Reklam Görüntülerine Tıklayarak Kitap Siparişi Verebilirsiniz

Yaşamak Yerine Yazmak

Nevzat Güngör yazdı

Yaşamak Yerine Yazmak

Otuz yıl süren bir mahpusluğun ardından üç yıldır “dışarıda” yaşamaya, yazmaya ve birbiri ardına kitaplarını yayımlamaya devam eden Nevzat Güngör ‘ün, 5.’si 6-11 Temmuz tarihleri arasında Fas’ın başkenti Rabat’ta yapılan Dünya Sosyoloji Kongresi’nde sunduğu tebliğin metnini Yeni Pencere okurları için yayımlıyoruz. 

Ya ölürüm ya da deliririm!” diye düşündüm cezaevine atıldığımda. Resmî kayıtların tersine daha on sekiz yaşında bile değildim. On altı gün gözaltında kalmış ve her türlü işkenceye tâbi tutulmuştum. Bedenimde bir sürü yara bulunuyordu, Filistin askısı denen işkence yöntemi nedeniyle kollarımı kullanamıyordum ama o beton duvarlara, demir kapıya, onlarca kişinin tıkıştırılmış olduğu o “koğuş” denen mekâna kapatıldığımda “Ya ölürüm ya da deliririm! Ben buradan kesinlikle sağ çıkmam!” diye düşünmüştüm. İşkenceyle bedenimde yaratılan yaraların neredeyse tümü iyileşti iyileşmesine de ruhumdaki yaralar zamana direnmekle de kalmadılar, bir tür ölümsüzlük kazandılar. Cezaevine düştükten iki ay sonra büyük bir bunalım yaşadım. Yerinde duramayan hiperaktif birisiydim ama işte demir ve betondan bir kutuya hapsedilmiştim. Nefes alamadığımı hissediyordum ve sürekli gökyüzüne bakma istemiyle yanıp tutuşuyordum. Havalandırma denilen avluya benzeyen yüksek duvarlarla çevrili yere çıkarıldığımda sırtımı duvara dayar ve başımı gökyüzüne dikerdim. Havalandırma saati sona erip de koğuşa kapatıldığımda ise koğuşun üst bölümüne çıkar ve demir parmaklıklarla kaplı pencereye başımı yaslayarak gökyüzüne bakmaya başlardım. Uykusuzluk da çekiyordum artık. Uykuya daldığım o kısa anlara ise kâbuslar eşlik ediyordu.

Hayır, delirmedim.

Ve ölmedim de.

Tam da ruhumun kırılarak paramparça olacağı noktada kendimi kitaplara gömdüm, romanlara, hikâyelere hapsettim. Bedenim tutsak olabilirdi ama ruhum ve yüreğim o romandan diğerine, o hikâyeden öbürüne kanat çarpmaya başlamıştı.

Evet, otuz yıl cezaevinde kaldım ve en önemlisi de bu otuz yılın on sekiz yılını F tipi diye nitelendirilen tecrit ile izolasyonun katı bir şekilde uygulandığı; bir, iki ya da üç kişinin kaldığı hücrelerden oluşan yüksek güvenlikli cezaevlerinde geçirdim.

Yaşadığımız coğrafyada müebbet tutsak olmak

Olayın politik boyutu ve tarihsel arka plânı bir tarafa, müebbet hapis cezası almak ve daha çocuk yaşta cezaevinin dört duvarı arasına konulmak aslında zamana yayılan bir tür ölüm hâlidir. Sistem, özellikle de F tipi cezaevlerinde uyguladığı katı tecrit politikalarıyla tutsağı toplumsallıktan soyutlamakla kalmaz; onun özne olma hâlini, kimliğini bile parçalamayı amaçlar. Tam da bu noktada “panoptikon” kavramı kullanılabilinir ama yetersiz kalacaktır. Elbette görüntü ve ses kaydeden kameralar her yerdedir. Tutsağın neredeyse her ânı kontrol altındadır, bir makinenin dişlileri arasında nefes alması bile ‘izne’ bağlanmaya çalışılır. Fakat bu sadece iktidarın bakan ve gören “göz”e dönüşmesi de değildir; “göz”ün yanında iktidar, yumruğa dönüşebilen “el”dir de! Gerek gördüğünde “hizaya sokmak” için ânında devreye girer. Aşırı katı kurallar ve izolasyon birleştiğinde -bedensel boyut bir tarafa- rûhen dağılmış bir kişi ortaya çıkar. Hannat Arendt’in dediği gibi tutsak artık “dünyasızlığa” aittir. Vüsat O. Bener’in edebî yazılarında tanımladığı “yaşamazlık” hâli de bu durumu ifade etmek için kullanılabilinir. Nihayetinde bedenen yaşlanan tutsak, anlamlı bir geçmişe sahip olmadığı için iktidarın yarattığı “zamansızlık”ta rûhen aynı noktaya çakılıp kalır.  Mevcut durumda tutsak, “çocuk yaşlı ya da yaşlı çocuk”tur;  bu da ruhsal anlamda bir tür sakatlık hâlidir.

Tam da bu noktada yazmanın ve elbette okumanın, direnmenin en temel yollarından biri olduğu gerçeğini dillendirmek gerekiyor. Ama elbette bu öyle kolay bir şey değildir. Yazmak için en basitinden bir kaleme ihtiyaç vardır, kâğıt ya da uygun bir deftere… İktidarın çıplak yüzüyle karşı karşıya olunan böylesi bir mekânda, bir kalem bile tutsağa karşı silah olarak kullanılır. Yoksunluğun ve yokluğun mekânları olan cezaevlerinde kâğıt, kalem ya da bu tür bir şey, iktidarın kendi güçlülüğünü gösterdiği enstrümanlar hâline gelir. Sonra bir de yazmak için en azından basit bir masa ve sandalyeye ihtiyaç vardır. Bunlar elde edildiğinde bile kıyametin tam ortasında ve de katı tecridin pençeleri arasında yaşama tutunmaya çalışırken bir tür tercih edilmiş yalnızlığa da ihtiyaç duyulmaktadır. Kıyametin gürültülerine sağır kalınmak neredeyse imkânsızdır ama öte taraftan bu bir mecburiyettir de.  Peki yeterli midir? Elbette hayır! Hücre adlı o daracık mekânda diğer tutsaklarla da sağır kalınmalıdır. Yani yapılan şey, bir tür işkence olan katı tecrit koşullarında yalnızlığın tercih edilmesidir. Elbette oldukça çelişkili bir durumdur bu. Dayatılan yalnızlık, bir işkenceyken tercih edilen yalnızlık özgürlüktür! Hiç ama hiç kolay bir durum değildir bu! Makro iktidara karşı direnen örgütler, iktidar ilişkilerinin “doğası” gereği bir tür mikro iktidara dönüşerek iki ya da üç kişinin kaldığı bir hücrede bile kendi kural, yasak ve sınırlarıyla tutsak yazarı başka bir cendereye almaya çalışırlar. Benim yaşadığım şey ise, bu her iki iktidar odağına karşı bir tür “edebiyatla direnmek” hâlini sahiplenmek oldu.

Yazmak, sadece bir şeyler üretmek anlamına da gelmiyor. Hayır, devlet; cezaevi diye adlandırılan son derece sistematik ve katı zor aygıtıyla tutsağın özne olma hâlini yok etmeyi amaçladığından tutsak, kimliksizlik ya da iktidarın uygun gördüğü kimliği sahiplenmeye zorlanır. İktidar, tutsağı bir tür bitkiye dönüştürmeye çalışır: küçücük bir saksıda sadece nefes alırken dışardan gelen her türlü saldırıya karşı savunmasız olan tümden edilgen bir varlık! Bu noktada sistem, cezaevleriyle bir tür ‘zamansızlık’ hâli yaratır. Tutsak, bu zamansızlıkta naylon bir poşete hapsedilmiş bir yaprak gibidir.  Suya, yani zamana herhangi bir biçimde dokunmak bir yana, akacağı yönü ya da akma hızını bile belirleyemez. Döngülerin ortasında sadece kendisine dayatılmış olanı yaparak akar. Bu da zamanın dışına itilme gibi bir durumu ortaya çıkarır. Aylar, yıllar peş peşe geçip gider ama tutsak bunu “yaşayarak” bir tür geçmişe dönüştüremez. Öyle ya, bir hücredeyseniz ve neyi ne zaman yapacağınız, yemeği bile ne zaman yiyeceğiniz çok kesin şekilde belliyse o dört duvar arasında kaç yıl kalırsanız kalın, yine de gerçek anlamda bir geçmişe sahip olmazsınız, olamazsınız. Geçmişsizlik hâli bir tür hafıza yoksunluğuna da işaret eder. Çünkü dayatılmış olanı hep aynı şekilde yaşamak -bıktırıcı olmaktan da öte- çıldırtıcı bir tekrarı ortaya çıkarır, bu da nefes alınan ânı yıkılmaz bir hücre kılar. O hücrede yönünüzü bile bilmeden dönüp durursunuz sadece. Hatırlayış artık geçmişe yönelik bir şey değil, ânın tekrarından ibarettir. Duvarlar hep aynıdır, demir parmaklıklar, dikenli teller ve diğer şeyler de.. Gardiyanları yani hapishane görevlilerini insan olarak görmek yerine o duvarların ve de diğer şeylerin bir parçası olarak görürsünüz. Bildik anlamda insana dâir bir şey yoktur yani. Bir makinenin dişlileri arasında öğütülür, sonra yine öğütülür, tekrardan, bir kez daha öğütülürsünüz.

 

Devamı >>>



Anahtar Kelimeler: Yaşamak Yerine Yazmak

Uyarı! Yapmış olduğunuz yorumlar incelendikten sonra onaylanacaktır onaylandıktan sonra gözükecektir


YAZARLAR

Resimlere Tıklayarak Kitap Satın Alabilirsiniz

HABERLER