Tarih: 19.10.2020 12:10

‘Yapılmak istenen, hukukun keyfi bir millileşmeye tâbi tutulması’

Facebook Twitter Linked-in

Serbestiyet: Türkiye’de siyasetin öyle alanları var ki, orada iktidarın dikte ettiği dilin dışına çıkmak ancak ağır saldırılara maruz kalmayı göze almakla mümkün. Fakat iktidar bu alanları ve bu alanlardaki aktörleri kriminalize etmekle yetinmiyor; onları araç olarak kullanarak başka alanları da ‘düzlemeye’ çalışıyor. Geçtiğimiz haftadan iki örnek: Kürtçe bir tiyatro oyunu üzerinden sanat alanına; yöneticilerinin ‘PKK terörü’ ile bağlantısı olduğu iddiasıyla da doktor örgütlenmesi alanına müdahale etti. Muhalefetin, köpürtülen milliyetçi siyasetin etkisinden kurtulmadan iktidarın bu ‘yeni’ alanlara müdahalesine yönelttiği itirazlar, ister istemez güdük kalıyor. Yine öyle oldu. Muhalefet bu cendereden nasıl çıkacak?

Etyen Mahçupyan: Defalarca Kürtçe sahnelenmiş bir oyuna şimdi PKK ‘propagandası’ mesnediyle yasak getirilmesi ve Türk Tabipleri Birliği  Başkanının yine aynı nedenle kriminalize edilmesi bir tesadüf değil. İktidarın başrolde gözüktüğü bu stratejinin gerisinde, yeni bir devlet ve rejim inşası var. Yapılmak istenen, hukukun evrensel zeminden tümüyle kopartılarak keyfi bir millileşmeye tabi tutulması. Nitekim alt mahkemelerin Anayasa Mahkemesi kararlarına uymaması, ya da hukukun eğilip bükülmesinde rol alan ‘gayretli’ bir savcının Adalet Bakanı Yardımcılığına atanması da tesadüf değil. Hukukun ‘devletçi millilik’ çerçevesinde araçsallaştırılması açısından en işlevsel alan ise Kürt sosyolojisi ve siyaseti. Çünkü mesele Kürt hak ve talepleri olduğunda, Kürt olmayanlar hukukun çarpıtılmasına alışıklar ve devletin yanında durmaya daha yakınlar.

Muhalefetin bu gelişmelere karşı durabilmesi pek kolay değil… Çünkü ister laik ister dindar cenahta olunsun, bireysellikten tedirgin olan ve devletin yüceltilmesine dayanan bir ideolojik arkaplandan geliniyor. Devletle övünmeyi neredeyse kişilik ihtiyacı haline getirmiş olan bir zihniyet çerçevesine sahibiz.

Ancak eğer Türkiye kuralsızlıktan ve hamasetten beslenen bir kabadayı devlet olmayacaksa, muhalefetin bu kabuğu yırtması lazım. Bunun üç koşulu var…

Birincisi, büyük resmi görmek… Muhalefet siyasetin aktörü olarak AKP’yi, hele Erdoğan’ı gördüğü ölçüde kendi perspektifini daraltıyor ve kolay yolu seçmiş oluyor. Çünkü bugün Kürt meselesinden hukuka, Batı karşıtlığından savaş destekçiliğine bütün iktidar tasarruflarının ardında bir devlet dizaynı var. İdeolojik dizginleri elde tutan kaşarlanmış bir bürokrasinin AKP’yi koçbaşı olarak kullanmasına tanık oluyoruz. Keyfiliğin sağladığı imkanlarla kendi temelsiz hayallerini besleyen Cumhurbaşkanı da bu dizaynın doğal destekçisi durumunda. Dolayısıyla muhalefetin başlangıç noktası, Türkiye’de İttihatçı/Tek Partici tahayyüle uygun bir yeni rejim ve devlet-toplum ilişkisi inşa edilmekte olduğunun idrak edilmesidir. Gerçek bir muhalefet, ancak bu inşa çabasını bir bütün olarak karşısına almakla mümkün.   

İkincisi, kendi zihniyetinle yüzleşmek… Cesaret siyasi iktidara veya Erdoğan’a karşı çıkmak değil. Asıl cesaret, muhalefetin kendi zihniyetinin ürettiği ideolojik ve kimliksel prangalardan kurtulmak için uğraşması. Devlete ve devletçiliğe, milliliğe ve milliyetçiliğe mesafe alamayan bir muhalefetin, iktidar tarafından sistematik şekilde üretilen ‘devletçi milliliğe’ anlamlı bir alternatif oluşturması çok zor. Bu bağlamda muhalefetin bugüne dek doğal bulduğu ataerkil/otoriter zihinsel çerçeveyi yeni bir gözle sorgulaması şart. Farklı kimliklere hiyerarşik bakış, tarihe hamasi sığınma, özgür ve eleştirel düşünceden rahatsız olma gibi özelliklerin farkına varılması lazım. Muhalefetin devletten ve onun tanımladığı rehin alıcı millilikten özgürleşerek kendi tanımlarını üretmesi, ancak o zaman mümkün olabilir.    

Üçüncüsü, topluma güvenmek… Modernliğin sorun çözmede tıkanması ve küreselleşme ile birlikte Türkiye’de de son çeyrek asırda yeni bir toplumsal katman doğdu. Daha ziyade kentli, eğitimli, orta gelirli ve genç kuşaklarda yoğunlaşan bu katman, laik ve dindar cemaatlerin arasında yer alan, geçişkenliği yüksek bir grup ve her geçen gün genişliyor. Kendilerini insanlığın evrensel birikiminin parçası olarak görüyor; Batı dünyasının geliştirdiği hak ve özgürlükleri talep ediyor; her türlü hamaseti, boş lafı, övünmeyi rahatsız edici buluyorlar. Cemaatçi ve kimlikçi bir çoğunlukçuluğu değil, bireysel farklılıklara dayanan bir çoğulculuğu arıyorlar. Siyasi partilere bakarak toplumu anlamaya çalışırsak bu geniş grubun farkına varmayabiliriz. Çünkü bu grubun siyasi taşıyıcısı henüz yok. Muhalefetin esas bu kesimi taşımaya ve temsil etmeye soyunması, bu sosyolojik trendi siyasallaştırması gerekiyor.

Kısacası, muhalefetin alternatif bir devlet ve kamusal alan anlayışı geliştirebilmesi için gerekli sosyolojik taban mevcut. Bu taban çoğunluğu oluşturmasa bile, onsuz çoğunluk da mümkün değil. Ne var ki bunu becerebilmek için muhalefetin hem kendi zihniyetiyle yüzleşmesi, hem de karşısındaki devletçi dizaynın manevi baskısından silkinmesi lazım.

Dediğim gibi hiç kolay değil… Ama becerebilen parti Türkiye’nin önümüzdeki yirmi yılını belirleyecek, ülkeyi yeni bir ‘kuruluşa’ taşıyacak aktör olur.   




Orjinal Habere Git
— HABER SONU —