Aliya İzzetbegoviç’in meşhur sözü vardır:
“Aşk ve nefretle tarih yazılamaz.”
Bu cümle, sadece bir uyarı değil; aynı zamanda insanlık adına bir vicdan çağrısıdır...
Medeniyetlerin tarihi,
Taşın, toprağın, suyun, nebatatın ve hayvanatın tarihi...
İnsanın ve insanlığın tarihi...
Zamanın geçmişten bugüne, bugünden yarına akan hikâyesi...
Her çağda, önemli dönüm noktaları kayda geçmiş; kimi kalemle, kimi kılıçla...
Tarihi yazanlar olmuş, ama tarih bir yandan da onları yazmış.
Kimi kanla yazmış tarihi, kimi ihanetle...
Kimi hizmet ederek iz bırakmış, kimi zulmederek…
Bazısı gül dikmiş ardında, bazısı kan.
Ve biz şimdi, hem yazılanı okuyoruz hem de kendi satırlarımızı yazıyoruz.
Tarihi aşkla yazmaya çalışanlar ile nefretle yazmaya çalışanlar olmuş.
Aşkla yazanlar: “Bizimkiler hep haklı, hep iyi, hep kahraman, bizden ise ne yapsa meşrudur” (Körü körüne bağlılık)
Nefretle yazanlar ise: “Onlar hep kötü, hep zalim, hep şeytan, yok edilmesi gerekir.”
Aslında her iki yaklaşım da hakikatin önünde birer perdeye dönüşmekte.
Oysa tarih, ne bir övgü metnidir ne de bir nefret bildirisi. Tarih, insanlığın aynası ve insanlığın vicdanıdır.
Aşkla hareket edenin körlüğü masumca görülebilir ama o da bir nevi çelişkiler barındırır bünyesinde; öfke ile hareket edenin körlüğü ise hiddetlidir.
Ancak sonuç aynıdır: Hakikatin yitimi. Vicdan ve merhametin yok oluşu.
Bu yüzden tarih, ne duygusal sadakatle ne de intikam duygusuyla yazılabilir.
Gerçek tarihçilik; akılla, vicdanla ve adaletle geçmişe bakabilmeyi gerektirir. Aksi halde tarihler sadece tarafların sloganı olur, insanlığın ortak hafızası değil.
Tarih boyunca aşk ve öfke, hakikate perde olmuştur. Peki hakikat nedir?
Kur’an’da geçen “el-Hak” ismi, Allah’ın sıfatlarından biridir. Allah mutlak hakikatin sahibidir. İnsan ise bu hakikate ancak çaba, samimiyet ve adalet yoluyla yaklaşabilir. Nitekim Kur’an Kerim, bu sorumluluğu şöyle hatırlatır:
“Ey iman edenler! Allah için hakkı ayakta tutan, adaletle şahitlik eden kimseler olun.”
(Nisa, 135)
Bu ayet, hakikatin ancak adil bir bakış ve vicdan terazisiyle kavranabileceğini gösterir. Bunun için:
Kendi tarafının hatalarını görebilmek,
Düşmanına bile haksızlık etmemek,
Empati kurmak ama hakikati bozmamak gerekir.
Hakikat;
Öfkenin değil hikmetin dilini kullanır.
Kutuplaştırmaz, anlamaya çalışır.
Duygu sömürüsü değil, ahlaki duruş ile kendini gösterir.
Zira aşkın körlüğü de, nefretin öfkesi de:
Gerçekleri çarpıtır.
Düşünmeyi değil duygulanmayı yüceltir,
“Biz ve onlar” ayrımıyla toplumu böler,
Sadakati kutsar, adaleti gölgede bırakır.
Oysa hakikat, “Benim tarafım değil, doğru olan taraf galip gelsin” diyebilmektir.
İnsanlık tarihi boyunca yaşanan büyük kırılmalarda —
Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarında,
Devam eden soykırımlarda,
Filistin-İsrail çatışmasında,
Gazze soykırımında,
Suriye’nin kirli krizinde,
Yeryüzünde yaşayan milletler arasındaki çekişmelerde,
Birçok devletin ve imparatorluğun mirasında, yaşadığımız döneme dair tartışmalarda duygusal bakışlar hep gerçeği gölgelemiştir.
Aşk ile putlaştıranlar da, nefretle inkâr edenler de tarihe ihanet etmiştir.
Hakikat, ne sadece bilgiyle ne sadece niyetle kavranabilir.
Hakikat;
Adaletle,
Vicdanla,
Bilgi ve hikmetle,
Cesaretle,
İlimle,
İrfanla,
Merhametle yazılır.
Olması gereken de budur:
Ne aşkın körlüğü, ne nefretin öfkesi;
Sadece hakkın ve adaletin terazisi.