Sait ALİOĞLU

Tarih: 12.07.2025 14:56

Bir mücadele Fiskaya’da başladı Casené’de (Şıkefta Cesené) nihayete erdi…

Facebook Twitter Linked-in

Kürt halkının her açıdan varlığının inkârı Osmanlı modernleşmesi süreciyle başladı, İttihad ve Terakki’nin tekçiliği doğuran politikaları ile doruğa ulaştı ve neredeyse cumhuriyet döneminin büyük bölümünde devan etti. Bir tercihe binaen, Türk olmayan halklardan ziyade Kürtlerin “insani ve fıtrî” olan talepleri kabul görmeyip o halk, tüm değerleriyle adeta bir kalemde yok sayıldı, üzeri çizildi.

Bu yok sayılmaya karşı, Demokrat Parti’nin, “Yeter Söz Milletindir” sloganını maksadın hasıl olması açısından ele alacak olursak, bu tür ifadelerin, konu bağlamında bir anlamının olduğu söylenebilir. O dönemde, az da olsa, bu tür çıkışlar, rejimin, Kürtlerin kendilerini yok etme politikasına karşı nefes alma olarak da değerlendirilebilir.

Kısacası, altmışlardan sonra, küllî varlıkları yürürlükteki rejim tarafından ontolojik temelde yok sayılan, varlığı –hakları ile birlikte- kabul görmeyen Küt halkının, çeşitli alanlarda varlık mücadelesi içerisinde olduğu bilinmektedir. Dönemin sağcı, millici partilerinde yer alıp siyaset yapmaları, ülke sathında, dinî ağırlıklı cemaatlerin oluşumunda ve yürütülmesinde varlık göstermeleri bu meyanda zikredilebilir.

Kendi ontolojik varlığını rejim baskısından dolayı dışarıda bırakmak zorunda kalan, o yok sayılan, inkâr edilen varlığının kabul görmesi için meşruiyet uğraşısı içerinde olan ve Müslümanlık saikiyle de dönemin havasını soluyan muhafazakâr Kürtlerin, vermiş oldukları bu mücadele; bir silsile içerisinde bugünlere kadar gelebildi.

Bu durum, anlayış ve hareket tarzı, bunca acıya rağmen, her şeyden ziyade, sosyal ve siyasal açıdan kendini İslam’la bağlantılı olarak gören türüne özgü “Türk sağı” içerisinde konumlandırmış bulunan “Kürt sağı” olarak tesmiye edilebilir.

Yine, türüne özgü Kürt sağını, orayı oluşturan kişilerin bir nevi sığınağı olarak değerlendirdiğimizde, aynen türüne özgü Türk sağı cenahında olduğu üzere, bu yapının, bir şekilde İslam’la hemhal olduğu izlenimi elde edilebilir.

O süreçte “arızî olarak” oluştuğu bilinen bu iki sağın ortak noktalarından birisinin ve belki de en önemli dayanağının Sünnilik içerinde varlık gösteren Nakşibendilik olduğu görülecektir.

Velhasıl muhafazakâr Kürt cenahı, Türk sağı ile birlikte hareket etmişti.

***

Kürt soluna gelince; belki de “bize özgü” bir temeli bulunan solcu birliktelik bağlamında Türk solu içerisinde kendini konumlandırmıştı.

Türk solunun, kahir ekseriyetinin ideolojik açıdan Kemalist olduğunu düşündüğümüzde, Kemalist olmayanların sayısı, olanlara nispeten düşüktür. Öyle ki, bu durumu bir motto olarak düşündüğümüzde, adeta insanın “Türk solunun görüp göreceği yegane çizgi, Kemalizm’den başkası değildir.” diyesi geliyor.

Ciddi anlamda, başlangıcında Türk solu içerisinde bulunan İbrahim Kaaypakkaya ve çevresinin, itiraz anlamında Kemalizm üzerinden Türk soluna karşı çıkışının, PKK tarafından ciddi anlamda dile getirilmediğini söyleyebiliriz.

Esas konumuz bu olmamakla birlikte, bu etkinin üzerine düşünmek gerekir.

İşte, altmış darbesinin akabinde oluşturulan, içerik ve yararlanma açısından büyük oranla laik-sol kesimin ilgilendiği, ona bakarak örgütlenme durumunun oluşumuna yasal zeminler sağladığı bilinen altmış iki anayasasının sunmuş olduğu imkânlarla sol, kendine, ihtilal yapabilecek kadar hemen her alanda yer bulup alan açmaya başlamıştı. 

Bu atmosfer içerisinde hareket eden solun, daha sonraki süreçlerde başta ideolojik temelli ayrışması, daha sonra, Türk solu içerisinde yapılanmış bulunan Kürt solunun, bağımsız sosyalist bir Kürt devleti kurma düşüncesine binaen yeni bir durum otaya çıkmış oldu.

Bu meyanda, Türk solundan ayrılan solcu Kürt gençlerinin, gerek bağımsız bir Kürt devleri kurma düşünceleri ve gerekse de kapitalist ilişki ağının bulunmadığı bir coğrafyada toplumsal bazda mücadele etmelerine bakıldığında, bu yapıların 78’lere gelindiğinde, sahayı PKK’ye bıraktıkları görülecektir.

Gerçi, birçok kişi için, PKK’nin kuruluşunda derin devlet etkisi söz konusu olduğunun bilindiği, dile getirildiği halde, yapısal anlamda bugünlere gelemeyen o örgütlerin “en azından” bir kısmının da, derin devletle bir bağı olduğu, olabileceği şüphesi, her zaman var olagelmiştir.

Bu durum salt sol için, Türk ya da Kürt solu için düşünülmekle birlikte,  hemen her ideolojik çevre içinde söylenebilir.

PKK, bir Ankara yapı mıydı, derin devlet işi miydi; bunlar yeri geldiğinde ele alınacak konular olmakla birlikte, o dönem bağımsızlık düşüncesi ile birlikte, devlet bürokrasisi içersinde yer alan sol tarafından Türkiye bütünlüğünde gerçekleştirilen Batlılaşma-modernleşme ameliyesinin belki de PKK eliyle Kürt coğrafyasında devreye sokulmuş idi.

İş şahsen öyle görünüyor.

Keza, Hilafetin ilgası sonrasında, salt İslam’a uygun bağımsız bir Kürt devleti söylemine baskın çıkacak olan, Kürtlerin “Müslüman” Türklerle birlikte hareket etmeleri, “devlet tarafından” Kemalizm’e yük getirebileceği kaygısıyla, başlatılan imha ve tenkillerin sonucunda, o ‘yük’e binaen, Kürt coğrafyasına Kemalist karakterli jakoben modernleş/tiril/me politikalarının kesintiye uğradığı bilinmektedir.

Bu ameliyeye, ancak altmış ihtilali sonrasında, o da Altmış İki anayasasının sağladığı imkânlardan genelde laik, sol ve özelde de Kürt solu tarafından yararlanılmasına binaen, sol anlayışa ve sosyalist Kürt hareketi tarafından el atılabilmişti.

İşte, PKK’nin, birisine hatta çoğunluğa göre, Kürtleri modernleştirme politikaları akamete uğrayan Kemalist karakterli devlet adına hareket ettiği savı ile yine bağımsız olup sosyalist karakterli bir devlet kurma düşünce ve mücadelesinin yanında, Öcalan’ın 1999’da yakalandığında “Türk devleti için çalışmaya hazırım” meyanında sözleri dikkate alındığında, “perşembenin gelişi çarşambadan bellidir” fehvasınca ele alındığında, PKK’nin “ileri bir tarihte” silah bırakabileceği düşülmüş olmalıydı.

Bunun belirtileri, Öcalan’ın, kendi özgün beyanları dikkate alındığında, ta doksanlarda, o da soğuk savaş konseptinin değişimi üzerine “gecikmiş olan “reel sosyalizmin miadını doldurduğu”na dair beyanı dikkate alındığında, PKK’nin Kürtlerin modernleş(tiril)me siyasetinin; hem Kürtlerin geleceği açısından ve hem de devletin bu siyaseti “bundan böyle muhafazakâr kalıplarla” devam ettirme istidadı dikkate alındığında, devam edeceğe benziyor.

Zaten, PKK’nin, eğer yasal düzenlemeler yapılır ve zemin hazır hale getirilir ise, onu  yasal zeminde, o çok vurguladığı “demokratik karakterde” ve ona uygun bir toplum oluşturma düşünce ve çabasıyla DEM Parti etiketiyle siyaset yapacağı şimdiden öngörülebilir.

…ve buna binaen, bağımsızlık düşünce ve mücadelesinin ise, bir daha gündeme gelmemek üzere unutulacağı öngörülebilir.

Biz, şahsen öyle düşünüyoruz.

PKK’nin baştan beri hangi amacı güttüğüne de dikkat çekerek, modernleştirme politikaları ile bağımsız bir devlet kurma düşüncesinin söz konusu olduğu dönemde de, ülke, bölge ve dünya konjönktürü, şimdikinden olgu ve içerik açısından az çok farklılık göstermiş olsa da, ortam, bağımsız bir devlet kurmaya pek mümkün görünmüyordu.

Bunu, herkesten önce Öcalan’ın, o sözde derinlikli öngörüsü ve okumalarından elde ettiği bilgiler açısından bilinmeliydi.

O durum Öcalan tarafından bilinmişti mutlaka, ama içerisine adım atılan yolun insan geriye döndürmez hali ile şahıs ve örgüt olarak üzerine almış olduğu modernleştirme politikaları, reel sosyalizmin çöküşünün görülmüş olmasına rağmen, ona pek imkân vermemişti denilebilir.

Reel sosyalizm çökmüştü, bu bir. İkincisi ise, bir üyesi olduğumuz “modern Türkiye toplumunun, o da kapitalizmin itkisiyle refah toplumu olma yolunda çabaların büyük bir kısmının savaşa harcanan milyonlarca liranın heba edilmesini önlemeye yönelik olarak uygulanması gerekli görülen ekonomik politikaları kendini hissettirmesi ve üçün olarak en önemlisi de, Suriye’de Baas diktatörlüğünün yıkılmasının getirmiş olduğu bölgesel zemin değişimi ve işin en önemlisi olan İsrail’in Gazze’ye saldırısı üzerinden bölge dengelerini Siyonizm adına değiştirme politikaları; “içeriyi tahkim etme politikaları (Bahçeli-Erdoğan) ile buna bağlı olarak Suriye’nin düşmesi sonucunda, direniş cephesi realitesinin yok olması/edilmesi de PKK’yi barışa ve akabinde silah bırakmaya sevk etmişti.

Bahçeli’nin, 1 Ekim 2024’te başlattığı ve DEM Parti ile Öcalan’ın (İmralı), Kandil’in de başlatılan bu sürece destek vermesi ile süreç bugünlere, sembolikte kalsa, silahlara veda edilmesi, yeni bir süreci işaret etmektedir.

Silahların yakıldığı yerin, hem Kürtler, hem de o dönem güney Kürtlerine kendi bağımsızlıkları adına destek verdiği bilinen Ankara (Türkiye) açısından sembolik ve manevi bir anlamı var.

Bu, şunu göstermektedir; ister ayrı ayrı bağımsız olsunlar, ister bir arada bulunsunlar; Türklerle Kürtlerin kaderi aynı olup kader birliğini sürdürmek, ilişkilerini her alanda eşit halklar ve bir arada yaşama şartıyla elde tutmak zorundalar.

Bu, Malazgirt’ten bu yana böyle gelmiş, böyle de gideceği öngörülebilir.

O zaman, çıkış sebebi her neyse, PKK’nin Fiskaya’da oluşan ve başlayan/başlatılan mücadelesi, Cesené mağarasında (Şıkefta Cesené) sona ermiş oldu.

Her ikbalin bir zevali vardı.

Rabbim zevalimizi hayrellesin. 

 

İnşaallah bundan sonraki yazımızda, yüz yıllık düğümün Bahçeli saikiyle çözülmesinin kodlarını irdelemeye çalışacağız.


Orjinal Köşe Yazısına Git
— KÖŞE YAZISI SONU —