Reklam Görüntülerine Tıklayarak Kitap Siparişi Verebilirsiniz


Fedakar KIZMAZ


15 Temmuz gazilerini salonlarda öldürmeyelim!

Fedâkar Kızmaz'ın " yeni" yazısı...


Derdimiz üzüm yemek, bağcıyı döğmek değil. Ama bağcı da üzüm yetiştirmeli sadece! Kıymetli olanı ne çabuk yok ediyor, ne çabuk harcıyoruz. Tertemiz olan her şeyi ne çabuk da kirletiyoruz. Doğal güzelliklerimizi olduğu gibi, doğuştan gelen asil duyguları nasıl da betona, çamura gömüyoruz. Nedense, sevdik mi “ölümüne” birini, sahip olamazsak şayet öldürüyoruz.

Hafta sonu (isim verirsek bağcıyı dövmek gibi olur) bir belediyemizin “kültür faaliyeti” olarak 15 Temmuz nöbetlerinde milletimizin meydanlarda yazdığı “gönülden duygular”ın, kitaplaştırılmış haliyle tanıtıldığı bir törene katılmak nasip oldu. Özenle hazırlanmış belgeselle “o gece” yi yeniden yaşadık; millet adına acıyla, ama gururla; hainler adınaysa utançla… Bir eksiklik vardı yalnız; o gecenin sembolü olan ezan ve sala seslerini duyamadık o nefret ve iftiharla seyrettiğimiz bombardıman ve direniş görüntüleri arasında. Aceleye getirilmiş, belki dikkatlerden kaçmış, bir hatırlatan da olmamıştır diye teselli ettik kendimizi birlikte izlediğimiz arkadaşlarla. Her koltuğa misafirlerden önce bırakılmış, aynı konseptle hazırlanmış çantaların içindeki kitaplar içeriğiyle de gayet kaliteli olmuş, emeği geçenlerin ellerine sağlık. 

Yalnız… Üst düzey Bakan, Milletvekili, Belediye Başkanları, partilerin çeşitli düzeylerdeki başkanlarının konuk olduğu törende özel davetli oldukları anlaşılan 15 Temmuz’un sembol gazileri de vardı. Protokolde yer ayrılmış kendilerine. İlk başta normal karşılamakla birlikte ilerleyen dakikalarda onların burada olmamaları gerektiği hissi oluşmaya başladı içimde. “Üst düzey” in irad ettiği, bir süre sonra da salonun azar azar boşalmasına sebebiyet veren (ne yazık ki bıktırıcı) o uzun konuşmalarla birlikte o içimdeki hissin yoğunluğu artıp o eli-ayağı öpülesi gazilerimize yönelik kızma/acıma karışımı bir duyguya evrildi. Gazilerimiz sahneye alınıp hızlı bir geçiş (tirilmek)le formalite tamamlanarak koltuklarına oturduktan sonra, artık onların varlıkları-yokluklarının bir anlamı yoktu kalabalığın nazarında. Her zamanki gibi gözler “makam sahipleri” nden başkasını görmüyordu; alkışlar onlar içindi artık. Ne konuşturuldular bir iki kelam ne de öyle hakkınca tebrik edildiler… 

Rahatsız oldum, kızdım önce davet sahiplerine, sonra gazi kardeşlerime; niçin figüranlığı kabul ediyorlar bu sahnelerde diye. Sen bütün dünyayı arkanda bırak, ölüm korkusunu öldür önce beyninde, çıplak bedeninle tankın paletlerinin önüne yat, tam şehadet şerbetini içecekken tankın (muhtemelen ruhunu satmamış saf Anadolu çocuğu) şoförü can havliyle frene bassın, güzelim şehadeti kıl payı kaçır… Sonra da gel, birilerinin yüksek emellerinin temellerinin atıldığı törenlerde aparatlığa arazı ol… Yok, yok, kabullenemiyor insan. Ekranlarda, fotoğraflarda hayranlıkla, imrenerek izlediğimiz, bir tankın altından kurtulup ikinci tankın altında kolunu kaybeden bir fedainin tek koluyla kapı çıkışında insanlardan bir aferin beklentisi içindeymiş görüntüsü verdiği o duruşlar gazilerimize yakışmıyor. Bu kadar ayakaltında olmamalı, bu ortamlarda boy göstermemeliler, her filmin figüranı olmamalılar diye düşünüyor insan. Uzaktan sevelim, hayranlığımız hep baki kalsın, yakınımızda olmasınlar fazla ki (varsa) eksiklerini-zaaflarını yakından görmeyelim; hep yüksekte olsunlar, düşmesinler gözümüzden.

Hele (olmaz diye umuyorum) bu tür törenlere bir bedel karşılığı geliyorlarsa, o zaman insan sormadan edemez; kardeşim sen o gece can hesabı yapmadan dikilmişsin kurşunun önüne, hangi ara dünyaya bağlandın, kimler çıkardı yoldan seni; yoksa şöhret olma duygusu mu seni getirdi bu salonlara? Kardeşim; politik hesapları olanlar yükselmek için basacak sırt ararlar her zaman, eğilme ki Allah’tan başkasının önünde, fırsatçılar o boşlukta omzuna basarak çıkamasın yukarılara.

O gece nasıl arkada bıraktıysan dünyayı, senin şöhretini ranta çevirmek isteyen politikacılara, din adamlarına, tüccarlara, sinemacılara da sırtını çevir, kıbleye dön, yüzünü Allah’a çevir; o gece transit geçen şehadeti gözle, yeniden nasip olur mu umudu ve duasıyla. Eğer unutur da dünyaya çevirirsen yönünü ve koşmaya başlarsan peşinden, yakalayamazsın. İnsanların imrendiği makamının onurunu koru, ortalıklarda fazla görünme ki saygınlığını muhafaza edebilesin. Yoksa salonlarda harcanırsın; yükseklerde gözü olanlar basamak olarak kullandıktan sonra bir daha görmezler seni, çünkü onların gözü yukarılardadır ve hep yükseklerdekilerin gözünün içine bakarlar…

Bir de; şehit yakını olduğunu, gazilik gibi bir nimete sahip olduğunu söyleme her ortamda üstüne basa basa; yanlış anlaşılırsın, övünüyormuşsun gibi bir algı oluşur çevrende. Hürmet, yerini kınamaya bırakır. Nimet ise şehitlik ve gazilik; fazla dillendirerek, başa kakmayla, dünyalığa devşirmeye çalışmakla heba edersin o nimeti.

Ne diyor Mevla Hucurat Suresinde; (Ey Muhammed) Müslüman olmalarını bir lütufta bulunmuş gibi sana hatırlatıyorlar. De ki: “Müslüman olmanızı bir lütuf gibi bana hatırlatıp durmayın. Tam tersine eğer doğru kimselerseniz sizi imana erdirmesinden dolayı Allah size lütufta bulunmuş oluyor.

Allah sana İslam gibi bir nimet vermişse, kulluğu O’na yaptığın gibi mükâfatı da O’ndan bekle. Müslümanlardan beklersen aferini, şeytan boynuna geçirdiği 99’lık tespihle dolandırır durur da ortalıkta, maskarası olursun insanların!

Ashab-ı Kehf ol! Seni saraylarda, mabedlerde, gökdelenlerde reklam amaçlı kullanmak isteyenlerden kaç, mağaraya sığın. Orası en güvenli yerdir çünkü. Allah istemediği müddetçe ölüm bile yaklaşamaz onun misafirlerine. Ne diyordu tepsi tepsi yiyecekler ve envai çeşit hediyelerle, hayranlıkla kendilerini ziyarete gelen zoru görmemiş İsevilere Maksimilyanus, Ashab-ı Kehf filminde; “Biz çeşitli şekildeki tanrılar ve onların putlarıyla mücadele ettik. Fakat teessüfle görüyorum ki, İsa’nın getirdiği hak dine, bu eski dine sızmalar olmuş. Buna çok dikkat etmelisiniz. Hiçbir zaman hak ve adalet kendiliğinden size gelmez. Bunu sağlayacak olan sizlersiniz.”

309 yıllık uykunun hikmetini soran bir hayrana diyordu ki Maksimilyan. “İki hikmeti var bunun; Biri bize biri de size. Bizim için olan, Allah’ın bütün kudretlere galip gelmesini görmüş olmaktır. Sizin için olanıysa ahirete inanıp bütün şüpheleri içinizden atmaktır.”

Bir keşişin, “Ben bu kutlu insanların, bu Allah erlerinin, bu azizlerin şehrimize gelerek bizi şereflendirmelerini istirham ediyorum. Hiç kuşkusuz bunların Filedelfiya’da bulunması şehrimize zenginlik getirecektir” derken; bir başkasının, “Bugünden itibaren Fledelfiya kilisesi bu azizlerden ötürü Roma’nın bütün kiliselerinden daha üstün olacaktır. Dünyanın dört bir yanından İsevi müminler akın akın Fledelfiya’ya geleceklerdir. Ticaret artacak, kazançlarımız misliyle katlanacak, işlerimiz büyüyecektir. Yeter ki bunlar şehrimize gelsin” diye onlar üzerinden hesaplar yaparken yedi arkadaşın şaşkınlıkla birbirlerinin yüzüne bakışları nasıl bir hayal kırıklığı yaşadıklarını anlatmaya yetiyordu filmde. Bir papazın, binlerce insanın tezahüratını göstererek, “İşte, halkın size olan sevgisini görüyor musunuz?” Sonra halka dönüp, “Kutlu Fledelfiyelıler, şehre doğru yola koyulmanızı istiyoruz. Bizler de sizlerin peşinden geleceğiz. Gidin ve Fledelfiya’yı süsleyin. Bugünden itibaren şehrimizden sevinç ve mutluluk çığlıkları yükselecek.” Sonra Ashab-ı Kehf’e dönerek, “Hep beraber şehre dönelim ve bu ilahirahmeti şehrin halkıyla kutlayalım” deyince, Maksimilyan sözünü keserek, “Ekselansları, eğer izin verirlerse biz bir saat sonra yola çıkalım efendim” diyor. Niçinini de şöyle izah ediyor: “Galiba kendimize gelmek ve mevcut şartları algılamak için benim ve dostlarımın biraz yalnız kalmaya ihtiyacı var, efendim.” Kralın danışmanı devreye giriyor o an ve “Belki bu daha iyi bir fikir, hem karşılama merasimi için biraz zaman kazanmış oluruz. İzdihamı önlemek için biz askerlere gerekli emri vereceğiz. Merak etmeyin” derken, giderayak son sözünü de söylüyordu papaz efendi: “Sizleri dört gözle bekleyeceğiz, çabuk gelin.”Maksimilyan ve arkadaşları mağaraya girince dışarıdakilerden biri, “Onlar bizlerden çok farklı, biz onların anladıklarını asla anlayamayız. Bu mucize Allah’ın bize sunduğu bir bereket ve kendimizi toparlamamız için bir fırsattır. Eğer gaflet eder de bu nimetin kadrini bilmezsek hiç kuşkusuz bu nimet elimizden alınır” diyordu. Peki, içerde ne konuşuyordu yedi arkadaş?

“Biz hatalı kullardan başka bir şey değiliz. Kendimizi bunca lütuf ve inayete layık görmüyoruz. Allah’ın bu lütfunu tatmadığımız günlerde bize gösterdiği merhameti bu kadar açık görmediğimiz bir zamanda bütün ilgi ve bağlarımızdan kendimizi kopararak Allah’tan yana bir tavır ortaya koyduk ve Allah’ı seçtik. Ve şimdi bizi bağlayan bütün zincirlerden kurtulmuş bulunuyoruz. Artık Allah’tan başka hiç kimsemiz kalmamıştır. Ne yapmalıyız? Sizlerin de açıkça tanık olduğu gibi, maddi dünya, bütün insanlar emrimize amade. Biri bizi yönetiminin bekası için gerekli görürken, bir diğeri dünyanın en etkili keşişi olmak istiyor. Bir diğeri şehrin zenginleşmesi için, başka biri de ticaretin gelişmesi için bizi gerekli görüyor. Dünyanın bize kurduğu bu tuzağa karşı ne yapabiliriz? Bizim tek arzumuz, Allah’ın huzuruna varmaktır. Ne var ki 300 yıl geçmesine rağmen zincirlerimizle yeryüzündeyiz. Allah bizden daha iyi biliyor ki, bu karanlık dünya artık bize dar geliyor. Kendimi gittikçe daralan bir kafeste hissediyorum. Bu kafesten kurtulmaktan başka bir dileğim yok. Allah’ım, seninle aramızdaki yegâne mesafe ölümdür. Ölüm eğer bu mesafeyi ortadan kaldıracaksa and olsun ki arzum ölümdür. Bir kez daha dünya hayatına dönmek istemiyorum. Sana varmak için biz düzmece tanrılara karşı durduk. Eğer dünyaya bir özlem duymuş olsaydık zaten bu yola baş koymazdık. Yüce Rabbimiz, bizi yanına al, sana yalvarıyoruz.”

Ve dualarının kabulü… Dışarıdakilerden, mesajı anlayan bir papaz itiraf ediyordu: “300 yıllık bir uyku, bir günlük uyanış. Bir günlük bu olayda ne kadar çok mesaj var böyle.” Ama şu söz ne kadar da çarpıcı: “Biz bu yarenler topluluğuna yabancıyız. Halvetlerini böldüğümüzü düşünüyorum. Bugün de bitti. Güneş yarın bir kez daha doğudan doğacak. Ve o her zamanki sırlarla dolu hayat bizi bekliyor.”

Mağara yarenleri olmalı gazilerimiz. Çekilmeli kendi doğal çevrelerine ve kendilerini dünyanın süslü şan-şöhret, makam-mevki, mal-mülk tuzağına çekmeye çalışanlardan veya kendileri üzerinden dünyaya hâkim olmak isteyenlerden uzak durmalılar, derim. 

Şehitlerin sembol ismi Ömer Halisdemir’in ailesi ilk duruşu sergiledi geçtiğimiz günlerde. “Her ne amaçla olursa olsun artık yavrumuzun adının kullanılmasını istemiyoruz” dediler. “Birileri oğlumuzun kanı üzerinden dünyalık devşirecekse biz buna izin vermiyoruz.”

Şehitlerimizin, gazilerimizin yakasından düşelim. Gerçekten seviyorsak, saygımız, hürmetimiz varsa bu manevi rütbeleri; bırakalım Allah’a. O bizden daha çok sever, korur, kollar onları.

Zaten sevginin fazlası değil mi Meryem’i, İsa’yı putlaştıran. İyi bir kul ve rehber olan âlimleri tanrılaştıran, onlara fazla muhabbet ve inanç değil mi? Yeryüzünün her yanını heykellerle doldurup önlerinde secde ettiren hayranlığın aşırısı ve yanlışı değil mi? 

Çok sevince bizim olsun istiyoruz; elimizin altında, emrimizde. Yar edemez, kendimize mal edemezsek; başkasına olmasın diye yar, öldürüyoruz fazla sevgiden.

Bülbülün sesine, papağanın diline âşık oluyor, kafese tıkıyoruz hemencecik sahiplenme dürtüsüyle. Yeter ki benim olsun, özgür olmasa da olur.

Bir güzel yeşil alan, bir temiz sahil bulunsa konduruyoruz hemen betondan evleri, kapatıyoruz toprak, yeşil, mavi ne varsa; sonra yeni güzellikler arıyoruz mutluluk adına. 

Trabzon Uzungöl’e ait bir tablo vardı duvarda. Arkadaşım çok beğendi; duydum, ilk fırsatta soluğu orada almış. 15 günlüğüne gittiği tatilden henüz üçüncü günü döndüğünde siniri hâlâ üzerindeydi. “Bu resimle oranın uzaktan yakından alakası yok; her taraf beton yığını olmuş!” diyordu tabloyu göstererek. Dedim ona: “Sorsaydın keşke, çünkü bu tablo 25 yıl önceki Uzungöl. Seveni çok olunca böyle oluyor işte!”

Sözün kısası; Çok sevince ya yok ediyor, ya öldürüyoruz. Hiç olmazsa 15 Temmuz hatırası şehitlerimizin emanetlerine sahip çıkalım, gazilerimizi öldürmeyelim salonlarda, sahnelerde, kürsülerde. Allah’la aralarına girmeyelim. 

Gaziler! Allah’ın verdiği nimetin kıymetini bilin; ucuz olan geçici heveslere kapılıp değersiz şeylerle değişmeyin, satmayın…

Not: Bu yazı, Özgün İrade Dergisi Ekim 2016 sayısında yayınlanmış olup15 Temmuz’un yıldönümü vesilesiyle “yeniden” yayınlıyoruz.

 

 

Uyarı! Yapmış olduğunuz yorumlar incelendikten sonra onaylanacaktır onaylandıktan sonra gözükecektir


Resimlere Tıklayarak Kitap Satın Alabilirsiniz

YAZARLAR