Tarih: 12.09.2022 15:08

Yolsuzluk, siyasal İslamcılık ve ‘mahalle’nin sınavı mı?

Facebook Twitter Linked-in

Ekopolitik Düşünce Merkezi’nin Kurucusu Tarık Çelenk “Endülüs, Bağdat veya Horasan Rönesansı karşı aydınlanmasından 400 yıldır mahrum bırakılan Müslüman halklar için bir ahlak ve vicdan felsefesi oluşamamıştır” diyor.

YOLSUZLUK VE HIRSIZLIK FARKI

Uzun süre önce Maruf bir ilahiyatçımızın 21 Aralık 2014’te Yeni Şafak’ta yayımlanan yazısı dikkat çekiciydi. Yazıda “Yolsuzluk başka hırsızlık başkadır” ifadesi kullanılmıştı. “Yolsuzluk da ayıp, günah ve suç olduğu halde tarifi ve hükmü bakımından hırsızlık değildir, hukuki sonuçları ve cezası farklıdır” yorumu ne yazık ki muhalif kamuoyunda tepki çekse de mahallede pek karşılık bulamamıştı. Sayın hocamız, muhalif çevrelerin tepkisi üzerine açıklamasına getirdiği şerhte, rüşveti ve makyavelist yöntemi değil “Yüce davanın siyaseti” kavramını kastettiğini belirtmişti. Anlaşıldığı kadarıyla bu ifade kendi geleneğinin Kelam anlayışı ve vizyonuna dayanmaktaydı.

Hocamızın kastettiği bu mudur veya değil midir bilinmez ama ne yazık ki dünya yolsuzluk indeksi sıralamasında başta ülkemiz olmak üzere Iran, Endonezya, Malezya, Tunus, Mısır, Cezayir ve Filistin’in zamanındaki İslamcı yönetimi gibi, Siyasal İslam eğilimli iktidarların yolsuzluk puanı yüksekliği ilk 56’yı aşmakta.

Cezayir’de 1990’da İslami Selamet Cephesi yerel seçimlerde ilk başarısını göstermişti. 1994’te ise Türkiye’de İslamcı siyaset, yerel yönetim seçimlerinde başta İstanbul ve Ankara olmak üzere başarı kaydediyordu. Artık seküler Devletin kurumsallaştıramadığı demokrasi, politik ve bürokrat sınıflarının yolsuzluklarını önlemeye yetemiyordu. Alt ve orta sınıflar eziliyordu. Elit olmayan taşra ve orta sınıflar yolsuzluklara karşı çıkış arıyorlardı. Zira kurucu ideolojinin bir kısım elitlerinin yolsuzlukları alt yapı hizmetlerini ve tüm yerel yatırımları bu anlamda engelliyordu. Yeni bir şey vadeden İslamcı siyasetin yürüyüşünün önünü, devlet elitleri artık yerel yönetim seçimlerinde kesemiyordu.

Mahalle örgütlenmesi tabanlı Millî Görüş kadroları, merkez sağ ve solun yolsuzluklarla yıprattığı, alt yapı yatırımlarını ve temel belediyecilik hizmetlerini tekrar canlandırdılar. Refah-Yol ve Ak parti iktidarında da bunların somut toplumsal örneklerini verdiler. Bugün de dünya yolsuzluk endeksinde rekora koşmamıza rağmen, hala altyapı ve sosyal hizmetlerinin İslamcı siyaset ile devam edebilmesi, seçmen kitlesi davranışının anlaşılabilmesinde bizlere bir delil teşkil etmekte. Muhtemel, ilahiyatçı Hocamızın, topluma karşı bir sorumluluk olarak yolsuzluk ve hırsızlık farkı vurgusunda bu tespitin bir yeri olabilmekte. Belki de mahalle yolsuzluğu, popülist siyasette hizmette bir sorun değil, yatırımların motivasyon aracı olarak, bilinç üstünde kabul etmekte. Ancak aynı Mahalle ileride muhalefetten iktidara gelebileceklerin, var saydığı potansiyel yolsuzluğu ise hizmet ve yatırımların önünde eski tecrübesine binaen hırsızlık tanımına katıp, engel kabullenmekte. Bu durum, sokaklar ve kahvelerde söylendiği rivayet edilen “yolsuzluk ehline helal ehli olmayana haram” söylentisini de bize çağrıştırmakta.

İSLAMCILIK, SİYASAL İSLAM VE MAHALLE

Çoğu halkları Müslüman olan ulus devletler, Fransız laikliğini kamuda otoriter ve jakoben mantıkla yorumlamışlardı. Bağımsızlığını savaşarak elde etmiş İmparatorluk varisi Türkiye ve eski sömürge Cezayir, Tunus gibi devletlerde de sistem, siyasal İslam’a karşı duyarlı kurgulanmıştı. Bu ülkelerdeki genellikle başta Millî Görüş ve Müslüman Kardeşler v.b hareketler ise sisteme karşı şiddet kullanmaya karşıydılar. Halkın bir şekilde kendi yanlarında doğal olarak bulunduğu var sayımıyla, kanun ve kurallara uygun demokratik mücadelenin sonuç getireceğini biliyorlardı. O açıdan da zaman zaman son dönemlerde liberal demokrasi söylemine de sahip çıkıyorlardı.

Siyasal İslamcılık genelde Sovyetlerin Afganistan’dan çekilmesiyle, İran İslam devrimi süreciyle Mısır’da Müslüman Kardeşlerden 1940’lardan bu yana teorik zemini bulunan gelenekten kopuk bir modern ideoloji. Burada önemli olan Siyasal İslam tabirinin Abdülhamit ve Said Halim Paşa İslamcılığından ayrılması sorunudur. İslamcılık ideolojisi, görünürde Müslüman halkların banisi Halifenin liderliğinde tek devlet-Osmanlı imparatorluğunun çatısı altında kolonyalist ve emperyalistlere karşı halkların toplanmasını içeriyordu. İslamcılık, çökmekte olan bir imparatorluğun beka ideolojisiydi. Ayrıca o dönemde Said Halim ve Mizancı Murat gibi tamamen batıda eğitim alan ana dili Fransızca olan aydın yöneticiler, İslamcılığa derinlik de katıyorlardı. Bu aydın yöneticiler, modernitenin köklü eleştirilerini batıdaki gelenekçi akımdan da etkilenip felsefi yaklaşımla yapabiliyorlardı. Bugünkü sığ Siyasal İslamcılara baktığımızda, bu aydın devlet adamları ideolojilerine çok daha nitelikli entelektüel kılıflar da giydirebiliyorlardı. Bir bakıma Siyasal İslamcılık sınıfsal ve popülist bir hareketle, devleti ele geçirme ideolojik cereyanı, İslamcılık ise bir imparatorluğun beka ideolojisi olarak var olmuşlardı.

Belirttiğimiz gibi Siyasal İslam ise ulus devlet dönemi ve ideolojiler çağında köktenci bir ideoloji yaratarak ezilen bir sınıfın tepkisel iktidarını örgütlüyordu. Özellikle, Türkiye dışındaki Siyasal İslamcıların Lübnan, Basra, Mısır’dan tutun Pakistan’a, eğitim olarak da El Ehzer’den, Asya medreselerine uzanan, Şii’lik ile de karışık bir yeni bir oluşumu vardı. Bazen köktenci ve Osmanlı karşıtıydılar bazen de Sosyalizm ve Liberalizm’den etkilenmişlerdi. Modern döneme aittiler. Yöntemde pragmatisttiler. Teorisyenleri vardı ancak filozofları hiç yoktu.

Türkiye’deki orta yolcu Millî Görüş hareketi ise devletle hep barışık olmaya dikkat etti. Devleti Osmanlı İslamcılığı ile gerçek bekasını sağlayacağına iknaya çalıştı. Öyle ki M. Kemal Atatürk’ü bile bu denkleme, tarihi geçmişte siyaseten görünürde dahil etmeye çalıştı. Ancak söz konusu uluslararası İslamcı hareketlerle de Millî Görüşün iletişimi vardı. Bu bazen devlet ve uluslararası aktörler için de cazip bir şeydi. Hareket adeta Abdülhamit ve Sait Halim paşanın İslamcı derinlikli devlet siyasetini Millî Görüş ideolojisi adı altında yerli ve milli Türk tipi bir Siyasal İslam ideolojisine kodifiye etmeye çalışıyordu. Hareketin devlet ile bir sorunu kalmadığını gören mahalle de şeksiz ve şüphesiz artık bu yeni siyasetin arkasında saf tutmaya başlamıştı.

SİYASAL İSLAMCILIK VE YOLSUZLUK

“Din güzel ahlaktır” Hz. Muhammet (a.s)
Tarihsel ezilmişlik ve mağdurluğa kitlenen mahalle için İslamcılardan oluşan yeni üst sınıf ve alt sınıf ayrımı önemsizdi. Kimlik esaslı üst sınıf yolsuzluğu, bir bakıma kamudan servet transferi yaparak yeni siyasi kimliğin güçlenme aracıydı. Ezilenler, Cumhuriyet elitleriyle hiçbir zaman ulaşamayacakları lüksü kendilerine benzeyenlerin ezerek kullanmalarını bir özdeşim ile seyrediyordu.

Sırf Türkiye değil, Malezya, Endonezya, Filistin veya Tunus gibi batıya açık İslam ülkelerinde sistematik bir yolsuzluk problemi daha sıkça kendini açığa vurmakta. Hatta Mısır’da merhum Mursi dönemi bile benzer şayialarla anılmakta.

Malezya eski başbakanı veya Endonezya, eski devlet başkanları bir şekilde tasfiye edildiler. Belki de özel durum olarak bu tasfiyeleri sistematik bir yolsuzluğun parçası olarak da görmeyebiliriz.
Ancak bilinen İslam ülkelerinde sistematik yolsuzluğun yargılanma güçlüğünü, Rusya örneği ile özdeşleştirebiliriz. Zira Rusya’da merkezde lider, devlet ve oligarklar iç içedir. Kuvvetlerin ayrılığı değil birliği mevcuttur. Para tamamen siyasidir. Gerektiği zaman el değiştirebilir. Kimin üst düzey zengin olup olamayacağına devlet-lider karar vermektedir.

Bugün Siyasal İslamcılık, ülkemiz ve İslam dünyasında gerek ülke ve gerekse uluslararası elitlerine karşı, mazlumların kimlik ve sınıfsal mücadelesi olarak cereyan etmektedir. Şiiliğin Takiye veya Makyavel’in yöntemleri uyarlanarak Siyasal İslam anlayışı, ideoloji kılıfı altında bir sınıfsal iktidar mücadelesinin adı olmuştur. Fikri ve felsefi derinliği olmayan bir hareketten kurallı bir kitlesel etik ve vicdan da beklemek zordur. Sorun bireysel değil kitlesel ahlakın tanımından kaynaklanmaktadır. Ranta ve kamu kaynaklarına bağlı bir yaratılan sınıftan nasıl bir kültürel iktidar beklenir anlamak da mümkün değildir.

SONUÇ YERİNE

Endülüs, Bağdat veya Horasan Rönesansı karşı aydınlanmasından 400 yıldır mahrum bırakılan Müslüman halklar için bir ahlak ve vicdan felsefesi oluşamamıştır. Din sadece Kelam ve Fıkhın kutsal halife-devlet anlayışıyla sınırlanmıştır. Siyasal İslam kendini, sadece Jakoben elitist laiklere karşı bir var oluş kavgası ve iktidar mücadelesinin kahraman aktörü olarak görmüştür. Bu mücadelenin temel yakıt da ahlak felsefesi değil ancak para-sermaye olmuştur. Sistematik yolsuzluk zaman zaman var olma mücadelesinin bir parçası olmasına karşın, kendilerince hırsızlık ile kesin ayrışmaktalar. Hırsızlığın ise ancak bireysel bir suç olarak ve yoksullar için haram kabul edildiği izlenimi vermekteler.

Ortadoğu veya Uzakdoğu da dünyanın sermayesini ele geçiren Müslüman para ve iktidar sahiplerinin, başta kendi ülkelerine ve dünyaya neleri verebildikleri, hamaset ile motive olabilen mahallelerin gözünden kaçabilse de, evrensel vicdanın dikkatinden kaçmayacaktır.

Bir zamanlar Tansu Çillerin meşhur gaflarından biri olan ”Cenabı Allah’ı size emanet ediyorum” sözü çok konuşulurdu.

Bugün de mütedeyyin mahalle adeta din ve Allah’ı siyasete emanet etmiş izlenimi vermekte.
Bırakalım din Allah’a emanet olsun.

 

Kaynak: Farklı Bakış




Orjinal Habere Git
— HABER SONU —