Yaz aylarının kavurucu sıcakları bir gerçeği daha tekrardan gözlerimizin önüne sermiş durumda…
Toplumsal yaşamın temel normlarını tehdit eden açıklıktan çıplaklığa bir evrim tüm hızı ile devam ediyor…
Mahremiyetlerin mahvoluşuna tanıklık ediyoruz…
Müstehcenlerin müstekreh ilişkileri ifsad ve iğfali derinleştiriyor.
Çıplaklık adeta değerlere karşı bir başkaldırı şeklinde seyrediyor…
Artık çıplaklık bir giyim biçimi olmaktan öte yeni bir hayat tarzı olarak empoze ediliyor…
Giyim şekli sadece bir bireysel tercihin ötesinde anlamlar içeriyor…
Hangi kültürel kulvarlarda gezineceğini, hangi siyasi mecralarda konumlanacağını, hangi ideolojik takıntılarla koşturacağını, hangi toplumsal tabularla oyalanacağını başkaları belirliyor…
Mesele sadece eteklerin kısalması, bedensel görünürlüğün öne çıkması değil… Değerlerin dumura uğraması ve başka dünyaların insanı olma meselesidir…
Çıplaklık yalnızca tenin açığa çıkması değil, fıtrata karşı başlatılan bir savaşın kalkış noktasıdır…
Çıplaklık kültürünün arka planlarına indiğimizde; parçalanan benliğin, dağılan bilincin, çürüyen ruhun olduğunu görebiliriz…
Bunu anlam boşalması, kimlik krizi, ahlak erozyonu takip edecektir…
Evet, giyim üzerinden gelen pervasızlığı, pespayeliği içeren yeni bir paradigma ile karşı karşıyayız…
Kimi gençler mahremiyeti aşılması gereken bir tabu olarak görüyorlar… Dün ayıplanan pozisyonlar bugün alkışlanıyor ve ödüllendiriliyor…
Bizden de alışmamız isteniyor… Nitekim toplumsal zeminimize baktığımızda yavaş yavaş halkın önce alıştığını, sonra içselleştirdiğini ve günün sonunda bu çürümenin savunucusu olduğunu görebiliyoruz…
Bugün bu çirkinliği benimseyenler yeni bir yaşam biçiminin kapısını aralamış oluyorlar…
Cinsel çılgınlıklar, fütursuz çıplaklıklar doludizgin başını alıp giderken derin yaralara neden oluyor… Dipten gelen bu dalga sınır tanımıyor…
Unuttuğumuz bir şey var; çıplaklık sadece bir kadın sorunu değil… Bir inanç sorunu, bir insanlık meselesidir…
Ahlaka, fıtrata yönelik sessiz bir darbedir…
İnsan onurunu hedef alan bir suikasttır…
Belki de uzun vadede toplumsal intiharın ipucudur…
Dahası, tüm bu çarpıklık ve kirlilikler “özgürlük”ler üzerinden pazarlanıyor…
Her türlü ölçüsüzlük, örtüsüzlük, yönsüzlük ve yüzsüzlük özgürlük ambalajı ile gençlerin beğenisine sunuluyor…
“Benim bedenim, benim kararım” savı her türlü savrulmanın sebebi oluveriyor…
“Seyrediliyorum o halde varım” varsayımı ile yok oluşun girdabına savruluyor insanımız…
Kifayetsiz kıyafetleri ile olgunlaşamayanlar, kendilerini başkalarının beğenisine sunuyorlar…
Kıyafet artık bedeni örtmekten ziyade kendini izlenilir hale getirmenin aksesuarına dönüştü…
Teşhir ile kendini tanımlama ve tanınır kılma felsefesi oluştu…
Evet, kıyafet artık kimliğe, kişiliğe, ahlaka, erdeme çağrışım yapmıyor…
Çıplaklığın hükümferma olduğu bir yerde kimlik hükümsüz demektir…
Çıplaklığın ilk kurbanı utanma duygusu oldu… Haya hayattan çekilince hüsran kaçınılmaz oldu…
Şimdi hazlar konuşuyor… Ayartılan nesiller, arzuların esiri…
Beterin beteri ise; tepkisizlik, teşhircileri cesaretlendiriyor…
Cesur (!) kızlar çıplaklıkta sınır tanımıyor…
Ahlaksızlık kanıksanıyor, namussuzluk normalleşiyor…
Toplumun iffet duvarı çöktükçe, medeniyetimizin çatısı da çökmeye başlıyor…
Zaten evlilik ağacını zina baltası ile yere serdiler… Şimdi toplumsal ifsada “Dur” diyemeyecek miyiz?
İmajın egemenliğine karşı imanımız ile direnemeyecek miyiz?
Çıplaklığı çağdaşlaşmanın gereği gören modern ilkelliğe karşı ilkeli duruşumuzu gösteremeyecek miyiz?
Teşhir yerine temsil,
Teberrüc yerine tesettür,
İmaj yerine takva demeliyiz…
Çıplakların dünyasında “kral çıplak” deme cesaretini göstermeliyiz…
Edeb ya Hu!