Cemaat ve örgüt olgusu..
Cemaat, cem olunmaktan, bir araya gelinmekten mütevellit olup; maddi ve manevi alanda, o yapıyı oluşturan insanların, kendi aralarında dayanışmasını sağlayan yapıya denir.
Örgüt, ise, büyük oranda modern anlayış içerisinde, müntesiplerinin bir arada bulunması ve dayanışmasından ziyade, belli bir yapının ideoloji kisvesini kuşanıp, belli bir toplumu yönetme istidadı gösteren/göstermeye çalışan siyasi yapıları işaret eder.
Normal şartlarda, her ikisinde de aynı şeyler bulunacak olsa da, birisinin maddi ve manevi anlamda salt dayanışma, kaynaşma ve “yok olmadan” bir arada bulunma refleksi söz konusu iken, diğerinde ise, sayı çok ta önemli olmayıp, hatta dar bir kadro eliyle belli bir toplumu yönetme, işleri yürütme, sevk ve idare etme istidadı daha ağır basar.
Cemaat olup ta, yine cemaat vasfını şekilsel ve anlam açısından yok saymadan, o da meşru bir şekilde siyasi harekete dönüşen yapıların yanında, bir de –temeli cemaat olgusuna dayanıyor mu, değil mi; belli olmaksızın--cemaat iken, bazı mülahazalarla, hem de meşru yol ve yöntemle itibar etmeden kendilerini siyasi bir yapı olarak görüp, öyle bir havaya girip muhalefette ve iktidarda olan partilerin içerisine sızarak, kendi mülevves emellerinin peşinde olan yapılarda (cemaat) var olagelmiştir.
Bunlara en bariz şekilde, kendisini “Hizmet Hareketi” olarak vasıflandıran Fethullahçıların, işi darbe girişimine kadar vardıran malum yapı örnek olarak verilebilir.
Bu girişten sonra, biz konumuzu ele alabiliriz:
Ortaçağ boyunca kilisenin ‘kesinlikli’ hâkimiyeti sonrasında oluşan Rönesans, aydınlanma, Fransız ihtilali ve sanayi devrimi sonucuna bağlı olarak Batı’da insanlar modernizm'in marifetiyle salt maddi kümeler ve ulus olgusu içerisinde yeniden şekillenmeye tabi tutulmuş, din hayatın çeperine itilmiş ve kilisenin içerisine hapsedilmiş olup niteliğini kaybeden Hıristiyan cemaatler de bu hemgâme de ya salt baskı altına alınmış ya da oluşan seküler algıya binaen toplumsal hafızadan silinmişti..
Batı’da olduğu üzere bizde de cemaat olgusuna farklı anlamlar yüklenmiş, işin esprisi olan hayatın bizzat kendisi sayılması gereken din/İslam es geçilmiş Müslüman toplumun önü kesilmeye çalışılmıştı. Buna bağlı olarak ta klasik bir tarzda süren din-devlet ilişkisi farklılaşmıştı.
Din-devlet ilişkisi, genel olarak Müslüman kitle ve buna bağlı uygun bir tarzda “tarikat-cemaat–’örgüt" bağlamında süregelen ilişkiler, devlet, daha açıkçası modern rejim açısından tamamen farklılaşmış olup ve bu olgu iki süreç içerisinde rejimsel değişikliklerle, ama modern paradigmalar korunarak karşımıza çıkmış bulunmaktadır.
İlk rejim…
Sahi “Yeni Rejim” bugünleri görmüş ve olabilecekleri de öngörmüş olabilir miydi?
Bu olumsuz ve tehlikeli eylemde, -cumhuriyet rejimi tarafından desteklenmiyor olsalardı bile- insanlık ve Müslümanlar açısından olumlu tarafı hiçbir zaman varit olmayan saltanatçı düşünce ve pratiğe karşı, Kur’anî kıstaslarla olaya bakıldığında şura ve meşveret temeline dayalı, daha sonra ise, giderek meşrutiyetçi temele dayalı demokratik bir düşünceyi önceleyen İslamcı yapıya karşı olumsuz bir duruş sergilenmişti..
O dönedeki duruma banzer bir durumu, 28 Şubat Sürecinde milletin değerlerini oligarşiye ve dünyaya karşı ‘milletin savunan adamı’ olarak sayılan merhum Necmettin Erbakan önderliğinde Milli Görüş’ün iktidara gelme ve buna mukabil olarak Kemalist oligarşi tarafından devrilme olayında görmekteydik…(Tarih tekerrür ediyordu!)
Bu olaydan çıkaracağımız en önemli ders, sistemi sahiplenen oligarşik yapının amacı, kendileri gibi Batıcı ya da muhafazakâr tüm bileşenleriyle, ülkeyi, bulunduğu noktadan daha yükseğe çıkarmak bile olsa, İslamcı bir iktidar yerine, bizzat eski rejimin çıkarına da hizmet ettiği ve hizmet edeceği oranda FETÖ örneğinde olduğu gibi; İslam’ı ne kadar anladığı, anlamadığı ya da anlayamadığı mes’elesi onlar açısından önemli olmamakla birlikte, görünen o ki, “kendine Müslüman” bir kimliğe, ya da açıkçası bulanık bir kimliğe sahip birçok dinsel yapının(tarikat vb.) İslamcı düşünce, İslamcı yapı ve kadrolara nazaran öncelenmesi ve sistemin bekası için oy deposu olarak görülmesi ve öne çıkmaktaydı..
Böyle olduğundan dolayı; cemaatleri toplumun dinî anlam arayışını sağlama alma işini üzerine aldığını varsaydığını düşündüğümüz yeni rejimin, bugün içerisinde yaşadığımız kakafonik durumların oluşumunu, ta o günden beri görüp ‘kendince’ tedbirler aldığını bildiğimiz, ama buna rağmen cemaat olarak değil, fert bazında arkadaş topluluğu olarak yaşayan, okuyan, yazan ve mücadele eden–ör. Mehmed Âkif- İslamcı aydınların önünü sistemli bir şekilde kesilmeye çalışmıştı.
İşte yeni rejim o günlerden miras kalacak oranda bugünkü “hurafeci, mehdici, mesihçi” ve aslında vahy edilmiş dine/İslam’a karşı ‘İslam adı altında ‘uydurulmuş’ “öteki” dini ve onun vücut bulmuş olan anlayışını ‘şiddetle salık veren ve bunu da olamazsa olmaz olarak değerlendiren, günümüze3 bir nevi leviathanleştiğine şahit olduğumuz FETÖ özelinde olduğu üzere üyelerinin çokluğu bazında ‘ulusal ve küresel’ çerçevede mankurtlaşıp kendini var eden ulvi ve toplumsal değerleri hiçe sayıp ‘sahibinin sesi’ konumuna erişip(!) zombi türü varlıklara dönüşen cemaatler gerçeğine zemin hazırlamış olmuyor muydu?..
İlk rejimin, artık hangi saiklerden hareketle kendini meydana getirdiği çok açık bir şekilde ortada olmasının yanında, Osmanlı sonrası ‘ulusal’ birliği tesis bağlamında, din olgusu ve hakikatinden yola çıktığı ve dinî argümanları kullandığının yanında, saltanatçı sisteme karşı tüm çıplaklığıyla Kur’anî mantaliteyi öncelediği bilinen İslamcı kadroları tasfiye etmeye çalışmasına bakıldığında, işin esasının başka olduğu görülebilirdi artık…
Bu da, önceleri, ön plana çıkarılan ve dile pelesenk edilen o meşhur “akla ve mantığa uyumlu, ‘en son’ ve mükemmel din” anlayışının yerine yeniden hurafeci bir anlayışın geçmiş olması bir tesadüf müydü, yoksa var olan rejimin bir öngörüsü ya da var olan rejimi de aşacak oranda küresel bir senaryonun parçası mıydı?. Bu türden soruların esaslı cevap ya da cevaplarını bulduğumuzda iş kendiliğinden vuzuha kavuşacaktı.
Din ve cemaat açısından ilk rejimin olaya yaklaşımı 1920’ler den 2000’lere kadar ki süreçte laik karakteri bariz bir şekilde ön planda olan, ama bununla birlikte kendi meşruiyetlerini sağlama almada din olgusunu, din karşıtı olmalarına rağmen fütursuzca kullanan tüm siyasi partileri ve devlet bürokrasisini vb. kapsamaktadır.
İkinci Rejim…
Hizmet Hareketi, İslamcılığa karşı neden hep ön planda olmuştu?
İkinci rejim ise, laikliğe yaptığı vurgu ile birlikte, laik rejim ve avanesi hükmünde bulunan bilumum Kemalist, ulusalcı, solcu, liberal, ‘sağcı’ vb. çevreler açısından İslamcı olarak değerlendirilen, ama İslam’a yaptığı vurguya rağmen, yine modern paradigmal bir bakış açısıyla değerlendirdiğimizde ‘muhafazakâr’ kulvarda gördüğümüz AK Parti iktidarının –17/25 Aralık operasyonu ve 15 Temmuz darbe/işgal girişimi olmasaydı eğer- kurulu bulunan ilişkilerin boyutunun artacağını düşündüğümüz bir vasata karşılık geliyordu.
İkinci rejim, ‘eski adlandırma ile’ söylersek “Hizmet Hareketi” ne kapıları ardı ardına açmakta bir beis görmemişti, ama 15 Temmuz sonrası ise, sanki bu yapılıp edilenlerde kendisinin bir dahli yokmuşçasına ‘ortada bulunan’ yanlışı ve hatayı büyük oranda başka mahfillere buluyordu, ama süregelen tahkikatlar sonucunda yapılan ve yapılabileceklerden tamamen aklanabilecek miydi? Kısmen olsa da, büyük oranda bu aklanma işi uzun bir zaman dilimini kapsayacaktı!
2002 süreci ve iktidar – Hizmet Hareketi ilişkisi…
Ne istediniz de vermedik!
Kendi bağlamında ortaya iyi bir pratik koyan ve bu açıdan hem Batıyı etkileyip ve hem de ona yön verdiği görülen Endülüs pratiğinin ortadan kalktığı dönemden bu yana, İslam’ın kuşatıcılığının ve insanı aydınlatıcılığının, münevverleştirdiğinin, entelektüel kıldığının yanında Müslüman kitlelerin büyük oranda, bu gereğe rağmen, iletilen/ vahyedilen dinden, uydurulmuş dine ve onun literatürüne itibar etmesinin acı bir sonucu olarak Müslümanların genel anlamda, din ve onunla birlikte dünyadan ve su gibi akıp giden hayattan da bihaber olduğu anlaşılıyordu. O aydınlatıcı pratiğin yerine tevhidi gerçekliği şirke kurban eden, onun üzerini adeta bir parmak toz katmanıyla kaplayan ve kirleten bir vasatta oluşan ve sahih bilgi olgusunu kesintiye uğratan olaylar, olgular, şahıslar ve yapılar penceresinden bakıldığında, bu bulanık miras Osmanlı bağlamında adeta kutsal olarak ele alınmış; konumu gereği işin üzerine titreyen bir avuç ulema, âlim ve insan kümelerini istisna kıldığımızda genele teşmil etmede bir mahzur görmeyeceğimiz bir atalet dönemi içerisine girilmişti..
Bu vasat ta, kendi adımıza tasavvuf düşüncesini uygun görmeyecek olsak da, yanlışı ve doğrusuyla kendi özgül ağırlığından hareketle düşünsel ve ‘felsefi’ bağlamda bir yerlere iliştirdiğimiz tasavvufla ilişkilendiren, ama onun, yani tasavvufun entelektüel/ irfani tarafını değil de, hemen her işi karikatürize edecek oranda bayağılaştırdığı görülen bilumum tarikat yapılarının, cehaleti total olarak içselleştirdiği ve aynı zamanda da kimlikselleştirdiği görülmektedir..
Bu anlayışın bir nişanesi olarak çeşitli tarikatların yanında, ‘zamanının alt edilmesi gereken en temel meselesi’ konumunda bulunan materyalist/seküler anlayışa karşı ‘imanın korunması ve elde tutulmasını’ öngören Nurculuk hareketi içerisinde bulunan, ama daha sonra revizyonist bir şekilde o damardan kopan ve dönemin Kemalist rejimi tarafından Müslüman kitlenin önünün kesilmeye devam edilmesinde bir koçbaşı olarak kullanılan ve bilahare NATO konseptinde ‘Atlantikçi paktın’ İslam dünyasının ‘modern temelli kandırmaca usullerle’ sahte bir hürriyet içre esir edilmesinde önü açmada, iktidara gelen Amerikancı iktidarlarca da kullanılan ve kendini giderek ülkenin tek ve meşru sahibi konumunda görme eğilimine giren eski adlandırmayla “Hizmet Hareketi” 2002 den sonra AK Parti iktidarı ile birlikte iş tutmaya çalışmıştı…
Önceki sağcı, Amerikancı iktidarlar döneminde yaklaşık kırk küsur yıldır bürokraside, tevhid-i tedrisat’a rağmen bütün bir eğitim kurumunda; polis, ordu ve çeşitli ‘resmi’ birimlerde hile ve desiselerle kadrolaşan, daha sonra ekonomi sahasında, iş adamları çevresinde palazlanan bu mülevves yapı, ne yazık ki AK Parti iktidarında da, bir nevi ‘arz ve talep’ bağlamında kendisinden isteneni yerine getirmiş ve karşılığında, iktidardan alabildiğine daha fazla oranda nemalanmıştı..
Bu nemalanma her alanda olan bitenden ziyade 12 Eylül Anayasa referandumu döneminde HSYK içerisinde palazlanma sonucunda, bünyesine girip yıllarca kemirmeye çalıştığı iktidarla çeşitli konularda ters düşülünce, bu işi, bir fırsata çevirme suretiyle, vurulacak olan ilk ya da en son darbeyi vurmak için 17/25 Aralık’ta düzenlenen, ama ‘yasal kılıf’ la bir yolsuzluk operasyonu üzerinden polis ve adalet kurumu içerisindeki potansiyel gücün ve daha sonra da, ordu içerisindeki gücüyle 15 Temmuz’da bu işi Atlantikçilik adına düpedüz darbeye ve aslında bir işgale dönüştürmüştü..
*) Not: Bu, yazı, Özgün İrade Dergisi’nin, 2016 Ağustos sayısında yayınlanmış olup, ele alınıp yeniden düzenlenerek yayınlanmıştır.