Bu konu, Müslümanlar arasında hayli kanlı çarpışmalara vesile olmuştur! Bu hususta milyonlarca insan can vermiştir! Fakat şu ana kadar hiç kimse bunu nötr bir şekilde ele alıp incelememiştir! Ve yine Sünni ve Şii dünyası tarafsız bir şekilde konu üzerinden birbirlerinin bakışını iptal edememiştir! Sonuç itibariyle diyebiliriz ki, ne Şiiler, İmam Ali’den önceki halifelerin hilafetini iptal edebilmiş ve ne de Sünniler İmam Ali ve on bir evladının imametini iptal edebilmişlerdir. Bu hususla ilgili yazılan eserler tüm İslam alemine yayılmasına rağmen, her iki kesimce de bu konuda kesin dinî bir itikat vücuda gelmemiştir! Oysaki ilerleyen vakitlerde göreceğiz ki, bu konunun (hilafetin/imametin) hiçbir itikadi esası mevcut değildir ve yine Sünni ve Şiilerin bu konudaki tüm ısrarları hayalden öteye gidememiştir!
Konunun kökenine indiğimiz taktirde hem kendimize hem de geçmişimize gülmüş olacağız ve bu hayallerin nasıl da bir inanca dönüştüğüne hayret edeceğiz! Yine bu konu için İslam tarihinde yüzlerce kez savaştıklarını, yüz binlerce ölü verdiklerini ve buna rağmen Müslümanların hala dahi bu savaşı bırakmak için herhangi bir girişimde bulunmadıklarını görünce şaşırıp kalacağız.
Üzülerek belirtmeliyim ki, çağımızda da görüldüğü üzere bu ölüp öldürme işi Müslümanlar içerisinde her geçen yıl dahada artmış ve mezhepçilikteki bu şiddet bizi bu günlere taşımış ve adeta bir kimlik savaşına dönüşmüştür!
Biz burada, özellikle de bu konunun esası üzerinde duracağız!
Şiilerin dediği gibi “imamet” konusu acaba dinimizde var mıdır? Şayet varsa, peki neden Kuran’ı Kerim ona değinmemiştir? Yani Şiilerin iddia ettikleri gibi “İmamet”, şayet dinin esaslarından (Usul-ü Din’den) biri olsaydı, peki neden bu konu Kuran’da gündem edilmemiştir? Ya da neden apaçık bir şekilde her iki kesimce sahih ve mütevatir kabul edilen hadislerde dillendirilmemiştir?
Şayet İmamet konusu itikat esaslarından biriyse, o taktirde Uhud ve Bedir’de şehit olanların, Hamza, Cafer-i Tayyar, Yaser, Sümeyye ve diğer şehitlerin durumları nasıl olacaktır? Çünkü bunlar Ehl-i Beyt’in imametine kesin olarak iman etmeden şehit olmuşlardır! Acaba onlar cehenneme mi gideceklerdir? Ve yine acaba onların dinleri eksik mi kalmıştır? Çünkü bunlar kesin olarak “İmamet’in” ne olduğunu bilmeden dünyadan ayrılıp gitmişlerdir!
Şayet “İmamet” Usul-ü Din ’den olsa dahi, acaba onun için kıtal (ölüp öldürme) caiz midir? İmameti kabul etmeyip Şehadeteyni/(kelimeyi şehadet) söyleyen Müslümanlara düşmanlık gütmek doğru olur mu? Ve yine onları kabul etmeyenlere kin gütmek meşru kabul edilir mi?
Gerçek şu ki ben ve benim gibi düşünenler, çoğunluktan yanayız! Yani her kesin bir mezhep seçmesinin hakkı olduğunu kabul etmekle birlikte, savaş ve düşmanlık gibi tehlikeli varsayımları da doğru kabul etmiyoruz!
Biz insanları medenileşmeye davet ediyoruz! Daha açıkçası biz, kimin neye inandığıyla uğraşmıyoruz!
Neden bu düşmanlıklar olsun ki? Sürekli kendimize: “Senin bir mezhebe inanma hakkın oluyor da ötekinin neden olmasın?” düşüncesini telkin etmeliyiz!
Şayet “İmamet” (hilafet unvanı altındaki imamet) var ise, peki o taktirde bu, niçin 12 İmam/halife ile sınırlandırılmıştır? Yani ilk hilafetin İmam Ali’de olduğunu farz etsek, ondan sonra da oğlu Hasan, ondan sonra da oğlu Hüseyin ve ondan sonra da Şiilerin dedikleri 9 tane Hüseyin’in oğulları hilafeti üstlenseydi ve bu imamet Hz. Mehdi’ye kadar devam etseydi, o da 70 ya da 80 yıl yaşadıktan sonra ömrü tamam olup gitseydi, peki sonrası ne olacaktı?
Diğer bir ifadeyle; şayet İmamet ilahi tayin ile olsaydı ve 12 kişi hilafet görevini ifa edip gitseydi, sonrasında ne olacaktı? O 12 kişi görevini bitirdikten sonra yeniden ümmete mi yoksa kitaba mı dönülecekti? Şayet denilse ki ümmete dönülecek ve hak ümmetin olacaktı, o taktirde peki baştan itibaren bu konu niçin ümmetin tercihine bırakılmamıştır? Yok şayet bu hak Allah’a ait bir konudur dersek, o taktirde peki imamın 12 ile sınırlandırılmasının gerekçesi nedir? Şayet 1 milyon sene sonra kıyamet kopacaksa, öyle bir durumda bu insanların hali ne olacaktır?
Ayrıca “siyasi yönetim” konusu, “mahiyet ve esas” itibariyle “din” meselesinden farklı bir konudur! Çünkü siyaset, “dünyevi hükümettir!” Yani hükümet meselesi dünyevi bir meseledir! Hükümetin asıl meselesi güvenlik, düşman tehlikesini uzaklaştırmak, toplumsal refahı oluşturmak, kamuya hizmet vs. gibi şeylerdir! Bana göre bu saydıklarım şeyler dinin meselesi değillerdir! Din “ahlaktır!” İnsanın “insanlığını” güçlendirir! İnsanın Allah ile ilişkisini geliştirir! Hasılı din ile siyasetin her birinin, kendine has bir işlem ve görevi vardır!
Şöyle bir soru akla gelebilir: Acaba Allah’ın, insanların şahsi meselelerine müdahale hakkı var mıdır? Örneğin bir adada 1000 kişilik bir topluluğun bulunduğunu farz edelim. O topluluğun kendi aralarında birini kendilerine reis/halife seçtiğini düşünün. Peki burada Allah’ın onlara müdahale edip “sizin reisinizi ben seçeceğim” demesi düşünülebilir mi? Bunun için bir sebep var mıdır? İşte bu konu, üzerinde derinlemesine düşünmeyi gerektirir! Yine bu konunun dip derinlikleri hususunda incelemeler yapmamız icap eder! Acaba burada gerçekten Allah’ın o reisi ataması doğru olur mu? Şayet Allah’ın reisi tayin etme hakkı olursa, o taktirde “Hak” nedir? Allah’ın böyle bir hakka sahip olması doğru olur mu? Yoksa öyle bir hakkı yok mudur?
Örneğin Allah bize evlenmemiz için özgürlük iradesi vermiştir! Allah burada bizlere müdahale edip “illa falan ile evleneceksin” der mi? Veya “illa patlıcan alacaksın ama portakal almayacaksın” diretmesinde bulunur mu?
Aslında bu tür durumlar Allah’ın salahiyeti dahilinde değildir! Allah bizleri sınava tabi tutmak için özgür olarak yaratmış ve yalnızca genel hatları çizmiştir! Örneğin hâkimin “adil” olması gerektiğini söylemiştir! Fakat o hâkim kim olacaktır, hükümet şekli nedir, Krallık mıdır, Cumhuriyet midir, Monarşi midir vs., bunlar Allah’ın işi değildir? Yani şeriat, insanların tüm işlerini tersim etme gibi bir vazifeyi üstlenmiş değildir! Çünkü, öyle yaptığı taktirde bunun anlamı; insanın aklını camitleştirmek/dondurmak olur! Böyle zannedildiğinden dolayıdır ki, diğer milletlere nispeten Müslümanların ne kadar da geri kaldıklarını görüyoruz! Çünkü Müslümanlar her şeylerini şeriattan alıyorlar! Rivayetlere gidiyorlar, tıbbı Nebi, tıbbı Sadık, tıbbı Rıza, tıbbı Ali vs. gibi şeyler, insanın aklını dondurur ve işlevsiz hale getirir! Bunlarla birlikte insanın özgürlüğünü de dondurur! Yani insanın özgürlüğü eksik olur! İnsan aynen bir çocuk gibi sürekli babasına danışsa ve ondan aldığı talimat üzere hareket etse, babası da ona sürekli bir şekilde “şöyle giy, böyle ye, şöyle yürü, böyle otur ve şöyle kalk” derse, insan sonsuza dek çocuk olarak kalır ve asla büyüyemez!
Kısacası her şeyde şeriata rücu etmek çocuk olarak kalmaktır! Fakat özellikle de şu içerisinde bulunduğumuz asırda insan aklıyla, insanlığıyla ve özgürlüğüyle yüce derecelere ulaşmalıdır! Böyle olur ise, artık Allah’ın onun yaşamının tüm alanlarına müdahalesi söz konusu olamaz!
Buna “Nakzü’l-Karaz/Amacı ihlal etmek” derler! Yani senin oğlun, yaşı büyük olsa dahi sürekli sana boyun eğse ve sen de sürekli onun üzerinde dursan, sonunda o çocuk sorumluluk hissi taşımayacaktır! Birtakım işleri yapsa dahi, onun tecrübe elde etmeye ihtiyacı vardır! örneğin özgürlük nasıl elde edilir onu öğrenmesi gerekir! Sorumluluk nasıl kazanılır onu bilmesi icap eder!
Bir baba olarak sen, sürekli onun başı üzerinde durur ve ona durmadan emir ve nehiyde bulunur isen, o taktirde o, herhangi bir sorumluluk hissi taşımayacaktır! Çünkü ona baştan sona kadar sorumluluk hissettirecek olan sensin! Yani şeriat, başından sonuna kadar insana sorumluluk yükler, fakat sorumluluk hissi insanın kendine aittir!
Sürekli olarak “neden Müslümanlar böyle geri kalmışlardır?” denildiğine, şunu söylemek gerek: “Bundan sorumlu olan Müslümanlar değil, şeriattır!” Yani şeriat, Müslümanları yemek, içmek, hamam, uyku, evlilik vs. gibi şeylerde “helal ve haram” gibi hükümler ile sınırlamıştır! Sürekli olarak “Şu helaldir, bu haramdır” deyip durmuştur! Elbette ki böyle bir insanın gerçekte el ve ayakları zincirlenmiştir! Böyle birisi insanlığını kaybetmiştir! Böyle biri artık sorumluluk hissetmemeye başlamaktadır. Böyle bir insan her şeyde: “Allah bana şöyle dedi, Allah bana böyle dedi, ben de onun dedikleri üzere gidiyorum” diye düşünmeye başlar! Hatta İŞİD gibi teröristler bile insanların kafasını keserken: “Allah böyle emretmiştir ve bizim cihat edip insanları öldürmemizi o emretmiştir” diyerek işe başlamışlardır! Dolayısıyla böyle bir düşünce insanı, özgürlüğünden çıkarıp bozuyor!” Böylece insanoğlu ne özgürlüğünü aklına getirebiliyor ve ne de sorumluluğunu hatırlıyor!