Geçmişle bağ kurmak, yalnızca bir tarih merakı değil; kimliğini, yönünü ve inançla örülmüş medeniyetini anlamaktır. Son dönemlerde kimi çevrelerde Osmanlıya yönelik eleştiriler, sadece bir tarih tartışmasının ötesinde, aslında bir kimlik mücadelesine dönüşmüştür. Osmanlı söz konusu olduğunda, mesele artık sadece geçmişi konuşmak değildir; bugün neye, kime ve hangi değerlere ait olduğumuzu da sorgulamaktır. Ne yazık ki bazıları, Osmanlıyı küçültmeyi çağdaşlık sanmakta, medeniyetin birikimini inkâr ederek ilericilik taslamaktadır. Oysa siz Osmanlıya giydirince, biz tarihimize, kültürümüze, ruh köklerimize biraz daha sıkı sarılıyoruz.
Siz Osmanlıya giydirince, biz sadece bir devleti değil, bir medeniyet bilincini, bir inanç tutarlılığını, bir ahlak sistemini savunuyoruz. Çünkü Osmanlı, kılıçla kurulmuş ama adaletle ayakta kalmış bir medeniyetin adıdır. Siz küçültmeye kalktıkça, o medeniyetin hakikatleri tarih sayfalarından yeniden doğruluyor; biz ise her hatırlayışta biraz daha büyüyoruz. Osmanlıyı yargılayanların çoğu, onun inşa ettiği o yüksek ruhu anlayamayanlardır. Zira Osmanlıyı anlamak için sadece tarih bilmek yetmez; o tarihin içindeki insanın niyetini, duasını, adalet kaygısını da bilmek gerekir.
Bugün Osmanlıya yöneltilen eleştirilerin çoğu, aslında bir “kimlik boşluğu”nun dışavurumudur. Köklerinden kopan zihin, geçmişine saldırarak kendine yeni bir yön bulmaya çalışır. Oysa köksüzlük, hiçbir ağacı büyütmez. Siz Osmanlıya giydirince, biz bu toprakların hafızasında büyümüş bir bilincin çocukları olarak, dedelerimizin inşa ettiği medeniyetin vakarını savunmaya devam ediyoruz. Bizim için Osmanlı, bir saltanatın değil, bir hikmetin adıdır; bir hükümranlığın değil, bir imanın temsilidir. Siz her ne kadar küçültmeye çalışsanız da o hikmetli inşa, hâlâ bu toprakların ruhunda yaşamaktadır.
Bazı çevreler, Osmanlıyı eleştirerek aslında kendilerince bir “aydınlanma” iddiasında bulunuyor. Onlara göre Osmanlı, çağın gerisinde kalmış, yenilikten uzak bir devlettir. Oysa Osmanlı, çağının en ileri eğitim kurumlarını kurmuş, mimaride, tıpta, sosyal adalette çağını aşmış bir medeniyettir. Üstelik bunu Batı’nın taklidiyle değil, kendi özünden beslenerek başarmıştır. Siz Osmanlıya giydirince, biz o medeniyetin ilim aşkını, estetik anlayışını, insan merkezli düzenini hatırlıyoruz. Çünkü biliyoruz ki Osmanlı, sadece bir imparatorluk değil, imanla yoğrulmuş bir aklın ürünüdür.
Osmanlıyı küçümsemek, aslında kendi kimliğini küçümsemektir. Çünkü o miras, bugün hâlâ dilimizde, inancımızda, mimarimizde, musikimizde yaşamaktadır. Siz Osmanlıya giydirince, biz bir kez daha fark ediyoruz ki, tarihe sırt çevirmek, kendi kalbini inkâr etmektir. Tarih bir yük değil, yön tayinidir. Geçmişe küsmek, geleceği karartmaktır. Bizim “dün bilincimiz”, sadece mazinin romantizmi değildir; geçmişten güç alarak bugünü anlamlandırmak ve geleceği inşa etmektir. Bizim için tarih, övünmek için değil; ders almak, kök salmak, kendini bilmek içindir.
Eleştiriler çoğaldıkça, biz daha derin düşünmeye, daha sağlam durmaya mecbur hissediyoruz. Çünkü tarih, ideolojilerin kalıplarına sığmaz. Osmanlıyı sadece bir yönetim biçimiyle, bir padişahın adıyla anmak büyük bir indirgemedir. Oysa Osmanlı, bir insanlık tasavvurudur: “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın” diyen bir ahlâkın kurumsallaşmış hâlidir. Bu anlayış, bugünün dünyasında bile hâlâ ulaşılması zor bir zirvedir. Siz Osmanlıya giydirince, biz insanı merkeze alan bu medeniyet anlayışına yeniden dönmemiz gerektiğini hatırlıyoruz. Çünkü adalet, merhamet ve emanet bilinci olmadan hiçbir çağ medeniyet olamaz.
Kimi zaman “modernleşme” adına geçmişle hesaplaşanların, aslında neyle savaştıklarını kendilerinin de bilmediği görülür. Osmanlı’nın hatalarını konuşmak elbette mümkündür; hiçbir insan ve devlet kusursuz değildir. Fakat Osmanlıyı topyekûn reddetmek, bir suyun kaynağını kurutmaya benzer. Siz Osmanlı’ya giydirince, biz bu topraklarda hâlâ yankılanan bir dua sesini, bir sabah ezanını, bir hayır duasını işitiyoruz. Çünkü o ruh hâlâ yaşıyor; medreselerin ilim aşkında, tekkelerin huzurunda, ecdadın bıraktığı çeşmelerde, mezar taşlarında bile kendini hissettiriyor.
Necip Fazıl’ın o meşhur dizeleri burada bir hakikati dile getirir:
“Ey düşmanım, sen benim ifadem ve hızımsın;
Gündüz geceye muhtaç, bana da sen lazımsın…”
Evet, siz Osmanlıya giydirince, biz kendi yerimizi, yönümüzü daha iyi anlıyoruz. Çünkü bazen bir saldırı, bir uyanış vesilesi olur. Eleştiriler, bize kim olduğumuzu, nereden geldiğimizi ve nereye yürümemiz gerektiğini hatırlatır. Bizim tarih bilincimiz, inkârla değil, idrakle güçlenir. Siz Osmanlı’ya saldırdıkça biz direniriz; çünkü direniş, varoluşun şerefidir.
Osmanlıya saldırmak, aslında bu milletin mayasında bulunan “iman, adalet ve merhamet” üçlüsünü hedef almaktır. Fakat unutulmasın ki bu üç değer, tarih boyunca hiçbir fırtınadan etkilenmeden bugüne ulaşmıştır. Siz Osmanlıya giydirince, biz sadece geçmişe değil, bu üç değere sahip çıkıyoruz. Çünkü biliyoruz ki tarih, sadece “olan”ı anlatmaz; “olması gereken”i de öğretir. Ve biz o dersten sınıfta kalmayı değil, başarıyla geçmeyi hedefliyoruz.
Bugün yapılması gereken, geçmişle kavga etmek değil; o geçmişin içindeki hikmetleri bugüne taşımaktır. Osmanlının hatalarından ders almak da başarılarından ilham almak da aynı bilinçle mümkündür. Bu yüzden siz Osmanlıya giydirince, biz ne kör bir övgüye ne de kör bir eleştiriye sığınırız. Biz, hakkaniyetle, adaletle, basiretle bakarız tarihe. Çünkü Osmanlı, bizim için sadece geçmiş değil, aynı zamanda bir mesuliyet aynasıdır. O aynada kendimize bakar, yanlışlarımızı düzeltir, doğrularımıza tutunuruz.
Ve evet, siz Osmanlıya giydirince, biz tarihimizin şerefli yükünü omuzlarımızda daha sağlam hissederiz. Çünkü biliyoruz ki bu toprakların sesi, mazinin duasıyla bugüne taşınmıştır. Bizim için geçmiş, küllenmiş bir hatıra değil, yanan bir meşaledir. O meşale bize yön gösterir, karanlıkta kalmış vicdanlara ışık olur.
Son söz niyetine:
Osmanlı’ya saldıranlar, aslında kendi eksikliklerini örtmeye çalışıyor. Bizim görevimiz ise o saldırılara öfkeyle değil, bilinçle karşılık vermektir. Çünkü tarih, öfkeyle değil, adaletle anlaşılır. Siz Osmanlıya giydirince, biz vakarımızı koruruz; çünkü biliyoruz ki vakar, geçmişini inkâr etmeyenlerin ahlâkıdır. Bizim için Osmanlı, bir saltanat değil; bir ruh hâlidir. Ve o ruh, bu toprakların kalbinde yaşamaya devam edecektir.
“Ey düşmanım, sen benim ifadem ve hızımsın;
Gündüz geceye muhtaç, bana da sen lazımsın...”
Siz Osmanlıya giydirince, biz tarihle kavga etmeyi değil, tarih bilinciyle geleceği kurmayı seçiyoruz. Çünkü geçmişle barışık olanlar, geleceğe umutla yürür. Ve biz biliyoruz ki bu yürüyüş, sadece bir tarih savunusu değil, bir medeniyet nöbetidir.

