HTŞ güçlerinin İdlib’den harekete geçerek kısa bir süre içerisinde ve umulmadık bir biçimde Şam’ı ele geçirmesi ve Baas diktatörlüğünü yıkması kimilerince bir devrim coşkusuyla karşılandığında, bunun bir devrim değil olsa olsa bir isyan olarak tanımlanabileceğine dair yazım tepkilere yol açmıştı. Oysa bu hareket ivmesini Tunus’ta başlayan Arap Baharına dayandırmaktaydı ve bunun da oldukça geç bir takipçisiydi. Arap Baharı ise belli bir ideolojik/devrimci hazırlık sürecine değil, bölgesel diktatörlüklere ve hatta zalimliklere karşı gösterilen ve kısa sürede tüm bölge ülkelerine yayılan tepkilere dayanan bir isyan dalgasıydı ve bu dalgayı duraklatan da İran destekli Şam rejimiydi.
Bu duraklatılmanın paradoksal olan yanı, bölgenin yegâne devrimi olan İran’daki devrimci güçlerin Esad rejimine hem de direniş ekseni gibi ideolojik bir aforizma ile verdiği destekle gerçekleştirilmesiydi. Ama mesele sahada tam olarak böyle anlaşılmayacak ve süreç büyük ölçüde bir Şii-Sünni çatışmasına doğru evrilecekti. Bu ise sadece Arap Baharının değil, bir bakıma İran İslam Devriminin de sonuydu. Devrim bitmiş ve arkaik düşmanlıklara dayanan bir egemenlik savaşları başlamıştı. Ve bu çatışma sadece mezhebî (Şii-Sünni), ulusal (Arap-Fars) ve bölgesel (Doğu-Batı) bir çatışması olmanın ötesinde, küresel (NATO-ŞANGAY) bir savaşımın da belirtisi olduğu bir karmaşada kördüğümleşecekti. Bu tip bir cepheleşmenin en kötü yanı ise gerçek bir hakkaniyet ve adalet mücadelesi ihtimallerinin de önünü tıkamasıdır.
Aslında buna dair ilk emare İran-Irak savaşının başındaki kritik bir noktada ortaya çıkmıştı. Suudi Arabistan’ın 1982 yılında İran’ın Irak işgalini püskürttüğü bir noktada İran’a sunduğu barış teklifi Humeyni tarafından reddedildi. Aslında bu kritik nokta Devrim sonrası karakteristiğini de belirleyen ve süreci devrimden bir egemenlik mücadelesine dönüştüren bir andı. Nitekim 1988 yılındaki barış mecburiyeti, devrimin sonunun da habercisiydi. İran Devrimi giderek evrenselci iddialarından vazgeçerek bölgesel ve geleneksel bir hükümranlığın mevzilerini oluşturmaya çalışacaktı. Bir milyon kişinin öldüğü bu savaş ise geride yenilenen ve pekiştirilen tarihsel bir düşmanlığı bırakacaktı.
İran’ın stratejik hattının İslami devrimden ulusal ve mezhepçi bir çizgiye kayması, en bariz etkisini Suriye’deki Baasçı diktatörlüğü sonuna değin desteklemesine yol açarken, Beşar Esad’ın ülkeyi terkiyle yaşanan süreç, bu stratejinin çökmesi anlamına geliyordu. Arap Baharı sürecinde İdlib’te örgütlenen HTŞ güçlerinin oldukça hızlı bir biçimde Şam’ı ele geçirmesi ise günümüzde artık ayan beyan ortaya çıktığı gibi devrimci bir mücadeleye değil, ABD elçisinin de açıkladığı gibi, ABD yapımı bir organizasyona dayanıyordu. Tam da İsrail-Hamas mücadelesinin en kritik noktasında ortaya çıkan bu gelişme, Hizbullah-Hamas ittifakını da boşa düşüren stratejik bir hamleydi. Aralarında Türkiye’nin de olduğu HTŞ’yi destekleyen bölge ülkeleri her ne kadar bunu açıkça itiraf etmeseler de, günümüzde alenileşen, HTŞ’nin bu parlak zaferinin aslında ABD, İsrail ve Türkiye’nin katkılarıyla gerçekleştirilmiş olmasıdır.
Toplumsal ilişkilerin ağsal bir karmaşa içerisinde olduğu günümüz açısından bu bakış açısı belki ABD’yi çok fazla aktörleştirmekte. Birileri de çıkıp diyebilir ki günümüzde artık toplumsal failler yok, ilişkiler ve çıkarlar var. Şara ne denli edilgin de görünse bir kukla olmayıp, belli bir toplumsal gerçekliğin temsili. Onun da bölgesel şartlar içerisinde takipçileri var ve artık Esad sonrası bir gerçekliği temsil etmekte. Dolayısıyla olayları anlamak, aktörlerden ziyade ilişkileri ve bileşkeleri anlamayı gerektirir. İdeolojileri değil de toplumsal yayılımları. Aksi bir bakış, Hizbullah’ın veya Haşdi Şabi’nin nasıl bir anda buharlaştığını açıklamaya elvermez. Yeni bir sosyoloji gün yüzüne çıkmışsa bu, ortalıktan çekilen bir tarihsellikten öte yükselen bir gerçekliğin ifadesidir. Bellidir ki bölgesel ilişkiler ve toplumsal gerçeklik, İran’ın direniş ekseni formülünün bölgede yeterince kabul görmeyeceği ölçüde dar bir Şiilikle dayatılmasını kabullenememişti. Küresel emperyalizme cephesel bir karşı duruş ya da İslami bir devrimciliğin çağdaş sürümü bile olmayan bir indirgeme, elbette ki hoşnutsuzluklara ve yanlış anlamalara oldukça açıktı. O zaman ise karşısına çıkan Colanileri bile aktörleştirebilecek bir mizansenin işlemesi hiç de işten bile değildi. Abraham anlaşmalarının biçimselliği ise hiç kimsenin farkında olmadığı bir tuhaflık değil, bir içleme-dışlama formülünün çaresizliğiydi ki bunun kırılganlığı ise oldukça açık.
Elbette ki bu cepheleşmede yer alan tarafların aralarında göreli farklılıklar ve kendilerine özgü stratejik mesafeler bulunmakta. Ama her silahlı galebeyi devrim olarak etiketleyen bir aceleciliğin görmek istemediği, olayların hızındaki bu arka plandı. Nitekim devrimci Colani yerini hızla tırnakları kesilmiş bir Şara’ya bırakacaktı. Öyle ki ortaya çıkan karakteristik bırakın devrimciliği, bir isyancı olmaktan da uzak bir karikatürdür. Zira isyancılığın da kendine özgü bir haysiyeti vardır ama gelinen noktada gözüken, Şara liderliğindeki Suriye yönetiminin ABD, İsrail ve Türkiye tarafından çekiştirilen taktik ayrımların ötesinde, imzalamaya hazırlandığı Abraham anlaşmasıyla, aslında bölgedeki Arap blokunu hegemonize eden ABD stratejisinin bir parçası haline getirilmesidir. Yani sözüm ona İbrahimî kavimlerin bir ortaklaşalığı. Ama işin özü, ABD’nin bölgedeki eşlikçisi İsrail’in varlığının güvencelenmesi ve etkinleştirilmesidir. Böylece postkolonyal dünyadaki yerleşimci sömürgeciliğin bariz misali olan İsrail, Yahudi yurtlanmasını aşan bir maksatla, ABD hegemonyasının bölgedeki vekâletinin ve savaşımının garantörlüğünü üstlenmiş durumdadır. Ve aslında bu bölge, öteden beri, küresel egemenlik güçlerinin karşılaştığı ve çatıştığı bir karmaşanın düğümlendiği noktadır.
Suriye’nin üstlendiği yeni tutum ise basit bir kılık değişiminden öte, ABD-İsrail hegemonyasına tâbileşme yolunda bölgesel Arap eğilimine dahil olmaktır. Görünürleşen ABD-İsrail karşısındaki güçlerin kofluğudur ve buna İran’ın örgütlemeye çalıştığı güçler de dahildir. Çünkü bu güçler temelde nasıl bir savaşım içerisinde olunduğunu kavrayamadıkları için meseleyi bir ulusallık, mezhep ve hatta bir Batı-Doğu çatışmasına indirgemektedirler. Oysa kapitalizm, sömürgecilik ve zulüm cephesinde ifadesini bulan ABD-İsrail cephesini bütünleştiren somut çıkarlardır. Karşı cephenin de çıkarları vardır kuşkusuz ama bunlar kendisini bu minvalde bütünleştiremediği gibi, özünde hakkaniyet olan bir minvale de tam olarak yöneltememektedir.
O zaman ise mücadele karikatürleşmekte ve tüm büyüsünü kaybetmektedir. Tıpkı Colani’nin de karikatürleştirilerek Şara’laştırılması gibi. İşin tuhaf tarafı ise oldukça aleni bu gelişmelere karşı, bu tür bir karikatürleştirmenin farkına varamayan kamuoyunun, isyancı bir karakteristiğe bile sadakat gösteremeyen birisini devrimci bir poster gibi başlarının üstünde taşımasıdır.
Globalliğin yerelleştiği bu evre, savaşın özünde masum ideallerin harcandığı acımasız yüzünden öte, aslında bir göstergeler savaşı olduğunu da bir kez daha teyit etmekte. Ve bu karmaşanın kavranılamazlığının kamuoyu üzerindeki etkisi, Türkiye’nin oynadığı roldeki bir riyakârlığı, yani söylemsel bir İsrail karşıtlığına karşı ticari ilişkiler ve silah sanayiindeki işbirliklerinin da açığa çıkardığı bu küresel cephenin içerisinde yer almasının kamuoyu rızasına halel getirmeyişidir. Bunu sağlayan sadece söylemsel ve göstergesel araçların karmaşıklığı olmayıp, kamuoyunun da bu tür bir oyuna rıza gösterdiği bir madunluğa özgü o alt-riyakârlıktır.
Elbette ki bu tür karmaşaların dayandığı oldukça ikna edici çıkarsal ve kültürel nedenler ve etkiler bulunmakta. Ama tüm bunlar nihai olarak anlaşılamayacak, aldanılacak ve aldatılacak ölçüde karmaşık da değil. İşin özüne bakılırsa bununla ilgili duyarlılıklar da, her birikim noktasında basit operasyonlarla boşaltılarak iğdiş edilebilmekte. Sözgelimi muhalefetle sürdürülen abuk sabuk didişmeler ya da muhafazakâr hafıza avadanlığındaki araçsal aparatlar gibi. Nitekim son karikatür meselesi de buna dair oldukça kullanışlı bir araçtı. Bu tür bir araçsallığı üreten girişimin densizliği bir yana, karikatür bir kahramanı devrimci posterlere taşıyarak yücelten kamuoyu, buradan da tersini üretebilmesini bildi. Çünkü buna teşneydi ve bu tür bir boşaltıma ihtiyacı vardı. Ama yine de ortaya konulan karikatür tepkisinin kendisinin de nasıl da karikatür bir tepki olduğunun ise farkına varamayacaktır. Veya varsa da varmamış gibi yaparak ihtiyaç duyulan bir tür oyunu sahneleyecektir. Çünkü mesele özünde bir göstergeler savaşımıdır ve önemli olan gösterenin ne olduğu değil, nasıl algılandığı/algılatıldığıdır.
Kaynak: farklı bakış