Kürt sorunu: çözerse “devlet” çözer’
Sorundan çözüme doğru tespitler...
Türkiye’nin, 12 Eylül askeri darbesi sonrasında; o darbenin izlerinin silinmesi düşünülürken, yine askeri vesayet altına alınmasıyla “en karanlık yıllar” olarak hafızalarda yer eden doksanlarda, Kürt sorununun varlığı kendini, olmadığı oranda hissettirirken, PKK’nin de işi azıya aldığı ve var olan sorunun çözülemez bir noktaya ulaştığı bilinmektedir.
Var olan sorunun yok sayılma düşüncesi, başta, dönemin askeriyesi ile onların dikte ettiği çizgiye itiraz etmeyen/edemeyen dönemin hükümet yöneticileri ile milliyetçi/ulusalcı çevrelerin, elde tutulan inkâr politikaları, sorunu yok saymak adına çetin bir imhaya dönüşmüştü.
PKK’nin de, kendisine rehber edindiği reel sosyalizmin, büyük oranda küresel ölçekte yara ve darbe almasına rağmen, onun izlerini takip ederek yol almaya çalışması ve bu arada “devlet tarafının” elde tuttuğu imha siyaseti bir araya geldiğinde; bu sorunun çözülemeyecek olduğu kanıksanmaya başlanmıştı. Bu “karanlık yıllar” içerisinde, meydana gelen olayların önemli bir bölümünün Kürt sorunuyla direkt bir ilişkisinin olduğu ilgilisince bilinmektedir. Örnek vermek gerekirse, faili meçhul cinayetler tek başına çok şeyi açıklar mahiyettedir.
İnkâr politikaları, ele alınıp incelendiğinde, aslında bu politikaların Kürt halkının varlığının kabul edildiği, ama bunun istenmediği düşünüldüğünden dolayı, kabulün reddi adına imha politikaları; o güne dek olmadığı oranda vücuda gelmişti.
Bu arada, kendilerini devlet yerine koyan sivil, siyasi ve askeri güçlerin sürdürdüğü inkâr ve imha politikaları sonucunda, birçok alanda olduğu oranda en büyük imhanın ekonomi alanında olduğu düşünüldüğünde “sessiz kitlenin” Kürt sorunundan ziyade, bu alanda oluşturduğu yıkıma bakıldığında, bu kitlenin yeni bir iktidarın oluşmasını arzuladığı izahtan varestedir.
Zira büyük çoğunluk için ekonomi alanındaki vahim durum yani “giderek yoksullaşmak” çok şeyden önemli olarak düşünüldüğünden dolayı, yeni bir iktidarın oluşması arzulanmış sayılırdı.
O süreci bilenler bilir; dönemin Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in, kendisinin gözetiminde yapılan bir Bakanlar Kurulu toplantısında anayasa kitapçığını dönemin Başbakanı olan Bülent Ecevit’e doğru fırlatmasıyla meydana gelen 2001 krizi; bir açıdan, o dönem yönetimde bulunan ulusalcı Kemalist sol ile sağcı-milliyetçi siyasi çemberin kırılmasına sebebiyet vermişti. Yan, o siyasi cenah/lar artık ülke ve toplum için umut olmaktan çıkmış ve haliyle devlet’i de zora sokmuş idi.
Devletin kendini yeniden yapılandırması için, tabiri caizse bir gençlik aşısına ihtiyaç hissedilmişti.
Bu aşının, bir açıdan Özal’ın seksenlerde uyguladığı üzere, Milli Görüş’ten ayrılan ve kendilerini “Yenilikçiler” olarak lanse eden ve batıdan da destek aldığı bilinen, daha sonra AK Parti olarak resmileşen muhafazakâr demokratlar, iktidara gelir gelmez; geçmişte ihmal edilen birçok konuda olduğu üzere Kürt sorununa el atmış ve var olan sorunu çözmeyi düşündüğünü kayıt altına alarak belirtmişti.
Erdoğan, 2005’te dönemin Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı Osman Baydemir’in şahsında Diyarbakır’a Başbakan sıfatıyla yapmış olduğu ziyaret vesilesiyle, sorunun çözümüne atıf yapıp “Kürt sorunu benim sorunumdur” diyerek, iktidar olarak konuya el attıklarını belirtmişti.
Burada, “aklın yolu birdir” fehvasınca düşündüğümüzde ve devletin var olan bir sorunu çözme istidadını dikkate aldığımızda, çoğu kamuoyuna açıklanmayacak olsa da, devler/iktidar ve İmralı arasında belli düzeylerde görüşmeler ve toplantılar yapıldığı; ileriki dönelmede bizlere zahir olcaktı!
Bu durumu, gerek PKK’nin etkisiz tabanı ile iktidarın etkisiz tabanına kolay, kolay kabul ettiremezseniz dahi, her iki güce yönelik ulusalcı refleksle karşı çıkmayı marifet sayan toplumsal ve siyasi çevrelerin itirazlarından da olsa, İmralı/Kandil ve iktidar arasında görüşmelerin ve toplantıların yapılmış olduğu açıklık kazanacaktır.
Düşündüğümüz üzere, yapıldığı tahmin edilen görüşme ve toplantılara bakıldığında, 2013’teki ilk çözüm sürecine etki eden, Paris’te üç PKK’li “bayan” yetkiliye karşı işlenen ve halen “kim tarafından yapıldığı açıklışa kavuşmayan” siyasi cinayet sonrasında çözüme yakın olduğumuz söz konusu olmuştu. Bu olay sonrasında, iki yıl içerisinde (2013-2025) birçok adım atılmış yedi coğrafi bölgeyi içeren, alanında uzmanlar tarafından oluşturulan “Akil İnsanlar Heyeti” sıcağı sıcağına işe koyulmuşlardı.
Bu oluşan heyetlerde yer alan, ama siyasi ve özellikle de Kürt gerçeği/sorunu hususunda pek bir bilgisi bulunmayan, apolitik zevatında yer alması bazı hoşnutsuzluklara yol açmış olsa da, heyetler, halkla ilişki kurarak, sorunun çözümüne toplumun tüm renklerini dahil etmek için çalışmışlardı.
Süreç, var olan eksiğine, gediğine rağmen düşe kalka devam ederken, “devlet içerisinde yapılanma yoluna giden” PDY/FETÖ’nün kışkırtmasıyla PKK tarafından Ceylanpınar’da iki polisi katletmeleri sonucunda süreç kesintiye uğramış ve çözüm süreci derin dondurucuya konulmuş oldu.
İşin çözümüne yönelik olarak ateşkes ilan eden PKK, bir açıdan bu süreci dikkate almadan, iktidara yakın durucu poz verdiği halde, onu yıkmaya çalışan FETÖ ile birlikte hareket ederek samimi olmadığını ortaya koymuştu.
(Bu arada şunu da ‘parantez içi’ belirtelim; Öcalan, 27 Şubat 2025’te yapmış olduğu açıklamada, reel sosyalizmin geçerliliğini yitirdiğini, doksanlı yıllarda, bu işin artık sonlanması gerektiğini söylemesine ve bu “gerçeği” bildiğini anlatmış olmasına rağmen, hareket olarak silahı neden şimdi bırakma kararı aldılar?” diye sormak gerekir. Bu sorunun cevabını, bu yazının ikinci kısmında arayacağız inş.)
Parantez içerisinde ele aldığımız konuya atfen, Kürt sorunun çözümüne yönelik çabalara bakıldığında; bir yanda iktidar cenahını, diğer yanda ise Öcalan’ın görmekteydik. Öcalan, zaman zaman konuya dair bir şeyler söylerken, iktidar cenahında da cılız söylemler söz konusuydu.
MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin, 1 Ekim 2024’te mecliste yapmış olduğu açıklamalar, başta her ne kadar Erdoğan, AK Parti çevresi ile iktidarda pek bir karşılık bulmadığı ve bu çağrın sönümleneceği düşüncesine bakılacak olsa da, var olan sorunun bugünlere kadar gelmeden çözülmesi gerekirdi. Ama süreçte Erdoğan’da konuyu kendi gündemine alıp bunu iktidar tarafından da sahiplenilmesini sağlamış oldu.
Buna bağlı olarak beka konusu yerine “Terörsüz Türkiye” söylemi, PKK’yi, de silah bırakmaya mecbur etmiş oldu. Bu böyle olunca, başta MHP olmak üzere AK Parti ile iktidara belediyelere baskın üzerinden mesafeli olan ve ona itiraz eden CHP’nin de (başta Özgür Özel ve Ekrem İmamoğlu) bu sürece sahip çıktığı ifadeleri ile PKK ile anılan DEM Parti’nin de sunduğu/sunacağı/sunması gereken katkıların sonuçlarını ileride görmüş olacağız.
NOT: Gelecek yazıda, barış sürecinin yol haritasını ve ivedilikle ele alınması gereken konuları ele almayı düşünüyoruz.