Yetim Peygamber´in yetim ümmeti

Mustafa KASADAR

Yetim Peygamber´in yetim ümmeti

Dünyanın cehalet karanlığında yüzdüğü, zulüm ve haksızlıkların had safhaya ulaştığı bir dönemde Allah Resulü bir güneş gibi Mekke´den doğdu ve bütün insanlığı aydınlattı. Onun gelişi ile birlikte her şey yer değiştirdi. Zulüm ve haksızlıklar gitti, adalet geldi; kölelik gitti, hürriyet geldi; zillet gitti, izzet ve şeref geldi; kabileler arası çekişme ve soy sopla övünme gitti, fazilet yarışı geldi; kin ve adavet gitti, kardeşlik geldi; zorbalık gitti hilm ve şefkat geldi; batıl gitti hak geldi. Bütün bu faziletlerin o topluma egemen olması neticesinde Allah Resulü´nün yaşadığı bu çağ, çağlar arasında özellikleri itibarı ile Saadet Asrı oldu. Bu çağı ?Saadet Asrı? başka bir ifadeyle de ?Altın Çağ? yapan şey demek ki bu çağda yaşayan insanların yüksek ahlaki değerlere sahip olmalarıdır.

O sahabiler bu kıvama nasıl geldiler? Tabii bu pek kolay olmadı. Önce zorlu Mekke yıllarında açlık ve korku ve işkence ile imtihan edildiler. Sonra Medine İslam Devleti´nin kurulması ile birlikte savaş, cihad ve ganimetlerle imtihana tabi tutuldular. Ama her birisinden de alınlarının yüz akıyla çıkmayı başardılar. Ne fakirlik endişesi, ne düşman korkusu ve ne dünya nimetlerinin bir sağanak gibi üzerlerine yağması onları hak bildikleri yolda yürümekten geri çevirememiştir.

 

 

 

Darlık, yokluk ve yoksulluk onları ümitsizliğe, karamsarlığa itmediği gibi varlık da onları şımartmamış Kur´ânî ifade ile ?mutraf?  yani şımarık zengin yapmamıştır. Eğer onlar o çağda Allah Resulü´nün izinde yürüyerek insanlığın tarih boyunca bir benzerini bir daha asla göremediği o en yüksek ahlaki vasıflarla donatılmış ilk İslam toplumunu inşa etmiş olmasalardı hiç şüphesiz ki o çağ; Saadet Asrı / Mutluluk Çağı olmazdı. Nitekim daha önceki peygamberlerden birçokları kavmi tarafından yalanlandığı için bulundukları yerleri İlahi emirle terk etmişler ve o milletlerin başlarına türlü belalar yağmıştır.

Nitekim  Allah Teâlâ sahabileri insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmet olarak nitelemiş ve onlar hakkında şöyle buyurmuştur: ?Siz, insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. Marufu emreder, münkerden nehyeder ve Allah´a iman edersiniz.? (Âl-i İmrân, 110)

Aynı şekilde bizler de, bu ümmetin en hayırlılarına uymakla ve onların yoluna aykırı bir yol tutmamakla da mükellefiz. ?Muhacir ve Ensâr´dan [İslam´a giren] ilk öncüler (es-Sâbikûn el-Evvelûn) ve de ihsan ile onlara tâbi olan kimselerden Allah razı olmuş ve onlar da Allah´tan razı olmuşlardır. Allah onlara, içlerinde ebedî olarak kalacakları, altlarından ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır. İşte büyük kurtuluş budur.? (Tevbe, 100)

O toplum öyle bir toplum idi ki kendileri de muhtaç oldukları halde başkalarının ihtiyaçlarını kendi ihtiyaçlarının önüne geçirirlerdi. Nitekim Rabbimiz onları şu şekilde övmektedir: ?Onlardan (muhacirlerden) önce o yurda (Medine´ye) yerleşmiş ve imanı da gönüllerine yerleştirmiş olanlar, hicret edenleri severler. Onlara verilenlerden dolayı içlerinde bir rahatsızlık duymazlar. Kendileri son derece ihtiyaç içinde bulunsalar bile onları kendilerine tercih ederler. Kim nefsinin cimriliğinden, hırsından korunursa, işte onlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.? (Haşr, 9)

Yine bir Rebiülevvel ayındayız ve yine o karanlıkları aydınlatan Nur´un doğuşunu bir kez daha anıyor, yetim büyüyen bir peygamberin mahzun ve hüzünlü halini gözümüzün önünde canlandırmaya çalışıyoruz. Ama bu gün öyle kötü bir haldeyiz ki ümmetin milyonlarla yetimi, evsizi, aç ve susuzu var. Bir tarafta da ümmetin bu yetim yavrularını, açlık ve sefalet kuru bir iskelet haline gelmişken diğer taraftan tüketim kölesi olmuş, ümmetin milyonlarla ifade edilen yetim evlatlarını aklının ucundan dahi geçirmeyen patlayıp çatlarcasına tıkınan ama ahirete, hesaba, kitaba inandığını iddia eden bir güruh var.

Bugün öylesine karanlık, öylesine zulümlerle dolu bir devirden geçiyoruz ki, dünyada akan kan yalnızca Müslüman kanı, işgal edilen beldeler yalnızca İslam beldeleridir. Gün geçmiyor ki İslam coğrafyasının bir başka bölgesinden felaket haberleri işitmiş olmayalım. En son Suriye´ye ağlarken şimdi de Yemen´de daha ağır bir insani kriz ortaya çıktı. Manzara korkunç. 18 milyon Müslüman aç ve açıkta. O yüzünü dahi erkeklere göstermekten sakınan Müslüman bacılarımız evsiz barksız sokaklarda. Mal, can, namus emniyeti yok olmuş. Açlık ve sefalet bir bölgenin değil, bütün bir ülkenin sorunu haline gelmiş. İnsanlığın en büyük acısı burada yaşanıyor.

Peki, kim yaşatıyor bu acıları? Şiiliğin menfaatlerini dininin önüne geçiren İran ve saltanatının çıkarlarını İslam´dan ve Müslümanlardan daha önemli gören Vehhabi Suud. Bu iki güç her gün Yemenlilerin üzerlerine milyarlarca liralık bombalar atarken savaşın bir aylık maliyetine dahi denk düşmeyecek bir harcamayı evlerini başlarına yıktıkları insanlara bir dilim ekmek vermeyi aklılarına dahi getirmemektedirler.

Peki, Müslümanların geri kalanı nerede? Onlar da seyirci. Peki, zalimlerin karşısında susan, hatta susmayıp mazlumdan yana değil, zalimden yana tavır alan böyle bir topluma Allah Teâla merhamet eder mi?

Bizler bu gün yetim bir peygamberi anarken, onun yetim olarak büyümesinin hüznünü dile getirirken, yetim bir peygamberin ümmeti olduğumuzu hatırlatırken; bir o kadar da ümmetin de bu gün yetim olduğunu hatırlamak ve hatırlatmakla mükellefiz. Zira ümmetin babası hilafettir. Hilafetin kaldırıldığı günden beri ümmet başsız ve korumasızdır. Bu gün İslam dünyasının tarihin hiçbir döneminde olamadığı kadar aç ve susuz insanının olması, yetiminin olması ümmet olamamasından kaynaklanmaktadır. Arakan´dan Bosna´ya, Çeçenya´dan Yemen ve Somali´ye kadar uzanan bu geniş coğrafyada milyonlarca yetim ve on milyonlarca aç din kardeşimizin olması bize utanç olarak yeter. 

Bıçak soksan gölgeme,

Sıcacık kanım damlar.

Gir de bir bak ülkeme:

Başsız başsız adamlar...