çözümden’ söz ederek federal yapıya yeşil ışık yaktı. PYD bizim müttefikimizdir dedi.
Ayrıca HTŞ’nin gerek düşünsel olarak ve gerekse yapısı itibarıyla Suriye’yi yönetme kapasitesinin olmadığını da test etmiş oldu. HTŞ ile Kürtler, Aleviler ve Dürziler arasında zihniyet farkı giderilemeyecek derecede büyük.
HTŞ radikal selefi bir düşünceye sahipken Kürtler, Dürziler ve Aleviler seküler bir dünya görüşüne sahip.
HTŞ’ye sınırsız destek veren Türkiye, SDG’nin varlığını tehdit olarak algılayıp operasyon tehdidinde bulunması, Suriye’de çözümü zorlaştırıyor. Örneğin, HTŞ’nin Paris görüşmelerine katılmasına mani olunması, 10 Mart mutabakatını zora soktu.
Türkiye’de barış görüşmeleri devam ederken Suriye Kürtlerini HTŞ ile birlikte savaşla tehdit etmek, HTŞ’yi eğitip donatmak barış çabalarını anlamsızlaştırıyor. Eğitilmiş bir HTŞ Kürtler dışında kime karşı savaşabilir? İsrail sürekli Suriye’nin bir bölgesini bombalıyor, Şara’yı hırpalıyor. Bir bölümünü işgal altında tutuyor. Şara yönetimi bırakın kendini savunmayı bir kınama mesajı bile yayınlayamıyor.
Ayrıca Suriye’de Türkiye’nin yanı sıra, ABD ve Fransa da belirleyici önemli birer aktör. Rusya’nın da Suriye denklemine yavaş yavaş dahil olduğunu görüyoruz. Bir başka husus, Türkiye’nin tahayyül ettiği Suriye ile İsrail’in inşa etmek istediği Suriye örtüşmüyor. Batı İsrail Suriye’sine daha yakın.
Dışişleri Bakanı Hakan Fidan Colani’yle Şam terasında kahve içtiği gibi Haseke’de Mazlum Abdi ile de bir çay içseydi, muhtemelen bugün Suriye çok farklı noktada olurdu. Ve barış süreci farklı boyutlara ulaşırdı. Bizler de çok farklı şeyler konuşuyor olurduk.
Her platformda dillendirilen bin yıllık kardeşlik söylemi Azerbaycan (Azeriler Aryan kökenli bir halktır) için geliştirilen ilişki biçimini, Suriye Kürtleri için de geliştirmeyi gerekli kılıyor. Suriye Kürtleri de yüz yıl önce Osmanlı Devleti’nin vatandaşları idi. Osmanlı kimliğini taşıyorlardı.
Son olarak Milli Dayanışma, Kardeşlik ve Demokrasi Komisyonu’nun da dinlemeleri bitirip -ki çok önemliydi- çözümün önceliklerini belirleyip hukuki gereklilikleri tespit edip TBMM’ye sunması önem arz etmektedir.
Yasal düzenlemeler yapıldıktan sonra PKK mensuplarının toplumsal yaşama entegrasyonu sağlanmalıdır. Ve hemen akabinde çatışmayı doğuran nedenleri ortadan kaldıracak düzenlemelerin yapılması barışı kalıcılaştıracaktır.
Ve unutulmamalıdır ki, barış salt silahların susması değil, hukuk devletinin inşası, eşit vatandaşlık, özgürlük ve en önemlisi demokratikleşmedir.
Kaynak: h24hbr.com