Bugünkü yazımı, çok yakında okurla buluşacak olan eserim “Hakikatin İzinde: Düşüncenin İnşası” üzerine kaleme alıyorum. Bu yazı, bir tanıtım değil; bir niyetin, bir yükün, bir sızının ve bir mesuliyetin ifadesidir.
Bu kitap bir sızıdan, bir direnişten, bir çığlıktan, dertli bir sosyoloğun gezilerinden ve kaleminden çıktı.
Her kitap, bir kaygının veya bir arayışın mahsulüdür. Bu eser ise sadece bir fikir egzersizi değil; kalbimde yıllardır dinmeyen bir yaranın, zihnimde derinleşen bir arayışın ve vicdanımda büyüyen bir sorumluluğun kelimelere dökülmüş hâlidir.
Çünkü şuna inanıyorum:
Tevhid anlaşılmadan insan anlaşılmaz. İnsan anlaşılmadan toplum, toplum anlaşılmadan da medeniyet inşa edilemez.
Tevhid dışı her söylem, parçalanmışlığa mahkûmdur. Bu çağda yaşadığımız zihinsel dağınıklığın, inanç buhranının ve kimlik erozyonunun temelinde, tevhidî bakışın kaybedilmesi vardır. Allah'ın birliğine iman sadece bir kelimeyle değil, hayatla, düzenle, sosyal örgüyle, akılla ve kalple ispatlanmalıdır.
Zihnimizi, kalbimizi ve irademizi kuşatan modern putlar sekülerizm, bireycilik, liberalizm, materyalizm ve hedonizm bugün adeta ilahlaştırılmıştır.
Tıpkı Kur’an’da anlatıldığı gibi:
“Sen, heva ve hevesini kendisine ilah edineni gördün mü?”
(Câsiye, 23)
Bu sapma, yalnızca bir felsefî tartışma değil; aynı zamanda bir varoluş buhranıdır. Gördüm ki insanlar Allah’a iman ettiğini söylüyor ama “La ilahe illallah” demenin bedelinden kaçıyor. Çünkü insanlar henüz “La ilahe” dememişken, “illallah” demeye çalışıyor. Yani inkârın inşaya dönüştüğü o eşsiz kopuşu yaşamadan, yalnız Allah’a teslimiyet iddiasında bulunuyorlar.
Halbuki Tevhid, sadece söylenen değil, yaşanan bir kelimedir. Bu kelime; şirkten, zulümden, putlardan ve tüm sahte otoritelerden kopuşun adıdır. Bu yüzden Hz. Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmuştur:
“Kim samimi olarak ‘La ilahe illallah’ derse cennete girer.”
(Buhârî, 23; Müslim, 29)
Ancak bu samimiyet, kelimeyle değil, tavırla ve adanmışlıkla ortaya çıkar. Tevhid; evde, çarşıda, mecliste, kürsüde ve kalpte hüküm sürecek kadar derin bir inkılaptır. İşte bu kitap, “La ilahe illallah”ı sadece konuşulan değil, yaşanan bir hakikat olarak yeniden hatırlatmak için yazıldı.
Kalemimi alırken ilhamımı Seyyid Kutub’un Yoldaki İşaretler adlı eserinden aldım. O kitap sadece bir metin değil, bir kıyamın, bir sarsıntının ve bir çağrının kıvılcımıydı. O, sisteme değil, hakikate yaslandı. Şu sözleri hâlâ yankılanmaktadır:
“İslam, hayatın tamamını kuşatmadıkça, bir yönüyle de yaşanmış sayılmaz.”
Ben de bu kitapta, çağımızın sessizliğine bir ses, yılgınlığına bir direniş ve savrulmuşluğuna bir istikamet sunmak istedim. Çünkü hakikatin sesi kısılmışsa, batılın sesi yükselir. Ve çağımızda, hakkın sesi kısılmıştır. Artık bâtılın egemen olduğu sistemler normalleştirilmiş, hakikat ise yalnızlaştırılmıştır.
Bu kitap da tıpkı Yoldaki İşaretler gibi, çağın zihinsel ve ahlaki çoraklığına karşı bir pusula, bir yol haritası, bir uyarı feneri olma niyetiyle kaleme alındı.
“Öyle bir zaman gelecek ki, dinini yaşamak, elde kor hâlindeki ateşi tutmak gibi olacaktır.”
(Tirmizî, Fiten, 73)
İşte bu çağda kalem, kor bir ateşe dönüşmüştür. Bu yüzden yazmak, artık sadece yazmak değildir; direnmektir, uyandırmaktır, çağırmaktır.
İslam'ı yalnızca duygulara indirgeyen anlayış, onu akıldan ve hayattan kopardı. Bu kopuş, paralel din anlatıları, kişiselleşmiş mezhepler ve akademik soyutluklar doğurdu. Oysa akıl, kalp ve irade birlikte çalışmadıkça İslam, bütüncül yaşanamaz.
“Onlar yeryüzünde dolaşmadılar mı ki, kalpleri olsun da onunla düşünsünler veya kulakları olsun da onunla işitsinler. Gerçek şu ki, gözler kör olmaz; ancak göğüslerdeki kalpler kör olur.”
(Hac, 46)
Bu eser, yalnızca akla değil; kalbe ve vicdana da hitap eder. Çünkü düşünce yalnızca zihinde değil, iradede ve kalpte inşa edilir.
Ben bu kitabı, yalnızca bir fikir sunmak için değil, bir çağrı başlatmak için yazdım. Çünkü biliyorum ki hakikati bilen susarsa, bâtıl hüküm sürer. Ve biz susarsak, hakkın sesi daha da kısılır.
Ben bu kitabı:
Gençlerin zihninde bir kıvılcım,
Babaların yüreğinde bir sızı,
Annelerin duasında bir umut,
Toplumun kalbinde bir sarsıntı uyandırsın diye yazdım.
Bu kitap bir sonuç değil; bir başlangıçtır. Bu bir yürüyüştür ve yürüyüşümüz “Hakikatin izinde” olacaktır. Çünkü biz, sadece yaşamak için değil; diriltmek için yaşarız. Allah'ın emrini unutmayalım:
“Allah’ın ipine hep birlikte sımsıkı sarılın, ayrılığa düşmeyin.”
(Âl-i İmrân, 103)
Sefer bizden, zafer Allah’tandır.
Musa’nın asasını yere bırakmadıkça Firavunlaşan sistemler yıkılmaz.
Bu kitap da çağımızın sahte tanrılarına karşı bırakılmış bir tefekkür asasıdır.
Ve bu asayı yere bırakıyorum...
Dilerim ki bu eser, hakikate susamış yüreklerde bir diriliş tohumu olur.
“Ve de ki: Hak geldi, bâtıl yok olup gitti. Şüphesiz bâtıl yok olmaya mahkûmdur.”
(İsrâ, 81)
Hakikatin izinde yürüyenler, asla kaybolmazlar...
Engin Gültekin
Eğitimci-Yazar-Sosyolog