Reklam Görüntülerine Tıklayarak Kitap Siparişi Verebilirsiniz

Üretici Güçlerin Gelişiminin Motorlarından Biri Olarak Toplumsal-Sınıfsal Mücadeleler

Zeki Alptekin, üretici güçlerin gelişiminin motorlarından biri olarak toplumsal ve sınıfsal mücadelelerle ilgili bi değerlendirmede bulundu.

Üretici Güçlerin Gelişiminin Motorlarından Biri Olarak Toplumsal-Sınıfsal Mücadeleler

Geçenlerde  Türk-İş’in kararlaştırdığı “Genel Grev”, geçmişte  olduğu gibi bugün de hükûmet tarafından, Milli güvenlik” gerekçesiyle “2 ay süreyle” yasaklandı. Bu yasaklamanın milli güvenlik gerekçesi ile ne ilgisi olduğu bir yana, biz burada olgunun, yani işçi sınıfının hak arama mücadelelerinin -ki buna grev de dahildir- toplumsal gelişmedeki, yani üretici güçlerin gelişmesindeki rolüne değinmek istiyoruz. 

Önce konuyu tarihsel açıdan ele alalım.

Toplumsal mücadelelerin tarihine bakıldığında, bu mücadelelerin üretici güçlerin gelişimi ve dolayısıyla toplumsal ilerleme üzerindeki etkisi açıkça görülür. 1. Sanayi Devrimi’nin başlarında, İngiltere’de işçi sınıfı çalışma saatlerinin kısaltılması ile kadın ve çocuk emeğinin sınırlandırılması için kitlesel direnişler gerçekleştirdi. Öte yandan ABD’de, rezerve işçi ordusunun bulunmaması ve istihdam açığı nedeniyle işçi sınıfı daha etkili bir konumdaydı. Bu durum, ülkede ücretli işçi bulmanın zorluğuna ve dolayısıyla ücretlerin oldukça yüksek olmasına yol açtı.

Bu durum girişimcileri, kapitalistleri var olan işgücü açığını kapatmak amacıyla üretimde teknik yenilikleri geliştirmeye ve uygulamaya zorladı. Kuzey Amerika’daki teknolojik ilerlemenin ve üretici güçlerin gelişmesinin Avrupa’dan geri kalmamasının en önemli nedenlerinden biri budur. Fordist üretim tipinin, Taylorist iş-üretim organizasyon konseptinin ABD’de ortaya çıkması da bu açıdan bir tesadüf değildir.  

Bir örnek de İngiltere’den: 18. yüzyılda dünyadaki en yüksek ücretler bu ülkede idi. Tabii bunun bir nedeni de 14. yüzyılın ortasında Avrupa’yı kasıp kavuran ve yüzbinlerce insanın ölmesine neden olan veba salgını idi. Avrupa’da işgücünü azaltan bu etmenden dolayı önce her yerde ücretler arttı, daha sonra salgının etkileri ortadan kalkınca ücretler tekrar düşmeye başladı. Ancak tek bir istisna ile: İngiltere.

 Kapitalizmin yükselişiyle birlikte, toplumsal eşitsizlikte gözlemlenebilir artışa rağmen ortaya çıkan refah artışı, Londra ve Amsterdam’daki işçilerin kazançlarının 1500-1800 arasında (önce – ZA) nominal olarak artmasını ve (sonra da – ZA) reel olarak hemen hemen aynı kalmasını sağlayacak kadar büyüktü. Oysa kıtada ücretler, örneğin Viyana ve Floransa’da, nominal olarak hemen hemen aynı kaldılar ve reel olarak azaldılar. Avrupa’nın kuzeybatı ucu (özellikle İngiltere) ile kıtanın çoğu arasındaki batı-doğu zenginlik farkı 1800’de güçlü bir şekilde belirginleşti, oysa bu 1500’de neredeyse hiç yoktu.”¹

Gelişen dünya ticareti ile ekonominin yükselmesi nedeniyle burada ücretler yüksek düzeyde seyretmeye devam etti. Bu durum İngiltere’nin uluslararası rekabetteki konumunu zayıflatıyordu. Bu nedenle, iş gücü “pahalı” olduğu için, onun yerine makina kullanımı ekonomik açıdan daha anlamlı hale gelmişti: “17. yüzyılın son çeyreği ve 18. yüzyılın ilk yılları boyunca defalarca kanıtlandığı üzere … Fransa, İngiltere ile olan  ilişkilerinden, yılda ortalama 1,5 milyon sterlinglik bir kâr sağlamaktadır.. Fransa lehine gelişen bu fazlalığın nedenlerinden biri adada satılan” Fransız mamül ürünlerinin burada yapılanlardan daha hesaplı” olmasıdır, “çünkü Fransız zenaatkârı mütevazi bir kazançla yetinmektedir.”²

Özetle; İngiltere’deki işçi ücretlerinin rakip ülkelerin oldukça üstünde olması ve bunun ülkenin uluslararası rekabette pozisyonunu zayıflatması  bu ülkede üretici güçlerin sıçrama yapmasını, üretimin teknik bazının devrimsel bir şekilde yenilenmesini zorunlu kılıyordu. Zira her yeni teknik rasyonelleşme ile iş gücünü “tasarruflu kullanmak”, kârlılığın ve ürünlerde ucuzlamanın, rekabette ayakta kalabilmenin yegâne yolu idi. “Gerçek ekonomi – tasarruf – emek zamanından tasarruf etmekten ibarettir; … Fakat bu tasarruf, üretici güçlerin gelişmesiyle özdeştir.”³ diyordu K. Marx.

Avrupa kıtasında üretici güçlerin gelişmesi özellikle ingiliz ihracatının rekabetiyle tetiklendi. 19. yüzyılın sonu ve 20. yüzyılın başlarında bir dönem işçi hareketinin merkezi haline gelen Almanya’da toplumsal yenilikler için mücadele edenler öncelikle sendikalar ve Alman sosyal demokratlarıydı. Bir politik örgütlenme biçimi olarak parti, dünyada ilk olarak SPD ile burada kuruldu. Bu örgütlenme biçimleri daha sonra diğer Avrupa ülkelerine Almanya’dan yayıldı. İşçi sınıfı mücadelelerine ve bunun üretici güçlerin gelişmesine etkileri açısından Almanya’dan bir örnek vermek gerekirse;  Alman Şansölyesi Bismarck’ın Almanya’da ilk olarak yürürlüğe koyduğu Sosyal Haklar Mevzuatı’nın gerçekleşmesinde August Bebel  ve Wilhelm Liebknecht  gibi avangartların önderliğinde yürütülen işçi mücadelelerinin payı büyüktür. 1900’lü yıllara kadar Alman işçilerin reel ücretlerinde elde edilen artışlar, 19. yüzyılın ortalarından 1913’e kadar sanayide çalışma saatlerinde gözle görülür bir düşüş yaşanması, “dipten gelen dalgalar” olmadan olanaklı değildi. Öyle ki, sadece iş saatleri ve ücretler konusunda değil, onlarca yıldır kamusal eğitimde iyileştirme talep eden tek toplumsal güç Alman işçi hareketiydi.

Aynı zamanda burada sanayi, makine mühendisliği ve  özellikle doğa bilimleri temelli kalifikasyon muazzam bir yükseliş yaşadı. Alman elektroteknik, hassas mekanik-optik ve kimya sanayileri ile makine mühendisliği dünya çapında ün kazanmakla kalmadı, aynı zamanda ülke, daha önce onlarca yıl boyunca teknik ilerlemenin başlıca kaynağı olan İngiltere’nin yerini alarak üretici güçlerin geliştirilmesinde gerçekten muazzam bir liderlik elde etti.

Özetle işçilerin ekonomik konumlarını iyileştirme istemleri ile öne atılmaları, mücadele etmeleri, grev yapmalarından korkulması ya da “güvenlik gerekçeleri” ile yerine göre yasaklanması son tahlilde sadece işçi sınıfına değil, aslında ülke çıkarlarına da ters bir davranıştır. Çünkü toplu sözleşmelerdeki “yüksek” ücretler, işyeri sahiplerini bir yerde  üretim süreçlerini teknolojik yeniliklerle rasyonalize etmeye yönlendirir. Kapitalistlerin toplu iş sözleşmesi masasında “kaybettiklerini” (işçilerin mesai saatlerini mutlak olarak kolayca uzatamayacaklarını ya da çalışma temposunu da -sendikalara rağmen- kolay kolay yükseltemeyeceklerini veya bir yere kadar yükseltebileceğini dikkate alırsak) geri alabileceği tek yol budur: Üretici güçleri teknolojik olarak geliştirmek:  “…Makine yalnızca ezici bir rakip olarak hareket etmez, her zaman ücretli işçiyi  ‘gereksiz’  hale getirmenin eşiğindedir… o, sermaye otokrasisine karşı periyodik işçi ayaklanmalarını, grevleri vb. bastırmak için en güçlü silah haline gelir… 1830’dan beri sermayenin işçilerin protestolarına karşı kullandığı savaş silahları olarak ortaya çıkan icatların tüm bir tarihini yazabiliriz.“⁴

Dünyadaki tarihsel gelişmeler de bunu göstermektedir. Bu bağlamda buradan, işyerlerinde güçlü, sorumlu ve bilinçli sendikaların varlığının herkes ve her açıdan yararlı olduğu sonucunu çıkarabiliriz.  Özetle bunun amprik olarak etraflıca araştırmaya değer bir konu olduğunu tespit edip, konuya ilişkin olarak şimdilik aşağıdaki tabloyu vermekle yetinelim.

 

 

__

¹Jürgen Kocka, Geschichte des Kapitalismus, Verlag C. H. Beck, 3. überarbeitete Auflage, 2017 München, S. 76

²Fernand Braudel, Maddi Uygarlık, Mübadele Oyunları, İmge Kitapevi, 3. Baskı 2017 Ankara, S. 179

³K. Marx, Grundrisse der Kritik der politischen Ökonomie, MEW Bd. 42, S. 602

⁴K. Marx, Kapital I, MEW Bd. 23, S. 459

 

Kaynak: perspektif.online



Uyarı! Yapmış olduğunuz yorumlar incelendikten sonra onaylanacaktır onaylandıktan sonra gözükecektir


YAZARLAR

Resimlere Tıklayarak Kitap Satın Alabilirsiniz

HABERLER