Reklam Görüntülerine Tıklayarak Kitap Siparişi Verebilirsiniz

Vasallığa doğru mu?

CHP 7. Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu yazdı:

Vasallığa doğru mu?

Ortaçağ Latince'sinde kullanılan “vasal” sözcüğü, “daha güçlü bir devletin koruması altına girme, ona bağımlı olma durumu”nu anlatan bir siyaset terimidir. Bu ilişki, tarihin hemen hemen her döneminde güçlü devletlerin başvurdukları bir yoldur. Osmanlı’da da, Roma’da da bunu görürüz. Günümüzde de bu gerçeği yaşamaktayız. Koruma altına alınan devletlerin (vasal) yöneticilerini bağlı ya da bağımlı kılmak emperyal güçler açısından çok daha avantajlıdır. Dolayısıyla bugün vasallık, yalnızca askerî ya da siyasî bir bağımlılığı değil; karar mekanizmalarının da dışarıya bağlandığı bir yapıyı tanımlar.

Bu politikalarıyla güçlü devletler vasal devletlerin iç sorunlarıyla uğraşmayı büyük ölçüde göz ardı eder, kendi ülkelerinin çıkarlarına koşulsuz hizmet eden bir bağımlı yapı oluştururlar. Buna dolaylı egemenlik kurma da diyebiliriz.

 

***

 

Suriye’de ve Suriye merkezli Orta Doğu’daki gelişmeler, Gazze’de yaşanan yıkım ve kıyım, Trump’ın İsrail’e neredeyse koşulsuz desteği, terör örgütü PKK’nın kendini feshetmesi ve silah bırakma sürecine girmesi, İran ve körfez ülkelerinde yaşananlar, Türk Devletleri Teşkilatı üyesi Özbekistan, Kazakistan ve Türkmenistan’ın KKTC’yi tanımazken Güney Kıbrıs Rum Kesimi’ne büyükelçi ataması, doğal olarak Türkiye’yi yakından ilgilendirmektedir.

Bu gelişmeleri Türkiye için “hayatî önemdeki gelişmeler” olarak tanımlayabiliriz. Türkiye için bir “bekâ meselesi” de diyebiliriz. Ancak özellikle de dış politikada sorunlar tarihsel ve coğrafî bir derinlik içinde ele alınmazsa sağlıklı ve kalıcı çözümler üretemezsiniz.

***

Türkiye, özellikle Trump’ın yeniden seçilmesiyle birlikte giderek artan biçimde ABD ile stratejik yakınlık kurma arayışına girdi. Suriye’de yaşanan gelişmelerle birlikte Orta Doğu’da adeta ABD’nin vekil aktörü gibi davranmaya başladı. Trump’ın “Suriye’nin anahtarı Erdoğan’da” söylemi Erdoğan’ın vekil aktör konumunu güçlendiriyor. Açıkça söylemek gerekirse Türkiye, Erdoğan iktidarıyla birlikte bu vasallık zincirinin giderek daha görünür bir halkası hâline gelmektedir.

***

Erdoğan’ın, İsrail ile çatışıyor gibi görünmekle beraber, sonuçta ABD’nin çizdiği çerçevenin dışına hiç çıkmadığını hepimiz biliyoruz. Amerikalı Rahip Brunson için söylediği, "Bu fakir bu görevde olduğu sürece o teröristi (Rahip Brunson) alamazsınız" cümlesi ve sonrası hepimizin belleklerinde. Benzer durum “Mavi Marmara” olayında da yaşanmış; Türkiye’de esip gürleyen Erdoğan, sonuçta Amerika’nın isteğine boyun eğmişti. Erdoğan, Türkiye’de İsrail karşıtlığını domine eden ve bundan beslenen ama arka planda ABD’nin isteği üzerine İsrail’in her talebini karşılayan bir aktör olduğu da unutulmamalıdır.

Türkiye’deki beklentilerini Erdoğan üzerinden karşılayan Trump, ayrıca İsrail ile Suriye yönetiminin yakınlaşmasını da sağlıyor. Yeni Suriye yönetiminin topraklarını işgal eden İsrail’e sıcak mesajlar vermesinin ABD’nin yönlendirmesiyle olduğunu da hepimiz biliyoruz.

Tüm bu ilişkilerde söz sahibi olanların ya da karar vericilerin İsmet İnönü’nün şu sözlerini asla ve asla unutmamalı: “Büyük devletlerle ilişki kurmak, ayı ile yatağa girmeye benzer. Uyurken bile gözün açık olacak.”

***

Acaba gözümüz açık mı?

Türkiye’nin, İsrail ile önce örtülü, daha sonra Azerbaycan’da resmen görüşmesi (10 Nisan 2025), ABD’nin bölgede alacağı kararların kısa sürede yaşama geçmesini sağlayacak gibi görünüyor. SDG/YPG’nin ABD tarafından meşrulaştırılması bunun tipik bir örneğidir. Ancak Türkiye’nin Suriye içinde özerk yapıların oluşmaması konusundaki duyarlılığı umarım sorunsuz karşılanır.

Trump Gazze için de “Gazze’deki Filistinliler çevre ülkelere yerleşsin bölgeyi devralıp Orta Doğu’nun Riviera'sı olarak yeniden biz inşa edelim” demişti. Ardından yaptığı açıklamalarda Filistinlilerin Gazze’ye dönüş haklarının olmayacağını söylemişti. Erdoğan medyasının hemen Gazze’deki Filistinlilerin başka bir coğrafyaya taşımasını “hicret” kavramıyla anlatması, tabanını bugünden yönlendirmeye çalışması Erdoğan’dan bağımsız düşünülemez. Ancak bu yönelimin, Avrupa Birliği nezdinde ciddi bir rahatsızlık ve güvensizlik yarattığı da gözden uzak tutulmamalıdır.

***

Bu gelişmeler, daha geniş bir tarihsel ve yapısal çerçevede değerlendirildiğinde, II. Abdülhamit dönemindeki stratejik ikilemleri hatırlatmaktadır. Abdülhamit’in izlediği denge siyaseti, İngiltere, Almanya, Fransa ve Rusya arasında manevra alanı kazanmayı hedefliyordu. Ancak bu strateji zamanla, hiçbir gücün tam güvenini kazanamayan bir Osmanlı'yı doğurdu. Sonuç; içeride istibdat rejiminin toplumsal muhalefeti tetiklemesi, dışarıda ise hızlanan toprak ve itibar kayıpları oldu.

Benzer bir şekilde, Erdoğan yönetimi de son yıllarda ABD, Rusya, AB ve Çin gibi güçler arasında denge kurma iddiasıyla hareket etti. Ancak bu çok yönlü sözde dış politika, zamanla hem Batı’nın hem de Doğu’nun gözünde "tutarsız", "öngörülemez" ve "ikili oynayan" bir aktör algısına yol açtı.

Bu bağlamda, Almanya Dışişleri Bakanı Annalena Baerbock’un, Dışişleri Bakanı Hakan Fidan ile planlanan görüşmesini iptal etmesi sadece sembolik bir diplomatik tepki değil, aynı zamanda Avrupa içindeki stratejik kırılmanın ve Türkiye’ye duyulan güvensizliğin açık bir göstergesidir.

Sonuç olarak Türkiye, bugün Batı tarafından bir yandan pragmatik nedenlerle iş birliği yapılan bölgesel bir vekil aktör olarak kullanılmakta; öte yandan ise stratejik özerklik arayışları, kurumsal zayıflık ve iç siyasî eğilimler nedeniyle sistematik olarak dışlanmaktadır. İtalya Başbakanı Giorgia Meloni’nin Erdoğan’a göçmenler dolayısıyla teşekkürü, aslında Türkiye için utanılacak bir durum. Para uğruna Türkiye bir sığınmacı deposuna dönüştürülürken, KKTC için Avrupa’nın verdiği sözlerin tutulmaması hiç gündeme dahi getirilmemektedir.

Üzülerek ifade edelim ki, tıpkı Abdülhamit döneminde olduğu gibi bu tutarsız sözde çok yönlü dış politika, kısa vadede taktiksel manevra alanı sağlasa da uzun vadede Türkiye’yi kararsız, öngörülemez ve güvenilmez bir aktör konumuna sürüklemiştir.

***

ABD, ülke dışındaki askerî güçlerini çekmekte; hegemonyasını, küresel etkisini doğrudan kendi askerî gücü ile değil, bölgesel ortaklıklar ve vekil güçler aracılığıyla sürdürmek istemektedir.

Özetlersek; ABD bugün, doğrudan savaşmak yerine:

- Irak’ta Kürt bölgesini - vasal yapı,

- Suriye’de SDG/YPG’yi - askerî taşeron,

- Körfez’de emirlikleri - patronaj sistemi bağlıları,

- İsrail’i - ileri garnizon,

- Ve Türkiye’yi de - sınır vasalı olarak konumlandırmak istemektedir.

Amaç açıktır: 

- Doğrudan değil, dolaylı egemenlik kurmak,

- Sadakat esasına dayalı taşeron yapılar üzerinden bölgeyi yönetmek,

- Karar mekanizmalarını merkeze (Washington’a) bağlarken halklara sadece egemenlik görüntüsü bırakmaktır.

Türkiye özelinde bu süreç sadece stratejik değil, tarihî bir kırılmaya da yol açabilir… Oysa Türkiye; tarihi, ordusu ve kültürüyle Orta Doğu’nun en güçlü devletidir. Ve Türkiye yeri geldiğinde emperyal güçlere karşı “… yeni şartlarda yeni bir dünya kurulur ve Türkiye de bu dünyada yerini bulur” diyebilen bir ülkedir. (İsmet İnönü - Cumhuriyet - 17 Nisan 1964)

 

Kemal Kılıçdaroğlu - CHP 7. Genel Başkan

 

Kaynak: T24



Anahtar Kelimeler: Vasallığa doğru ?

Uyarı! Yapmış olduğunuz yorumlar incelendikten sonra onaylanacaktır onaylandıktan sonra gözükecektir


YAZARLAR

Resimlere Tıklayarak Kitap Satın Alabilirsiniz

HABERLER