Çok da farkında değiliz belki. Hayaletimsi bir faşizm toplumun bir kesiminin damarlarında yeniden hayat bulmakta. Yeniden diyorum çünkü 1930’lar sonrası Türkiye’sinde heves edilen bir eğilimdi faşizm. Ne var ki İkinci Dünya Savaşının bitimine doğru faşizmin yenilgiye uğraması hissedildiğinde, bu hevesten vazgeçildi. Ama o güne değin daha çok Kemalist kesimler tarafından benimsenen bu güdük tutum, bu kez de başka bir kılıkla sürdürülmeye çalışıldı. Zira Kemalizm’e hınçlı sağcı kitleler de, paradoksal bir biçimde, Necip Fazıl, Kadir Mısıroğlu, Fethullah Gülen ve benzeri aktörlerin faşizmden mülhem din soslu öğretileriyle yetiştirildiler. İttihatçı eğilimlerin de beslendiği bu öğreti, Hitler’in nasyonal sosyalizminden de önce mayalanan bir tür ırkçılığa dayanmaktaydı.
Kemalizm’in ileri gelen isimlerinden M. Esat Bozkurt da Alman tarihçilerinin, gerek nasyonal sosyalizmin gerekse faşizmin, M. Kemal rejiminin az-çok değiştirilmiş bir şeklinden başka bir şey olmadıklarını söylediğine dikkat çeker. Hatta Hitler’in: “M. Kemal’in ilk talebesi Mussolini, ikinci talebesi ise benim”[1] dediği de söylenmekte. Bir konuşmasında ise Hitler, Atatürk’e hayranlığını şöyle ifade eder: “Atatürk’ün kendi din adamlarını bertaraf etmedeki hızı, tarihin en kayda değer bölümlerinden biridir. Onlardan otuz dokuz tanesini astı, diğerlerini dışarı attı ve şimdi İstanbul’daki Ayasofya bir müze!”[2]
Ak parti iktidarı, Millî Görüş hareketinin günümüze evrilen ama kendisini yenileyerek çağdaş gelişmelere uyarlayan bir hali. İktidarın fikir öncüleri ise Necip Fazıl ve ardıllarının, İdeolocya Örgüsü’nün mektebinde yetişen kişiler. Bunların ütopyalarından birisi olan Ayasofya’nın ibadete açılma hayali yakınlarda gerçekleştirildi. Bu akım her ne kadar Kemalizm’e karşıt bir eğilimde olsa da Kemalizm, Salman Sayyıd’ın Fundemantalizm Korkusu’nda altını çizdiği gibi, sadece Türkiye’yi değil, tüm İslam dünyasını da etkilemiş ve dönüştürmüş bir ideoloji. Ve dolayısıyla da negatif veya pozitif bir biçimde bu akımı da etkileyip biçimlendirdiğini söylemek mümkün.
Türkiye toplumunun uğradığı kolonyalizmi (sömürgeciliği) sorunsallaştırmayan ve üstüne alınmayan Kemalist ideologların yaklaşımı ise aslında bu etkiyi içselleştirerek postkolonyal etkiden kurtulacağını zanneden ya da bu etkiyi olumlayarak işin içinden sıyrılmaya çalışan bir tepki veya uyum biçimi. Öyle ki postkolonyal etki üzerinde düşünmeye ve bu etkiyi aşmaya dair bir çalışma olan Maduniyet Mektebi de bu sürecin uzun süre etkisi altında kalan İslam dünyasında değil de 1980’lerde Hindistan’da ortaya çıktı ve buna dair çok yönlü çalışmalar hâlâ sürdürülmekte.
Bu tür bir etkinin belki de hiç farkında olmayan veya meseleye başka bir yerden bakan Ak Parti iktidarı ise asli muhatabı ve sorunu olan Kemalizm’i aşmaya çalışırken, meselenin kökensel bir çözümlemesi ve eleştirisi yapıl(a)madığı için, Kemalizm’in yerleşik etkisi altında dönüşmekte. Bu tür bir benimseyişin iktidar pratikleri açısından kolaylaştırıcılığı bir yana, halef selef ilişkisinin diyalektik mecburiyeti de gözden ırak tutulmamalı. Birileri buna bir tür mankurtlaşma gözüyle de bakabilir ama sonuçta ortaya çıkan bu sorunsallığın ciddi bir biçimde tahlili, eleştirilmesi ve aşılması gerekmekte. Ama görülen o ki kimse bunun farkına varmıyor ya da bir sorun olarak görüp üstüne alınmıyor.
Şu günlerde yine pek de suya sabuna dokunulmaksızın sürdürülmeye çalışılan Kürt sorununun çözümü ya da barış süreci de doğrudan Kemalizm’in bu ülkenin başına açtığı sorunlardan birisi ve belki de en önemlisi. Esasında ise bu, o dönemin faşizminin maliyetlerinden birisi. Kaldı ki Sovyetler de onca aydınlanmışlıklarına rağmen modernitenin o temel faşist ırkçı/ulusçu yaklaşımını çok da aşamadı. İşte bu nedenle değil mi ki Sultan Galiyev ve etrafındakiler ve hatta Ukraynalı anarşistler topyekûn yok edildiler.
Modernlik bu anlamda bir tür saflaşma, eşbiçimlileşme, marjinalliklerden (ötekilerden) arınarak yekvücut bir ulusallık ya da sınıf yaratma çabasıydı. Kemalist modernleşme de işte bunu bir beka sorunu olarak addederek, İstiklal Savaş yıllarında benimsenen Osmanlı’nın adem-i merkeziyetçiliği yerine farklılıkları yok sayan bir ulusalcılığı, toplumu terörize eden her türlü şiddete başvurarak sürdürdü. O çığırdan gelenler ise günümüzde bile hâlâ Kürtlüğün icat edilmiş bir şey olduğunu düşünerek, çeşitli modern yöntemlerle bu gerçeği onlara da kabul ettirmeye çalışan aydınlanmış iyilikseverler pozundalar. Oysa varisi olunan ve küçümsenen Osmanlı, eleştirilecek pek çok şeyine rağmen adem-i merkeziyetçi ve görece çoğulcu bir yönetimle oldukça karmaşık bir toplumu yüzyıllarca yönetebilmişti.
Her ne kadar Kemalistlere özgü bir iyilikçi modernlik pozu içerisinde olduklarını düşünmesem de, yurt içinde zincirleri kırarak Ayasofya’yı açan Ak Parti ileri gelenleri, Misak-ı Millî sınırları içerisinde Kürtlerle uzlaşmaya çalışırken, bu sınırların dışına çıktıklarında henüz o tam olarak kıramadıkları Kemalist prangaların etkisiyle olacak, Suriye’nin iç işlerine çomak sokarak, oradaki farklılıkları (Kürtleri, Dürzileri) kendi özgünlükleriyle kabullenmek yerine, Sünni Araplarmış gibi bir tutum takınmaya zorlamaktalar. Üstelik bu durumun yurt içerisinde barış görüşmeleri yaptıkları Kürtlere karşı pozisyonlarıyla apaçık bir çelişki olduğunun ve kendi barış çabalarını zora sokabileceğinin de farkında değillermiş gibi de bir umursamazlık içindeler. Bu tutum ise bir önceki süreci akim bıraktığı gibi, barışa dair yeni umudu da boşa çıkarabilir.
İnsanın acaba diyesi geliyor; yoksa Kemalizm’le hesaplaşma sadece dahili bir ideolojik sorun ya da söylemden mi ibaret. Veyahut da bu, yeni bir Kemalizm, Kemalizm’in türevi bir neofaşizm mi? Çünkü benzeri bir tavır Arap Baharı sonrasında Mısır’da da takınılmış, daha hiçbir şey yerli yerine oturmadan bir anayasa değişikliği baskısıyla yine görmezlikten gelinen ve hakları ellerinden alınmaya çalışılan farklılıklar ayağa kaldırılarak, Mursi’nin sonunu getiren bir sonuca yol açılmıştı. Şimdi ise sanki hiç Mehmet Âkif okumamışlar, yaşadıklarından hiçbir ders çıkarmamışlar gibi on yıl önceki çözüm sürecindeki hata tekrarlanmakta. İşte bu izansızlık nedeniyle de, barışı konuşmak için davet edilen bir kadın Kürtçe konuşmaktan men edilerek o abes ırkçı tutum sürdürülmekte. Ve o tuhaf, inceltilmiş faşizmin etkisiyle, bin bir güçlükle iktidara getirilen Şara’nın da başını yiyebilecek bariz bir hata orada da tekrarlanmakta.
Koskoca bir halkın varlığını inkâra yeltenen Kemalist zorbalığın yüz yıllık deneyiminden ders çıkarmamışçasına takınılan bu üsttenci edanın Suriye’ye de taşınma çabası, herkesin eşit olduğu bir barış masasında, tüm özveriyi karşısındakine yükleyen bir aymazlıktan öte, yerel bir sorunu bölgeselleştirerek buradaki süreci de zora sokacak bir akıl tutulması, dahası ise ABD’nin ırkçılığına (neoconlara) özenen bir tür neofaşizmdir.
[1] Fikret Başkaya, Paradigmanın İflası, Doz Yayınları, s. 113.
[2] Onur Atalay, Türk’e Tapmak, Seküler Din ve İki Savaş Arası Kemalizm, İletişim Y. s. 63.
Kaynak: farklı bakış