Reklam Görüntülerine Tıklayarak Kitap Siparişi Verebilirsiniz

Üniter devletin geleceği: Korkuları aşmak, toplumsal barışı ve stratejik fırsatları yakalamak

Hukukçu ve bağımsız milletvekili Mustafa Yeneroğlu yazdı:

Üniter devletin geleceği: Korkuları aşmak, toplumsal barışı ve stratejik fırsatları yakalamak

Korku Refleksinden Ortak Bir Geleceği İnşa Etmeye

Türkiye’nin siyasi kültürü ve toplumsal hafızası, “bölünme” korkusu üzerine kurulu derin travmalar barındırmaktadır. Bu travmalardan süzülen tarihi tecrübe, “üniter devlet” kavramını tartışılmaz bir zemin olarak önümüze koymaktadır. Son günlerde tekrar gündeme gelen “eğitim dili’’ tartışmalarında ortaya konan “Eğitim dilinin Türkçe’den başka bir dil olamayacağı” yönündeki katı merkeziyetçi yaklaşımlar da özünde bu korkudan beslenmektedir.

Ancak, bu noktada bir paradoksla karşı karşıyayız: Üniter yapıyı korumak adına atılan katı, dışlayıcı ve inkârcı tutumlar, toplumsal düzeni korumak yerine onu daha kırılgan hale getirmektedir. Baskılanan, farklılıklarıyla tanınmayan ve bireysel haklar düzeyinde de anayasal hak talepleri karşılanmayan milyonlarca vatandaşımızın bu durum karşısında aidiyetinin de zayıflayabileceği düşünülünce, “üniter devletin geleceği” noktasında tartışmalar dinmeyecektir. Yani üniter devleti sözde korumak adına toplumsal gerçekliğe kapalı ısrarlar, aslında üniter yapıya daha çok zarar vermektedir.

Bugün artık üniter devlet yapısını her geçen gün daha fazla tartıştırmak yerine, bu yapıyı nasıl “rahatlatabileceğimizi”, nasıl egemen toplumsal gerçekliğe uygun çoğulcu bir anlayışla yorumlayarak daha “sürdürülebilir” kılabileceğimizi ve bu süreci bir korku kaynağı olmaktan çıkarıp “ortak güçlü bir gelecek” için nasıl stratejik bir “fırsata” dönüştürebileceğimizi konuşmalıyız.

Üniter Devleti “Sürdürülebilir” Kılmak

Üniter devlet, tanımı gereği egemenliğin, ülkenin ve milletin bütünlüğünün tek merkezde toplanması anlamına gelir. Ancak yönetim erkinin tekliği ve merkeziliği fikrine dayanan bu yapı topluma da tekliği ve homojenliği dayatmak zorunda değildir. Üniter bir devlet, aynı zamanda “esnek” ve “çoğulcu” olabilir; her şeyden önce toplumsal gerçekliği ve çoğulculuğu dikkate almak zorundadır, çünkü toplum devlet için değil, devlet toplum için vardır.

Dünyada (İspanya, Finlandiya, Birleşik Krallık gibi) üniter yapısını korurken, farklı etnik ve kültürel topluluklara geniş haklar tanıyan birçok gelişmiş ülke örneği mevcuttur. Bu ülkeler, esnekliğin bir bölünme değil, tam tersine bir “bütünleşme” aracı olduğunu tecrübe etmiştir. Bu örneklerin bize anlattığı şey açıktır, yasak gerilim üretirken; hakların güvence altına alınması devlete aidiyeti pekiştirmektedir.

Türkiye’de ise milyonlarca vatandaşımızın farklılığının ve gündemdeki konu olarak anadil talebinin görmezden gelinmesi, çoğulculuk ve anayasal devlet fikriyle bağdaşmamakla kalmamakta, aynı zamanda sistem üzerinde giderek artan bir iç basınç üretmektedir.

Bastırılan kimlikler ortadan kaybolmaz; sadece görünmezleşir ve gerilim biriktirir. Hiçbir katı yapı, bu basınca uzun vadede dayanamaz.

Bu nedenle yapılması gereken şey, bu basıncı absorbe edecek zemini oluşturabilmek, topluma nefes aldıracak, devlet ile vatandaş arasındaki güven bağını yeniden kuracak çoğulcu ve özgürlükçü bir zemin inşa etmektir. Eşit vatandaşlığın tüm gereklerini yerine getirmek, kültürel hakları tanımak, toplumsal kaynaşmayı teşvik etmek, tekil ve resmi tarih anlatısının ötesine geçebilmek, dil ve kimlik meselelerinde pozitif bir kamusal ajanda izlemek, bu zeminin temel unsurlarıdır.

Anayasal Çerçeve: Yok Sayma ve Yasaktan, Saygı ve Güvenceye

Bu tartışmanın merkezinde yer alan mesele, dilin yalnızca bir iletişim aracı değil, aynı zamanda kimliğin ve aidiyetin temel taşı olmasıdır. Bu nedenle anadilin kullanılması meselesi, doğrudan demokratik eşitlik ve anayasal aidiyetin test alanıdır.

Bugün Türkiye’de anadil ve eğitim dili meselesi, tarihsel korkuların gölgesinde dar bir “yasak–tehdit” eksenine sıkışmıştır. Oysa gerçek soru, hangi dilde eğitim yapılacağı değil; devletin, vatandaşının anadilini nasıl güvenceye alacağı, yani koruyup geliştireceği sorusudur. 

Çözümün kalbi, Türkçe’nin resmî ve birleştirici konumunu korumakla birlikte, diğer dilleri yasaklamaktan imtina etmek ve hatta onları anayasal güvence altına almaktır.

Bu noktada toplumsal gerçeklikle çatışan Anayasa’nın 42. maddesindeki mutlak yasak hükmünün kaldırılması gerekiyor. Mevcut hüküm, “Türkçeden başka hiçbir dil, eğitim ve öğretim kurumlarında Türk vatandaşlarına anadilleri olarak okutulamaz ve öğretilemez” diyerek hem pedagojik hem toplumsal açıdan sürdürülemez bir anayasal engel oluşturmaktadır. Bu engel, ahlaki de değildir.

Anayasa, Türkçeyi “devletin resmi dili ve ortak iletişim dili” olarak korumaya devam etmelidir. Ancak bunun yanında “vatandaşların anadillerinde eğitim ve öğretim görebilme hakkını tanıyan” bir güvence hükmü eklenmesi mümkün ve gereklidir.

Böyle bir esneklik, üniter devleti zayıflatmaz; aksine tüm vatandaşları kucaklayan bir anayasal bütünlük sağlar. Dünyada pek çok örnek, bu tür bir açılımın devletin otoritesini zayıflatmadığını, aksine toplum-devlet ilişkisini meşruiyet üzerinden güçlendirdiğini doğrulamaktadır.

 

Devamı >>>



Uyarı! Yapmış olduğunuz yorumlar incelendikten sonra onaylanacaktır onaylandıktan sonra gözükecektir


YAZARLAR

Resimlere Tıklayarak Kitap Satın Alabilirsiniz

HABERLER