Geçenlerde bir vesileyle kulağıma çalınan bu mısra, içimde derin bir yankı uyandırdı. Çünkü biliyorum ki insanın içinden yükselen bu mısra, sadece bir dervişin iç sesi değil; her çağda, her toplumda, hakikati söyleme sorumluluğunu hisseden herkesin yüreğinden kopup gelen bir çığlıktır. Yunus burada bize, çok yalın ama çok derin bir ikilem sunar: Susup baş ağrısız ama ot gibi yaşamak mı, yoksa konuşup içeride diri kalmak mı?
İnsanın önüne bazen öyle anlar gelir ki, söz artık sadece ses değildir; vicdanın nefesi hâline gelir. O nefesi kestiğinizde, bedenen yaşamaya devam edebilirsiniz ama içinizdeki insan yavaş yavaş ölür.
“Söyleme” derler…
Söyleme ki başına iş gelmesin.
Söyleme ki düzen bozulmasın.
Söyleme ki konumun, rahatın, menfaatin sarsılmasın…
Peki ya insanın asıl değeri, tam da o “söyleme” denilen yerde doğruyu söyleme cesaretinde saklıysa?
Yunus’un “Ben söylemeyince ölürüm” demesi, bir meydan okuma olduğu kadar bir itiraftır da:
“Benim varlık sebebim hakikati dile getirmektir; sustuğumda ben, ben olmaktan çıkarım.”
“Özgürlüğün en büyük engeli hâlinden memnun kölelerdir” ifadesi, işte bu noktada Yunus’un sözünü çağrıştırıyor. Çünkü:
– Bir yanda konuşma sorumluluğunu hisseden vicdan var,
– Öte yanda ise “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın” anlayışıyla adaletsizliği, zorbalığı, haksızlığı “kader” diye kabul eden suskun kalabalıklar…
İnsanı yalnızca zorbalık köleleştirmez; korku, alışkanlık, menfaat ve konfor da onu görünmez zincirlerle bağlar. Sonra o zincire alışan insan, kendini “hâlinden memnun köle” olarak bulur.
Yunus’un itirazı da bunadır.
Hakikat, söylenmediği yerde ölür; hakikati söylemeyen insan da kendi içinde eksilir, küçülür, insanlığını kaybeder.
İnanç sahibi olmak, sadece belli ritüelleri yerine getirmek değildir; aynı zamanda hakikate sadakat demektir. Sadakatin en ağır imtihanı da çoğu zaman sözün bedeli üzerinden olur.
Yalanın, ikiyüzlülüğün, suskunluğun normalleştiği yerde, mazlumun sesi kısılır, güçlünün zulmü büyür.
İşte bu yüzden, hakikati bilenin susması, bilmeyenin yanılmasından daha ağır bir vebaldir.
Yunus’un mısraında saklı soru aslında şudur:
“Ben hakikati bilirken, sırf başıma iş gelmesin diye susarsam, bu hayat benim için ne kadar anlamlıdır?”
Elbette “söylemek”ten kasıt, rastgele bağırmak değildir.
Hakikati söylemenin de mutlaka bir adabı, bir ölçüsü vardır. Hakikati söylemek, bir üstünlük gösterisi de değildir; kendini de içine alan bir muhasebe çağrısıdır.
“Söyleme” diyenler çağında “söylemek”…
Bugünün dünyasında da “söyleme” diyen sesler çok güçlü:
“Sorgulama.”
“Sistem böyle, değiştiremezsin.”
“İşine bak, gerisine karışma.”
Bazen bu sesler dışarıdan gelir; bazen de insanın kendi içinden yükselir: korku, yorgunluk, yılgınlık…
Tam da burada Yunus’un mısrası yeniden ışık tutar:
“Behey Yunus, söyleme derler /
Ya ben öleyim mi söylemeyince.”
Bu, sadece bir dervişin veya şairin isyanı değil, insanın kendine sadık kalma çabasıdır. Çünkü insan, vicdanını susturdukça, dışarıda yaşar görünse de içeriden tükenir.
Söylemek, anlamlı bir hayatın bedelidir.
Söylemeyince yaşadığın hayat, senin için gerçekten hayat mıdır?
Sen yanmazsan, ben yanmazsam; bu karanlık nasıl aydınlanacak?

