Tarih: 26.02.2019 10:32

?Vahyin Mahiyeti´ne Dair Tasavvurlar ve ?Tarihselcilik´

Facebook Twitter Linked-in

İLHAMİ GÜLER

I- Vahyin mahiyeti tasavvurları  

a) Deistler

Deistler, genel olarak Evrenin yaratıcısı aşkın bir Tanrı´yı kabul ettikleri halde onun genel olarak insanlıkla ilgilendiğine inanmadıkları gibi; herhangi bir insan ile de (Peygamber) özel bir sözlü iletişim (Vahiy) ilişkisine girebileceğine inanmamaktadırlar. Örnek olsun diye Alman düşünür Herder´in Hz. Muhammed´in peygamberliği hakkındaki yorumunu burada zikretmek istiyorum: ?Yahudi ve Hristiyanların bozulmuş gelenekleri, milletinin poetik düşünme tarzı, kabilesinin mükemmel lehçesi ve kendinin şahsi kabiliyeti onun yüceltici kanatları olmuştur. Şiir sanatının, belağatın, ümmiliğin, zekânın ve azametin harikulade bir karışımı olan Kur´an, onun ruhunun aynasıydı. Bu aynaya onun hem kendini ve başkalarını şaşırtan istidatları, kusurları, temayülleri, hataları, illüzyonları ve geçici çareleri aksediyordu hem de başka bir peygamberin herhangi bir kutsal kitabının gösterdiğinden daha aşikâr olmak üzere? Bunlar, onun hayalinden taşıp dökülen müjde verici, cezalandırıcı peygamber konuşmaları idi.? ( Goethe, Doğu-Batı Divanı,-Tercüme Yorum ve Açıklamalar-. S. Özkan. İst, 2017, s. 90) Başka bir örnek: ?Tarih boyunca vahyin mahiyetine yüklenen tüm anlamlar ve bu konuda üretilen teoriler; insanın doğası ve psikolojisi, dilin imkânları, tarihsel koşullanmaların belirleyiciliği, doğduğu zamandaki insanların kültür ve dünya görüşleri ile sınırlanmıştır. Vahyin mahiyetine yüklenen tüm anlamlar yorumsal, spekülatif, kurgusal ve tarihseldir. Bu belirlemeye Hz. Muhammed´in ve Kur´an´ın yüklediği anlamlar da dâhildir. O da, tarihseldir. Bir çeşit yorumlama ve o çağın dil, kültür ve dünya görüşünün oluşturduğu zeminle girişilen diyalojik ilişkinin neticesinde, belli bir gelişme sürecinin sonunda ortaya çıkmıştır.? (Hamdi Tayfur. Vahyin Tarihsel Mahiyeti. Ank,2017, s. 17-18) 

Kur´an´ın nazil olduğu dönemde de mevcut olan bu metafizik tutumun sahipleri şöyle diyorlardı: ?Allah, hiçbir kimseye hiçbir şey indirmemiştir.? (6/91). Kur´an, bu tutumu şöyle değerlendirir: ?Allah´ı gereği gibi tasavvur/takdir edemediler.? (6/91); ?Hayır öyle değil, onlar, mahiyetini kavrayamadıkları ve sonucunu (ne-idüğünü) bilemedikleri bu olayı inkâr ettiler. Kendilerinden öncekiler de böyle yapmışlardı.? (10/39). ?Allah, bir insanı mı peygamber olarak gönderdi?? demeleri, onların inanmalarına mani oldu.? (17/94).  

Deistlerin sahip oldukları ?Yüce/Mutlak? Tanrı tasavvurlarına göre, Allah´ın insan ile ilişki kurması imkânsızdır. Yani vahiy ürünü sözlerin, konuşmaların, hükümlerin muhtevasına bakarak, bunları, O yüce-mutlak varlığa yakıştıramamaktadırlar. Oysa Kur´an´da şöyle denmektedir: ?Allah, bir sivrisineği, hatta ondan daha küçük bir varlığı bile örnek vermekten çekinmez.? (2/26). Tabii, onlara göre, bu cümleyi kuran da peygamberlik iddiasında bulunan Hz. Muhammed´in kendisidir. Bu durumda o, ya kendi kendini kandırmaktadır veya insanları kandırmaktadır. 

b) İslam filozofları

Müslüman filozoflar (Farabi, İbn Sina, İbn Rüşd?), Yunan felsefesinin ontolojik ve hümanist karakterinden etkilenerek geliştirdikleri akıllar teorisi (bilfiil, bil kuvve, müstefad, faal, aşkın?) bağlamında peygamberliği filozofluğa; vahyi de, bir tür düşünme tarzına/akla benzetmişlerdir. ?Peygamberin aklının, olağan bir şekilde düşünen bir zihnin geçtiği aşamaları geçmesi gerekir. Ancak bundan sonra vahiy gelir. Peygamber ile sıradan bir insan (filozof) arasındaki tek fark, peygamberlerin kendi kendilerini eğitmesidir. Onların, felsefi ve mistik zihinlerden farkı, harici bir yönlendiriciye ihtiyaç duymamalarıdır. Vahiy, peygamberin Faal akıl ile kurduğu ilişkidir?? (Fazlurrahman,  İslam´da Nübüvvet-Felsefe ve Ehl-i Sünnet, çev: Ö. A. Yıldırım, M. A. Az, İst, 2017. s. 33-34). Gazzali, Vahyin bu Yunanileştirme tehlikesine karşı ?Tehafutu´l-Felasife? adlı eseri ile cevap vermişti. Aynı şeyi, filozoflara karşı İbn Teymiyye´de farklı eserlerinde yapmıştı. 

c)İbnArabi ve çağdaş takipçileri: Süruş-M.Şebusteri 

İbn Arabi ve onun geçmiş ve çağdaş muakkiplerine göre Vahiy, mistik bir tecrübedir. Peygamberler gibi veliler/arifler de aynı tecrübeyi yaşarlar. Bu tecrübe, her iki grubun da kendi özel gayreti ve çabası sonucu Allah´ın onlara bahşetmiş olduğu bir yeti ve kabiliyettir. Seyr-i süluktan geçen her Arif/Veli, marifet nuru ile müşerref olur. 

İşrak Felsefesinin/Bâtıniliğin (Şiiliğin) Mistisizm ile akraba olduğu bilinir. Çağdaş Şii düşünürlerden Abdulkerim Süruş, mistisizmin vahiy anlayışını aynıyla savunmaktadır. Peygamberin, kendine hitap edilen sözleri dinleyen bir ?muhatap? değil;  bizzat yaşadıklarını anlatan birer ?muhabir? olduğunu, peygamberin bir teyip, hoparlör değil; bizzat yaşadığını/tecrübe ettiğini/gördüğünü (rüya) aktaran bir ?Râvi? olduğunu ileri sürmektedir: ?Bir meleğin ayetleri Hz. Muhammed´in kalbine indirdiği, onun da bunları tekrar ettiği yönündeki tasavvur değişmelidir. Bunun yerine Hz. Peygamberin tıpkı bizzat sahnede yer alarak olaylara can ve şekil veren bir muhabir gibi vakaları bildirdiği şeklindeki anlayış benimsenmelidir. Yani Kur´an´da Allah´ın söyleyen, peygamberin de dinleyen olduğu yönündeki önermenin yerini, gözlemleyip rivayet edenin Hz. Muhammed olduğu yönündeki anlayış almalıdır. Dolayısıyla ortada bir ?hitap? ile ?muhatap? , haber ile muhbir, ya da ?kelam? ile ?mütekellim? ilişkisi yoktur. Kabul edilenin tersine, olup biten her şey, ?gözlemek ve rivayet etmek? ten ibarettir. Elbette her şey tamamen Allah´ın gözetiminde ve onun izniyle olmaktadır.?(A. Süruş, Nebevi Rüyaların Ravisi Hz. Muhammed. çev: Asiye Tığlı. İst. 2019. S 43-44). Benzer görüşleri İranlı düşünür M. M. Şebusteri de ?Hermenötik Kur´an ve Sünnet? (çev: A. Dışkaya, İst, 2012, s. 185vd.) adlı eserinde savunmaktadır. 

Bu yorumun Kur´an açısından bir değeri olmadığını şu ayetler gayet net olarak ortaya koymaktadır: ? Kur´an, bir şair, kâhin sözü değildir; âlemlerin Rabbi olan Allah tarafından indirilmiştir. Eğer Peygamber, bize isnat ederek konuşsaydı (Rivayet), mutlaka onu kudretimizle yakalar ve şah damarını koparırdık.? (69/41-46). ?Biz, Kur´an´ı insanlara dura dura okuyasın diye pasaj pasaj indirdik.? (17/106). 

d) Ehli Sünnet veFazlurrahman

Ehli Sünnet uleması (Kelamcılar, Fakihler, Müfessirler, Muhaddisler) ve mezhepleri (Mutezile, Eş´arilik, Maturidilik, Hanefilik, Şafiilik, Hanbelilik, Malikilik, Zahirilik?) yukardaki yorumlardan ayrı olarak vahyin, Allah´ın melek Cebrail vasıtasıyla Hz. Muhammed´in kalbinde yarattığı ?lafız ve mana? birlikteliği olduğu konusunda ?neredeyse- ittifak halindedirler. Fazlurrahman´ın vahyin mahiyeti konusunda yazdığı yazılarında Ehli Sünnet´in görüşünü kabul ettiğini daha önceki bir yazımda ortaya koymuştum. Fazlurrahman, Sünnilikten az farklı olarak, vahiy anında Hz. Muhammed´in kalbinin ?teyip-mikrofon-robot? halinde donuk olmayıp bilakis Allah´ın görevlendirdiği Cebrail vasıtasıyla kalbine ilka edileni existansiyal olarak yaşadığını, derinden hissettiğini söylemektedir. 

II- Tarihselcilik 

Fazlurrahman´ın teorisyenliğini yaptığı ?Tarihselcilik?, daha önceki yazılarımda kendisine yaptığım atıflarla ortaya koymaya çalıştığım gibi, geleneğimizde izleri zayıf olan (Hz. Ömer, Ata b. Ebi Rebah, Ebu Yusuf, N. Tufi?) Kur´an ahkâmının yorumu ile ilgili Fıkıh Usulünü ilgilendiren metodolojik veya sosyolojik bir ?Tefsir? sorunudur. Geleneksel Kur´an ilimlerindeki kavramsal dayanağı ise, ?metafizik? bir tartışma olan ?Kelam´ın Kadimliği? veya ?Hâdis-Mahlûk? sorunundan ziyade; ?Nesh? ve ?Esbab-ı Nüzul? gibi, sosyolojik-hukuki değişim sorunuyla ilişkilidir. Yani vahiy tarihi boyunca Allah´ın, önceki şeriatları nesh etmesi ve yenilemesi esprisine dayanan sosyolojik-toplumsal- ahlaki bir sorundur. Ulemanın, bu geleneği sürdürme sorunudur. Hatta Sünni ulema, Vahyin vuku bulduğu 610-632 tarihleri arasında bile ?Nesh?in gerçekleştiği kanaatindedir. Maturidi, Hz.Ömer´in içtihatlarını ?İçtihadî Nesh? olarak kavramsallaştırmıştı. Tamamen ?metafizik? olan ?Vahyin Mahiyeti? sorununu, vahiy ürünü olan konuşmaların (Kur´an) tarih-toplum ve dil ile ilişkisini araştırma (tefsir-fıkıh-hermenötik) ile karıştırmak, büyük bir yanılgıdır. Hele ?Deist? olunmadıkça ?Tarihselci ? olunamayacağı iddiası, herhangi bir düşünsel nedenden yoksun bir saçmalıktır. Fazlurrahman, Tarihselciliği çok özet olarak şöyle tanımlıyor:               ?Toplumsal düzenlemeler ile ilgili meselelerde ilahi buyruk, bir ahlaki boyuta, bir de hassaten hukuksal boyuta sahiptir. Hukuksal boyut, kelamın ebediliği ile yedinci asır Arabistan´ının fiili çevresel şartları arasındaki karşılıklı bir ilişkidir. Çevresel yön, elbette değişmeye maruzdur. Biliyoruz ki, Hz Ömer toplumsal düzenlemelerde bazı köklü değişiklikler yapmak zorunda kalmış ve peygamberin bazı önde gelen ashabınca muhalefet edilmiştir.? (Fazlurrahman, İslami Yenilenme-Makaleler-III, çev: A. Çiftçi. Ank, 2002, s. 78) 

III- Sonuç: 

Goethe, metafizik düşünme bağlamında şöyle der: ?Düşünen insanın en büyük mutluluğu, araştırılabileni araştırmak; araştırılamayanı da sükûnetle kabul etmektir.? (Goethe, Doğu-Batı Divanı, s. 100). Çağdaşı Kant da, metafizik düşünce tarzının, insanın kendinden kaçamadığı onulmaz bir maraz olduğunu belirtmişti. Wıttgenstein ise, şöyle der: ?İfade edilemeyecek olan, ifade edebildiğim her neyse, onun anlam kazandığı zemini sağlıyor belki de.? (Wıttgenstein, Kesinlik Üstüne, çev: D. Şahinler. İst, 2009, s. 142) 

Şu Kur´an ayetleri de, paralel olarak, Allah´ın ve Vahyin ?mahiyeti? hakkında metafizik ?dir-dır? yapmak isteyenlere bir uyarı mahiyetindedir: ?Müteşabih (metafizik) ifadelerin ne-idiğünü/mahiyetini (te´viluhu) Allah´tan başka kimse bilemez. Kalplerinde fitne olanlar, bunların peşine düşerler; ilimde derinleşmiş olanlar ise: ?Rabbimiz, bu konuda ne dediyse odur; hepsine iman ettik? derler.? (3/7). ?Sana Vahiy (Ruh) den soruyorlar; de ki:  o, Rabbimin bir fiilidir (emr); bu konuda size çok az bilgi verilmiştir.? (17/85) 

Metafizik yapma hastalığına tutulmuş mütekebbir filozoflar hakkında Goethe şöyle der: ?Birçok felsefeci sözcüklere sarılmayı sürdürür ve sanki felsefe, ne yazık ki -vezirsiz bir satranç oyunuymuşçasına- ağır ağır ?düşüncenin yolu? boyunca sürünür durur. Felsefe, ?çözümleme? ile gelir ve şeyleri tanımlamaya çalışır. Ancak gelişen ve pekinliğe meydan okuyan ?Ruh?u kaçırır. Mikroskoplar yararlıdır; ancak şuurun/zihnin veya Ruh´un keşfi için değil. Ayrıntılara yakından bakmaksızın edemesek bile; onların ?anlam?ları, bağlam üzerine dayanır.? (Kaufmann, İnsanı Anlamak-I (Goethe-Kant-Hegel). çev: A.Yardımlı, İst, 1995, s.43).  Wıttgenstein, Felsefe hakkında şöyle der: ?Felsefe sorunlarının çözümü, masaldaki armağan ile karşılaştırılabilir: büyülü şatoda büyülü bir şey gibi görünür. Oysa gün ışığında bakıldığında, sıradan bir demir parçasından başka bir şey değildir.? (Kesinlik Üstüne, 131). F. Nietzsche de Filozofların metafizik kibri üzerine şöyle der: ?Tümü de sanki gerçek görüşlerini soğuk, arı, tanrısal bir kaygısızlık içindeki diyalektiğin öz-gelişimi yoluyla ortaya çıkarmış ve elde etmiş gibi dururlar? Onları (kavramlar), ?gerçeklikler? olarak vaftiz ettikleri önyargılarının düzenbaz sözcüleridirler. Ve bunu kabul eden bir vicdan cesaretini taşımaktan çok uzaktırlar. Bir düşmanı veya dostu uyarmak için bunun da bilinmesine izin veren cesaretin tadını almaktan ya da kendi ile alay etmekten uzaktırlar.? (Kaufman, İnsanı Anlamak-II (Nietzsche-Heidegger). S.103). Bu eleştiriler, filozoflar için olduğu kadar, onları yansılayan teologlar için daha da geçerlidir. 




Orjinal Habere Git
— HABER SONU —