Sünniler şunu derler: “Peygamber efendimiz kendi yerine herhangi birini halife tayin etmeden vefat etmiştir! Bu işi Müslümanlara bırakmıştır! Müslümanlar da Ebu Bekir’i seçmiştir! Yani hilafet konusu “şura” ile halledilmiştir!”
Şiiler de şunu derler: “Peygamber efendimiz vefat etmeden önce İmam Ali’yi kendi yerine halife olarak tayin etmiştir ve Müslümanların önderliğine onu atamıştır!”
Bizim görüşümüz ise şu esas üzeredir:
- “Dünyevî imam ile dinî imam arasında fark vardır! Ehl- Beyt’in faziletleri hususunda, Sünnilerin de inkâr etmedikleri hayli hadisler vardır! İmam Ali’nin faziletleri hakkında “Sakaleyn”, Gadir Hum”, “Hayber/re’yet”, “menzile”, “ilim kapısı” vs. hadisleri her iki kesimin de değer verdikleri kaynaklarda mevcuttur!
Şiiler sürekli olarak isimlerini verdiğim bu rivayetlere dayanır ve bunları delil olarak getirirler ve yine işareti açık olmayan bazı ayetleri de delil olarak ortaya atarlar! Getirdikleri delil; imam Ali’nin Resulullah’tan sonra halife olduğu hususuyla ilgilidir!
Fakat biz, Şiilerin bu iddialarının bir hayal olduğunu kanıtlayacağız! Ne bir ayet ve ne de bir hadis sarih bir şekilde imam Ali’nin, Allah tarafından peygamberden sonra halife olarak atandığına dair herhangi bir beyanatta bulunmamıştır! Bunu iddia etmek bir hayalden öteye bir şey değildir!
Şii din adamlarının kürsülerden insanlara “Halifeler, İmam Ali’nin hilafetini gasp ettiler vs.!” diye sürekli bu sözleri telkin edip durduklarını görüyorsunuzdur!
Bu konuyu sürekli bu şekilde telkin etmek, Şii birinin, konunun aslı ve kökeni hakkında derinlemesine düşünmesine mâni olmaktadır! Çünkü sürekli bunu telkin ederlerken, o rivayetin doğru bir şekilde “hilafet” konusuna işaret edip etmediğini ve yine onun Ehl-i Beyt imamlarının hilafetine mi faziletine mi delil olduğunu hiç düşünmezler!
Şiilerin Ehl-i Beyt ile ilgili naklettikleri rivayetlerin tümü, onların “faziletlerine (!)” işaret ediyordur! Yani örneğin peygamberin Hayber kalesini fetih gününde söylediği: “Yarın sancağı öyle birine vereceğim ki Allah ve Resulü onu seviyor, o da Allah ve Resulünü seviyor ve…” hadisi, Allah ve resulü ’nün imam Ali’yi sevdiğinden söz ediyor! Peki bunun “hilafet” ile ne ilgisi vardır? Ammar’ın babası Yaser ile annesi Sümeyye de öyleydiler! Yani bunlar da Allah ve Resulü’nü çok seviyorlardı, Allah ve Resulü de onları çok seviyordu. Sevgiler karşılıklıdır! Hal böyle iken, bunun “hilafet” ile ne gibi bir ilgisi olabilir?
Ya da peygamberin: “Ya Ali! Senin bana nispetin Harun’un Musa’ya olan nispeti gibidir!” diye söylediği hadiste, evet imam Ali de peygamberin hayatındayken onun veziriydi! Nitekim Harun da Musa’nın veziriydi! Harun’un vezir olması, Musa’dan sonra da vezir olmasını icap ettirmez! Dikkat edilirse halifelerin vezirleri, onların halifesi olmamışlardır! Ancak çocukları ya da kardeşleri kendilerinden sonra halife olmuşlardır! Yani vezir olan biri, yine o halifeden sonra gelen halife için vezir olabiliyor! Vezirin, halifeden sonra “melik” olması görülmemiştir! Bu rivayetin aynısı, Sünni kaynaklarda da vardır! Kısacası vezirlik, “halife” olmaya işaret değildir!
İkincisi; Harun, Musa’dan önce ölmüştür! Şayet Musa ölseydi ve Harun kalsaydı, onu (Harun’u) ötekinin (Musa’nın) yerine koymak mümkündü. Fakat sorun şuradaki, Harun Musa’dan önce vefat etmiştir!
Kısacası bu rivayetler, “fazilet” ile ilgili rivayetlerdir! İmam Ali’nin faziletleriyle ilgili rivayetlerin aynısı Ebu Bekir, Ömer ve Osman hakkında da Sünni kaynaklarda nakledilmiştir! Fakat Şiiler bu rivayetlerin tümünün yalan olduklarını söyler! Yalan olduklarını farz etsek dahi, bunun böyle olduğunu ispat etmek çok zordur. Fakat biz, bu hadis ve ayetlerdeki maksadın ne olduğunu elde etmeliyiz! Örneğin:
- “Ey Ehl-i Beyt! Allah sizden her türlü pisliği gidermek ve sizi tertemiz yapmak istiyor!” (Ahzab: 33) ayetini ele alalım!
Bu ayet, yalnızca İmam Ali’nin Allah tarafından temizlendiğini söylemiyor! Peygamberin eşlerini de söylüyor! Çünkü Ahzab suresindeki Ehl-i Beyt ile ilgili ayetlerin tümü peygamberin eşlerinden bahsediyor. Fakat kimi Şii alimleri bu ayeti getirip İmam Ali, Hz. Fatıma, İmam Hasan ve İmam Hüseyin üzerinde sabitliyorlar! Buna tefsir literatüründe “Tefsir-i Teessüfi- Örtülü tefsir” derler! Yani ayet, apaçık bir şekilde medlulünü ortaya koymuyor! Durum böyle olunca da insanın aklından şöyle bir soru geçiyor:
- “Allah’ım! Şayet sen imam Ali’yi halife olarak atamak işitiyor isen, bunu örtülü bir şekilde değil de açıkça söylesen olmaz mı? Sen kullarından korkuyor musun? Takiye mi ediyorsun?”
Peki Allah takiye eder mi? Takiye ettiğini bilsek anlarız! Nitekim İmam Cafer Sadık da diyor ya: “Takiye benim ve dedelerimin dinidir!” Bundan dolayı Şiiler der ki, bizim tümümüz takiyeden istifade ederiz!
Peki, Allah da mı takiyeden istifade eder? Yani Allah Ömer’den ve Halit b. Velid’ den mi korkuyordu?
Şiiler bu ayeti de delil gösteriyorlar:
- “Sizin veliniz Allah, resulü ve iman edip namaz kılan, zekât veren ve Allah’ın emirlerine boyun eğenlerdirler!” (Maide: 55)
Peki Allah’ım! Mademki Allah ve Resulünden sonra zikrettiğin müminlerden kastın yalnızca İmam Ali ise, o taktirde neden burada tekil kelimesini değil de çoğul kelimesini kullanıyorsun? Yani; “o mümin, namazı kılıyor ve zekâtı veriyor ve o Allah’ın emirlerine boyun eğiyor!” desen olmaz mı?
Allah’ım! Sen neden insanların kafasını karıştırıyorsun? Halkı neden hayallere sokuyorsun, Sünni-Şii insanları birbirleriyle savaştırıyorsun? Bu ayetteki şahsın kim olduğunu açıkça söylesen olmaz mı? Şayet bunu yapan (rükû hallinde iken yüzüğünü çıkarıp fakire zekât olarak veren) tek kişi ise, o taktirde ondan bahsederken neden “zekâtı verenler”, “rükû edenler” diyorsun da neden “zekâtı rükû halinde veren” demiyorsun? Hatta gerekirse ismini dahi versen olmaz mı?
Allah’ım! Sen ilah olduğuna göre niçin kulundan korkuyorsun! Demek ki bu sorun ve savaşların sebebi sensin! Böylece de milyarlarca insanın cehenneme gitmesine sebep oluyorsun! (Çünkü kimi Şiilere göre Sünniler cehennemliktirler!)
Peki bunun suçlusu ve sebebi Allah’tan başkası mıdır? Çünkü şayet ayeti açıkça beyan etseydi, böyle olmazdı! Oysaki Kur’an: “Biz kitabı sana, her şeyin açıklayıcısı olarak indirdik!” (Nahl: 89) diye buyuruyor! Buradan bakıldığında Kuran’ın böylesine önemli bir meseleyi dahi açıklamadığını görüyoruz! Demek ki kaynaklarda büyük sorunlarımız vardır!
Bizler kaynakları araştırdıktan sonra şu sonuca vardık:
- “Bu ihtilafların asıl sebebi “siyasidir!” Şii ve Sünni olarak ümmet içerisinde ortaya çıkan bu iki mezhep, peygamberin vefatından 150 ile 200 yıl sonra ortaya çıkmıştır! Yani bunlar, imam Cafer Sadık döneminde varlıklarını ortaya koymuşlardır!
Şii ve Sünni mezhepleri halifeler döneminde de yoktu! Basit siyasi çatlaklıklardan dolayı bunlar ortaya çıkmıştır! Yoksa İslam’ın ilk iki asrında Şii-Sünni mezhebinden bir haber yoktu!
Örneğin herhangi bir siyasi parti içerisinde de birkaç kişi o partiye muhalefet edebilir! Yönetime karşı çıkabilir! Buna “mezhep” demezler ve bununla mezhep olmaz! Fakat bir-iki asır sonra kelam alimleri gelmiş, ihtilafları temellendirmiş ve sayılarını artırmışlardır! Her bir oluşum kendine birtakım deliller bulmuş ve o oluşumu sevmeye başlamışlardır! İşte buradan Eş’ari, Mutezile, Cebriye, Mufavvize, Mürcie, Selefiyye, Ehl-i hadis vs. ortaya çıkmıştır! Bunlardan her biri de bir takım ayet ve rivayetler getirip, mezheplerinin doğruluğuna dair onlarla istidlalde bulunmuşlardır!
Hasılı Sünni ile Şii arasındaki hangi ihtilaf olursa olsun -özellikle de mezhep hususu- vahdetin hilafınadır! Şu zamanımıza kadarki ihtilafların kaynağı da budur!
Yani Sünniler derler ki, hak Ebu Bekir ve Ömer iledir! Şiiler de derler ki, “Hak Ali iledir!” ve halifeler onun hilafetini gasp etmişlerdir! Onların sapkınlık sebebi olduklarını, dolayısıyla da “lanet, hakaret ve küfrü hak ettiklerini” ileri sürerler! Bu da Sünni tarafın ikrah etmesine, düşmanlığı derinleştirmesine ve kinlerini artırmasına sebebiyet vermektedir!
Aslında hilafet meselesi, siyasi muhalefetten kaynaklanmış bir meseledir! Yani: “Kim daha çok hilafete layık ve ona ehildir?” meselesidir!
İmam Ali, kendini bu işe daha ehil ve daha layık olarak görüyordu! Çünkü cihat etmede, peygambere yakınlıkta, ilk iman etme ve diğer özelliklerinde, herkesten önde olduğunu biliyordu! Fakat Nehcü’l- Belağa’nın başından sonuna kadar imam Ali’nin bir kez olsun “Allah beni bu işe atamıştır” diye söylediğini bulamazsınız! Aynen öyle, onun: “Resulullah beni bu işe tayin etmiştir!” söylediğini de göremezsiniz! Elimizde İmam Ali’nin halifeler aleyhinde konuştuğu iddia edilene dair bir tek “Şıkşıkiye” hutbesi vardır! Orada da şöyle diyor:
-“Filan onu (hilafeti) bir gömlek gibi giyindi; oysa daha iyi bilirdi o, ben hilafete nispetle değirmen taşının mili gibiydim; hilafet benim çevremde dönerdi.” (Şıkşıkiye Hutbesi:3)
Yani Müslümanlar ve halifeler biliyorlardı ki, ben bu işe daha evlayım/münasibim!
Fakat bu hutbede de Şii rical alimleri şayet bazı hakikatleri aynen ruhbanlar gibi gizlememiş olsalar, İmam Ali’nin hilafete atanmadığını beyan ettiğini göreceklerdir!
İmam Ali’nin hilafete Allah ve Resulü tarafından atanmadığı, Ayetullah Seyyid Kazım el- Hüseyni tarafından yazılmış olan “Velayetü’l-Emr Fi Asrı’l- Gaybe” kitabında da geçmektedir. Bu zat, İran’da bulunan Şii müçtehitlerden biridir! Söz konusu eserinde konuyla ilgili onlarca rivayet aktarıyor. Naklettiği bu rivayetlerin tümü de Şii kaynaklarında mevcuttur! Yani bu rivayetler, Sünni kaynaklarından alınma değildir! Nehcü’l- Belağa kitabından nakledilmiştir! Ben, uzun olmasın diye onlardan bazılarını şimdi nakledeceğim!
Bu rivayetler, “hilafetin” halk tarafından tayin edilmesi gerektiğine işaret ediyor! Söz konusu rivayetlerde bizzat imam Ali’nin kendisi şuna vurgu yapıyor: “Halife, Allah tarafından değil, insanlar tarafından tayin edilmelidir!”
Nitekim önceden de dedik ki ne imam Ali ne Hasan ve Hüseyin ve ne de dokuz diğer imamlardan hiç birisi, “Allah bizi hilafete atadı” diye bir rivayette bulunmamışlardır! Bunun mukabilinde Ehl-i Beyt’in kendisinden nakledilen nasların birçoğunda, “hilafetin” ümmetin işi olduğu, Allah’ın işi olmadığı vurgusu yapılmaktadır! O kaynaklardan bazıları şunlardır:
1-) Nehcü’l- Belağa’nın 92’nci hutbesi!
Şöyle ki:
Üçüncü halife Osman b. Affan’ın öldürülmesinden sonra Müslümanlar gelip imam Ali’ye biat etmek istediler. İmam Ali onların bu isteğini kabul etmedi! Şayet Allah tarafından imam Ali bu işe (hilafete) tayin edilmiş olsaydı, o biati reddetme hakkı elbette ki olmazdı! Demek ki İmam Ali Allah tarafından bu işe atanmamıştır! Şayet atansaydı, onun buna dair muhalefet hakkı olmazdı!
Açıkçası Şiilerde hayli ilginç tenakuzlar vardır! Yani bu sözler Nehcü’l- Belağa’da geçmesine rağmen, hala dahi kalkıp İmam Ali’nin, halife Osman’ın öldürülmesinden sonra biat etmek için kendisine gelen halkın biatini reddettiğini söyleyebiliyorlar! Oysaki diyebilirlerdi ki, ey Ali! Şayet Allah seni bu işe atamış olsaydı, sen bunu nasıl reddedebilirdin?
92’nci hutbeye gelince, İmam Ali’nin o hutbede şunu söylediğini görmekteyiz:
- “Beni bırakın da benden başkasını arayın! Bulun; çünkü bir işe yönelmişiz ki türlü- türlü yönü var; çeşit- çeşit rengi var. Gönüller bu işte bir kararda duramaz; akıllar bu işi yüklenip dayanamaz. Tan yerini boydan boya kara bulut kaplamış; apaydın yol görünmez olmuş!
Bilin ki istediğinizi kabul edersem, daha iyi bildiğime uyar giderim ben; ne söyleyenin sözüne aldırış ederim ne ayıplayanın sözüne kulak asarım. Ama beni bırakırsanız, sizin biriniz gibi olurum da umarım ki işinize kimi getirir, kendinize kimi buyruk sahibi yaparsanız, buyruğu sizden daha fazla dinlerim, emrine sizden daha fazla uyarım! Benim size vezir olmam, sizin için emir olmamdan daha hayırlıdır!”
Şiilerin perspektifinden bu hutbeye bakıldığında (haşa!) imam Ali, Allah’tan daha iyi anlıyordur! Çünkü Şiilere göre Allah ona “sen emirsin/halifesin” diyor, imam Ali de bu hutbesinde, Allah’ın o emrini -haşa- reddedercesine insanlara: “Hayır! Gidin başkasını kendinize “emir” seçin, ben “vezirim ve vezir emirden daha hayırlıdır” diyor!
Peki, ona demezler mi ki, “ey Ali! Allah seni “emir/halife” olarak atadığına göre, sen kalkıp da nasıl “ben vezirim” diyebiliyorsun? Yani sen Allah’tan daha mı iyi biliyorsun?”
(Bu sözler Nehcü’l- Belağa’nın dışında Tarih-i Teberi c.6, s. 3076 ve İbn Esir’in yazdığı el-Kâmil isimli eser c.3, s. 193’te de geçer. Kısacası bu sözler isimlerini verdiğimiz o 3 kaynakta geçer!)
2-) Tarih-i Teberi’ de, İmam Ali’nin oğlu Muhammed b. Hanefiye’den nakledilen rivayette şöyle geçer:
- “Osman öldürüldüğünde (ben) babam ile birlikteydim! Bunun üzerine kalkıp evine girdi. Resulullah’ın (sav) ashabı da yanına geldiler! Dediler ki artık bu kişi öldürüldü, bundan dolayı insanlara bir Emir gerek! Bugün bu işe senden daha münasip birini göremiyoruz, ne iman etmede senden öne geçen biri vardır ve ne de Resulullah’a (sav) senden daha yakın olan biri mevcuttur! (Babam) Dedi ki; Bunu yapmayın! Benim vezir olmam Emir olmamdan daha hayırlıdır! Dediler ki; Ant olsun Allah’a biz sana biat etmeden seni bırakmayız! İmam da; o zaman mescitte yapın dedi, çünkü bana biat, gizlide olmaz! Ve Müslümanların rızası olmadan da (hilafet) olmaz!” (Tarih-i Teberi, c.6, s. 3066)
Gerçekte de böyleydi. Yani İmam Ali, Ömer b. Hattab’ın veziri iken, hakikaten İslam devleti çok güçlendi. Fetihler yaptı ve yeryüzünün en güçlü devleti haline geldi! Dolayısıyla herhangi bir sorun olmadı. Alemin yarısı Müslümanların idaresi altına girdi. Bunların tümü imam Ali vezir iken oldu. Yani bu sözleri İmam Ali gerçek olarak söylüyordu! Çünkü bu hususta tecrübe sahibiydi! Fakat “emir” olduğunda 4 yıl içerisinde üzerine 3 savaş açıldı ve 100 bin civarında Müslümanın kanı döküldü! İşte İmam Ali bunu tecrübe ettiği için “hilafeti” kabul etmiyordu! Yani imam Ali biliyordu ki, şayet Halife olur ise bütün işler berbat olacaktır! Çünkü imamet din içindir ve biz de burada şu hakikati itiraf etmeliyiz ki, imam Ali’nin imameti; “dinin imametidir!”
Bizim görüşümüze göre “dünyevi imamlık” (yani hilafet), insanların hakkıdır, “dini imamlık” ise, Nebi ve imam Ali’nin hakkıdır! İmam Ali, ilminden ve cihadından dolayı o makamı hak etmiştir! Hatta Sünniler dahi İmam Ali’nin bu hususlardaki üstünlüğünü inkâr etmezler! Açıkçası İmam Ali’nin “dini imameti”, inkârı mümkün olamayan şeylerdendir! Dolayısıyla tüm sorunlar, onun dünyevi imameti (hilafeti) etrafındadır! Ve Şiiler, maalesef imam Ali’nin “dini imameti”ni bırakıp yalnızca onun dünyevi imametinin (hilafetinin) peşine düştüler!
Şimdi de Şii alimlerin neden hep siyaset konusunu gündeme taşıdıklarını izaha çalışacağız!
Dedik ki imam Ali yalnızca “dinde imam” idi! (Hatta şayet senedinin sahih olduğunu kabul etsek bile) Peygamber (sav) Gadir hadisinde İmam Ali için: “Bu, benden sonra benim halifemdir” diye söylememiştir! Söylediği şey: “Şayet benden sonra dininizi almak ve öğrenmek istiyorsanız, onu Ali’den alıp öğreniniz” olmuştur!
Kısacası Allah ve Nebi dini önemser ve insanların dinine önem verirler! Hilafet için insanlar kimi seçerlerse seçsinler, ona bakmazlar! Yani Allah ve Resulü için önemli olan “din”dir! Ehl-i Beyt imamlarının “siretine” de baktığımızda, onların da dine önem verdiklerini görüyoruz! Onlar için halife Yezit mi olmuş, Velit mi olmuş, Harun Reşit mi olmuş veya Saddam mı olmuş, bu önemli değildir! Önemli olan insanların dinini korumasıdır!
Tekrar İmam Ali’nin sözüne döner isek, İmam şöyle buyuruyor:
- “(İmam Ali dedi ki) Yapmayın! Benim vezir olmam, Emir olmamdan daha hayırlıdır!”
Yani o dönemin Müslümanları imam Ali’yi biat almaya icbar ettiler! İmam Ali de ilkeli bir insandı! Dini bir adamdı! Biliyordu ki dini siyaset ile karıştırırsa ve otoriteyi ele alırsa, ya Muaviye’nin yaptığı gibi yapacak ve maslahat (çıkar) üzere hareket edecek ya da dine ve ilkelere sarılıp devleti berbat edecek! Nitekim bizler İmam Ali’nin kendi hükümeti döneminde de bunu gördük! Yani bir devletin başında masum, muttaki ve muhlis bir imam bulunmasına rağmen, onun kurduğu devlet 4 küsür yıl sonra çöküşe uğradı, kendisi de şehit edildi, katili Şamlı falan da değildi, Kufe’li Şiilerden biriydi!
Dolayısıyla İmam Ali güçlü bir devlet kuramadı! Ekonomisi zayıfladı, emniyeti yok oldu, insanların dini dahi zarar gördü, insanlar sarsıntıya uğradı, arkasından ordusunun yarısı “Haricileşti!” Böylece de ne dini ne de dünyevi olarak kurduğu hükümetinde bir başarı elde edemedi ve en sonunda da hükümeti çöktü!
Hükümetin çökmesindeki asıl sebep İmam Ali değildi elbette, asıl sebep halkın kendisiydi! Zira halk, imam Ali’yi din ile dünyayı (İslam ile otoriteyi) birbirine katmaya icbar etmişlerdi! Bundan dolayıdır ki biz, Müslümanları “modern” bir devlete davet ediyoruz! Çünkü tarihi tecrübe; “din devletinin başında masum biri olsa bile, sonunun çöküntü olduğunu kanıtlamıştır!” Nitekim İmam Ali de o kaderi paylaşmıştır!
3- İbn Esir el-Kâmil c.3, s. 193 ve Teberi c.6, s. 3067- 3077’de geçen şu haberler de bizim dediğimizi onaylıyor, haber şöyledir:
- “Biatin yapıldığı Cuma günü olunca, insanlar Mescitte toplandılar! Ali gelip kürsüye çıktı ve şunları söyledi: “Ey insanlar! Bu iş (yani halife seçme işi) size ait bir iştir! Emir olarak seçtiğiniz kimsenin dışında, hiç kimsenin onda bir hakkı yoktur! Dün, bu iş hususunda ihtilafa düştük ve sizin bu teklifinizi sevmedim, fakat sizler, Emir (halife) olmam için direndiniz!
Şunu iyi biliniz ki, size ait olan (beytü’l- mal)’ın anahtarları dışında bende bir şey olmayacaktır ve sizsiz de ondan bir dirhem dahi almam!”
Yani İmam Ali açısından İslam demokrasidir! Şiiler aslında bu görüşü almalıdırlar! Şu anda Sünniler Şiilerden daha çok Demokrasiye yakındır! Çünkü Kur’an; “Onlar aralarında işlerini istişare ederek yürütürler!” (Şura: 38) diyor!
“Şura”; halkın seçimi değil, birkaç kişinin meşveretidir! Fakat bu, diktatörlük değildir! Diğer bir deyimle “şura”; bir kişinin komut verip diğerlerinin de onu tatbik etmesi değildir!
Fakat Şiilerin sıkıntısı buradadır: Hem “hükümetin/yönetimin” ilahi olması gerektiğini söylerler hem de otorite sahibi olan şahsın veraset kanalıyla iş başına gelmesini, babadan oğula geçmesini iddia ederler!
Şayet bizler böyle bir görüşü kabul eder isek, gerçekten İslam’ın Demokrasiye davet etmediğini anlamış oluruz! Oysaki İslam ta ilk günden itibaren “şura” demekle, aslında demokrasi demiş oluyor ve bu da İslam’a büyük bir azamet kazandırıyor!
Hasılı burada Şii-Sünni meselesi önemli değildir, önemli olan şey, İslam’ın neye teşvik ettiğidir! Dolayısıyla imam Ali’nin kendisi de naklettiğimiz bu sözünde, “bu (hilafet) sizin işinizdir” diyor! İmam Ali yalan konuşmuyor ve şayet ben sizin bu teklifinizi sevmiyorum diyorsa, yalan yere bunu söylemiyor! O, bu sözünü söylemekle, kendisini dinde imam olarak görüyordur!
Örneğin siz, şu andaki Irak’ta bulunan Ayetullah Sistani’ye Cumhurbaşkanlığı teklifi götürür iseniz, acaba bunu kabul eder mi? Kabul etmeyeceği kesindir! Yani şu anda Sistani dinde imamdır/önderdir! Ona denilse ki gel siyasette imam/lider ol! Vezirlerin/Bakanların başkanı ol, Cumhurun başı ol, acaba böyle bir teklifi kabul eder mi? Kesinlikle kabul etmez! Çünkü şu anda zaten başkanlık ondadır! Komut veriyordur! Zira din hegemonyası, cumhurbaşkanlığından daha büyüktür! Milyonlarca insan onu taklit ediyor. Hesap kitabını tutmadan “humus” diye dini vergiyi getirip ona veriyor, ayrıca o vergiyi/parayı verirken, bir de önünde diz çöküp ellerinden öpüp öyle teslim ediyorlar! Oysaki her gün başbakan ve bakanlar hakkında bir sürü dedikoduların yapıldığını duyuyoruz. Halk tarafından onlara verilen her kuruşun takibatı yapılıyor! Hesap kitabı tutuluyor! Onların bir sürü sorunları ve sıkıntıları vardır! Bununla birlikte halk siyesilerden razı değildirler!
Ayetullah Sistani ise, halk için çalışmıyor! Buna rağmen halk ondan razıdır! Paralarını götürüp veriyor, elini öptükten sonra da çekip gidiyorlar! Acaba bundan daha güzel ne olabilir ki?
İmam Ali de böyleydi. Yani imamın kutsiyeti, saygınlığı ve halkın ona karşı olan sevgisi, bir başkaydı! Bununla birlikte İmam Ali, çok iyi biliyordu ki, şayet hükümetini kursa ve hilafet makamına geçse düşmanlıklar başlayacaktır! Çünkü iktidar, düşmanlıkların kaynağı ve çıkarların membaıdır! Yani herkes hükümetten bir şeylerin beklentisi içerisine girmektedir! Kimisi başkanlık, kimisi valilik ve kimisi de para beklentisi içerisindedir! İmam Ali de ilkelerinden vazgeçen biri olmadığı için, onların beklentilerini yerine getirmeyince, bu sefer de düşmanlıklar baş gösterecekti ve iki yolun arasında kalacaktı! Yani ya ağır bedeller ödemeyi göze alıp dinin hükümlerini olduğu gibi uygulamaya koyacaktı, nitekim öyle de yaptı ve bunun için de yıkılıp gitti! Ya da Muaviye gibi iktidarını “maslahat/çıkar” üzere yürütecekti, dolayısıyla da kutsalları ve dini terk edecekti! Nitekim imam Ali’nin kendisi de bunu Kufelilere açıkça söylüyordu ve diyordu ki; ben sizi nasıl düzelteceğimi çok iyi biliyorum! Ama sizin için ben dinimi harap etmem! Şayet dinimi önemsemezsem, sizin ilacınızın ne olduğunu bildiğim için onu uygulardım! Sizin ilacınız, aynen Muaviye’nin yapıp uyguladığı ilacın aynısıdır! Muaviye bir taraftan insanlara para veriyordu, diğer taraftan da onlara karşı şiddet ve güç kullanıyordu! Fakat imam Ali diyordu ki ben, dinimi bozmam! Ben din adamıyım!
Aslında din ile siyaset birbirleriyle ters düşen şeylerdirler! Her birinin kendine has konumu, yapısı ve hedefi vardır! Bunların ikisinin bir araya gelmesi ve birbirine yakın olması mümkün değildir! Şayet öyle olurlarsa, sonuçta din berbat olur, berbat olunca da hem dünya hem de hükümet bozulur! Nitekim İmam Ali’nin kendi de iktidarı döneminde öyle oldu!
4- İmam Ali’nin Nehcü’l- Belağa’da Muaviye’ye yazdığı mektubu! O mektup şöyledir:
- “Ebu Bekir’e, Ömer’e, Osman’a bey ‘at edenler, onlara bey’at ettikleri şartlarla bana da bey’at ettiler! Orada bulunanlardan birinin, bir başkasını seçmesi, bulunmayanın bu bey ’atı reddetmesi mümkün değil! Meşveret ancak Muhacirlerle Ensar’a aittir! Onlar toplandılar da birisine uydular, ona imam dediler mi bu, Allah’ın da razı olduğu bir şey, onların yaptığı işe razı olmayıp İmam’ı kınamak yahut bir bidate uymak suretiyle verdikleri hükümden çıkanı, çıktığı şeye bırakırlar. Fakat ısrar ederse, inananların yoluna uymadığı için onunla savaşa girişirler ve döndüğü şeyin vebalini de Allah, onun boynuna yükler!” (Nehcü’l- Belağa, II. Bölüm, Muaviye’ye Mektupları: 6, s.307, Türkçe Tercümesi)
Şiilerin genelde istinat ettikleri sahih rivayetlerde, İmam Ali’nin hilafetine işaret eden hiçbir şey yoktur! Örneğin “Tathir ayeti”, “Sakaleyn Hadisi”, “Menzilet Hadisi” vs., bunların hiçbirinde İmam’ın hilafetine işaret eden bir şey söz konusu değildir! Ayrıca İmam Ali’nin kendisinden nakledilen rivayetlerde de kendisinin Allah tarafından hilafete atandığına dair herhangi bir söz mevcut değildir! Dolayısıyla kürsü ehli hatipler, imam Ali’den onun hilafete atandığına dair birçok rivayetler naklederler, ama gerçekte o rivayetlerin hiçbirinde imamın hilafetine dair herhangi bir işaret bulunmamaktadır! Bundan dolayı diyebiliriz ki kimi Şii biyograficileri, adeta ümmet içerisinde nifak çıkarmaya uğraşmaktalar!
Şii Müçtehitlerden bugün İran’da bulunan Ayetullah Seyyid Kazim el- Hüseyni el- Hairi de yazmış olduğu “Velayetü’l-Emr Fi Asri’l-Gaybet” isimli eserinde, s.162’de bu rivayetleri nakletmiş ve hilafete dair herhangi bir işaretin bulunmadığına işarette bulunmuştur!
İmam Ali Nehcü’l-Belağa’da apaçık bir şekilde bu sözleri söylemesine rağmen, peki Şii alimleri neden bu hakikatleri açıklamaz ve halktan gizli tutar olmuşlardır? Yani neden onlar da aynen Yahudi Ahbarları gibi davranırlar? Diğer bir ifadeyle; acaba Ahbarlar hakikatleri insanlardan gizledikleri için Kur’an onları kınadığına göre, Şii alimleri de neden onların düştükleri hataya düşer ve hakikatleri halktan gizli tutarlar?
Şu andaki Nehcü’l-Belağa’da dahi şöyle bir yazı vardır: İmam Ali derki “şura, Muhacir ve Ensar’ın hakkıdır!” Sen (Ey Muaviye!) Şam’da oturmuşsun, senin böyle bir hakkın yoktur! Şayet Muhacir ve Ensar İcma etse ve toplanıp birini imam/emir olarak isimlendirseler, yani onlar deseler ki filan bizim dünyevi liderimizdir (halifemizdir), Allah da ondan razı olur! Yani Allah da onların o kararını teyit eder! (Allah, o imamı tayin eder demiyor. Zira teyit ile tayin ayrı şeylerdir!)
5- İmam Hasan salih bir insandır. Şayet hilafet Allah tarafından verilen bir şey olsaydı, kesinlikle onu Muaviye’ye bırakmazdı! Ya İmam Hüseyin’e ya Muhammed Hanefiye’ye veyahut da Abdullah b. Abbas ve diğer ehl-i hayr olan insanlara bırakırdı!
İmam Hasan gibi yüce bir şahsiyet, kaldırıp hilafeti Muaviye’ye bıraktı ve üstelik de ona biat etti! Peki Allah seni “halife” olarak atamışsa, sen onu Muaviye gibi birine nasıl verebilirsin? Çünkü ondan sonra tüm İslam alemi ve dünyanın yarısı Muaviye’ye itaat etti!
İmam Hasan Muaviye’ye şunları yazıyor:
- “Ali yoluna gittiğinde (vefat ettiğinde), Müslümanlar ondan sonra beni emir/halife edindiler…… Artık batılda ısrar etmekten el çekin ve benim biatimle ilgili olarak insanların girdiği işe girin. Çünkü biliyorum ki ben bu işe senden daha fazla hak sahibiyim!” (Mektilü’t-Talibin, s. 35)
İlginç olan şu ki, hatipler yaptıkları vaazlarında İmam Ali’nin darp edildikten sonra 3 gün daha yaşadığını anlatmalarına rağmen, onlardan bir teki dahi İmam’ın Küfe halkını toplayıp onlara “benden sonra halifeniz bu oğlum Hasan’dır” dediğini söylemezler!
Peki siz diyorsunuz ki, Hz. Peygamber (sav) İmam Ali’yi kendi yerine vasi ve halife olarak atadı, o halde imam Ali neden kendi yerine oğlu Hasan’ı vasi ve halife olarak atamadı? Ayrıca; şayet “halife”yi atamak vacip olsaydı, İmam Ali neden bu vacibe amel edip oğlunu Küfe’de halife olarak atadığını beyan etmedi? Oysaki bu türden bir teşebbüste bulunduğuna dair tek bir insandan dahi bir itiraf yoktur! Yani tarih kayıtlarında böyle bir şey mevcut değildir! Hatta kendi çevresine dahi “benden sonra oğlum Hasan sizin halifenizdir” demedi!
Peki İmam Ali ile Hz. Peygamber (sav)’in ne farkı vardır? Peygambere gelince diyorsunuz ki; “peygamber dedi ki halifesiz olmaz! Bana bir kâğıt kalem getirin de bunu yazayım” vs. Peki imam Ali’ye gelince, onun kendi yerine tek bir kişiyi halife olarak atadığını neden görmüyoruz?
İmam Hasan da Muaviye’ye yazdığı mektup da dikkat ettiyseniz şöyle demiştir: “Müslümanlar ondan (Ali’den) sonra beni Veli/Emir edindiler. Ben bu işe senden daha fazla hak sahibiyim!”
İmam Hasan bu sözlerinin içerisinde “ehakk/daha çok hak sahibiyim” sözünü kullanıyor! Ve “Vellani Müslimun” (Müslümanlar beni kendileri için emiredindiler) diyor! İmam Hasan Muaviye’ye söylediği hiçbir sözünde “ben bu işe (Ehakk minellah) Allah tarafından atandığım için daha fazla hak sahibiyim demiyor!
“Ehakk” (daha çok hak sahibiyim) demedeki gayesi; yani ben peygamberin kızının çocuğuyum, onun torunuyum, Ali’nin oğluyum vs. gibi peygamber tarafından “Hasaneyn” hakkında söylenen faziletleri kastetmiyor elbette! Müslümanların onu kendilerine veli/emir olarak seçtiklerine işaretle bu sözü kullanıyordur!
6- “Hasan’ın Muaviye ile Sulhu” isimli kitapta şöyle yazıyor:
- “… Hasan, Muaviye ile şu şartlar üzerine hilafeti teslim etmek için barışa gitti:
- “Allah’ın kitabına, Resulullah’ın (sav) sünnetine ve salih halifelerin sireti üzerine amel etmesi şartıyla ona hilafeti teslim etti! Ayrıca Muaviye b. Ebi Süfyan kendinden sonra hilafet hususunda kimseyi tayin etmeyecek ve ondan sonra iş, Müslümanlar arasında bir şura ile belirlenecektir!” (Biharü’l- Envar, c.44, s. 65)
Bu söze çok dikkat etmek lazım! Şiiler diyor ki İmam Hasan Muaviye’ye hilafeti teslim ederken; “kendisinden sonra emirlik işini (hilafeti) kardeşi İmam Hüseyin’e bırakma!” şartını kesti! Oysaki söz konusu kitapta geçen kayıt içerisinde öyle bir şart geçmemiştir!
7- Uyun-u Ahbaru’r-Riza isimli kitapta Hz. Peygamber (sav)’e nispetle şöyle bir söz geçer:
- “Cemaat içerisinde bölücülük yapan, Ümmetin Emirliğini (yönetimini) gasp eden ve meşveret olmadan Emirliği üstlenen birisi olursa, o taktirde onu öldürün!” (Uyun-u Ahbaru’r-Riza, c.2, s.62)
“Dirasatü fi Velayeti’l- Fıkıh” isimli kitabın c.1, s. 304—ve 507’nci sayfalarında şöyle geçer:
- “Hz. Peygamber (sav)’in “Ümmetin Emirliğini gasp ederse” sözünden maksadının; “emirliğin” ümmetin ihtiyarında olduğuna işaret etmektedir!
8- Aralarında Habip b. Mezahir gibi büyük insanların da yer aldığı “Küfe’nin İleri Gelenleri” isimli kitapta, Kufe’lilerin İmam Hüseyin’e yazdıkları mektuplar ve İmam’ın da onlara cevap olarak verdikleri yazışmalarda, onların imama şu cümleleri kullandıkları geçer:
- “Allah’a hamt olsun ki, senin zorbacı ve inatçı düşmanının iflahını kesti, o düşman ki bu ümmetin üzerine çökmüş ve onların emirliğini, ganimetlerini gasp etmiştir! Onların rızası olmadan onlara emirlik etmiştir!”
“Ve onların (insanların) rızası olmadan onlara emirlik etmiştir!” cümlesi çok önemli bir cümledir! Yani Habib b. Mezahir gibi büyük bir şahsiyet bile, hilafet ve emirlik meselesinde insanların rızasını şart koşuyordur!
İmam Hüseyin de onların cevabında şöyle yazıyor:
- “Ben size, kardeşim, amcam oğlu ve Ehli Beytim içerisinde güvendiğim Müslim b. Akil’i gönderiyorum! Sizin ileri gelenlerinizin toplanıp benim size emir olmam hususunda rızanızın bulunduğunu bana yazarsa ve ben de bunu mektuplarınızda okursam, hemen size doğru gelirim!” (Süleym b. Kays, s.182; Şeyh Müfid’in el-İrşad’ı, s. 885; el-Kâmil İbn Esir, c.4, s. 20-21)
Demek ki Kufe’nin ileri gelenleri de ta o zamanda imameti (hilafeti) ümmetin işlerinden kabul etmiş ve bu işte, ümmetin rızasının geçerli olduğunu söylemişlerdir. İmam Hüseyin de adını verdiğimiz kaynakların şahitliklerine göre, halkın görüşünü ve onların rızasını bu işin ölçüsü olarak kabul etmiştir!
Şunu demek istiyorum:
Hilafet aslında bir hayal işidir! Gerçeği şudur:
- “Bu rivayetler (yani Ehl-i Beyt’in faziletlerini anlatan rivayetler), onların Allah tarafından hilafete atandıklarına işaret etmiyor! Yalnızca onların fazilet sahibi insanlar olduklarını bildiriyor!”