Postnormal dünya düzeninde eskiden doğru kabul edilen görüşlerin itibar kaybettiği, yenilerinin henüz doğmadığı ve çok az şeyin anlamlı olduğu görülüyor. Aksa Tufanı’ndan bu yana Filistin’de, Lübnan’da, Suriye’de ve İran’da yaşananlar dünyanın her yanında büyük yankılar uyandırdı. Devir şizofreni devri olsa da neoliberal kazanç sarmalında at gibi koşturan sıradan insanlarda bile beklenmedik duyarlılıklar teşekkül etti. Filistin topraklarının tümünü çalmaya niyetli hırsız çetesinin fütursuz ve cüretkâr bir şekilde Müslümanların topraklarına saldırması, yıllardır işgal altında yaşayan Filistin halkına yaptığı zulümleri tüm dünyanın daha iyi anlamasını sağladı.
Mutlak kötülüğü temsil eden Siyonistler, Gazzelilerin uğradığı zulümleri ve ağır baskıları unutturup nükleer programını bahane ederek İran’a saldırdılar. Mütecavizlik uluslararası hukukun açıkça ihlali olduğu hâlde Türkiye, Pakistan gibi birkaç ülke dışında güçlü bir şekilde kınanmadı. Oysa on binlerce insanın katledildiği Gazze’de yürütülen soykırımcı savaşı eleştirenler antisemitist olmakla suçlanmaya devam ediyor. Buna rağmen gerek Batı toplumlarında gerek küresel güneyde sömürgeciliğe, işgale, insanlık haysiyetini hiçe sayanlara verilen tepkiler çığ gibi artıyor.
İşte tam da bu esnada dikkat dağıtma ustası işgalci Siyonistlerle ABD’nin İran’a saldırıları geldi. Meselenin İran’ın nükleer programının ötesine geçen boyutlarının bulunduğunu anlamak için uzmanlık şart değil. İranlılar başkalarının vatanı üzerine hayal kuran soykırımcı Siyonistlerin asla anlayamayacağı ölçüde vatanlarına sahip çıktılar. Bozuk bir saat gibi sağı solu belli olmayan İsrail’in dünyayı yönetmediği, Batı’nın kullanışlı aparatı olduğu daha iyi anlaşıldı.
Hem Gazze soykırımını hem İsrail’in ve ABD’nin İran’a saldırısını dünya ve bölge tarihinde yeni bir çerçeveyle anlamlandırmak gerekiyor. Emperyalist güçlerin İsrail’e yöneltilen her eleştiriyi boğma çabalarına inat Filistin’deki mukavemet; sömürgeciliğe, işgale ve apartheide karşı verilen bir mücadele olarak öne çıkıyor. Gazze’de olanları kavramak için Avrupa’nın yanında dünya genelinde İslâm düşmanlığının yükselişi de dikkate alınmalı. Batı liberalizminin gerileyişini de arka plana yerleştirerek Gazze’den İran’a uzanan hadiseleri hem yerel hem de küresel ölçekte değerlendirmemiz lazım. Bir laboratuvar olarak Gazze’nin, yarın tüm İslâm dünyasına yönelebilecek emperyalist, sömürgeci, ırkçı ve İslâm düşmanı şiddetin kendisini açığa serdiği yer olduğu görülmekte.
Biyopolitik emperyalizm, sadece toprak ve kaynak kontrolüyle sınırlanamaz, aynı zamanda hayat ve ölüm üzerinde kurulan güç mekanizmalarının adıdır. İşgal rejiminin Gazze ve İran üzerindeki uygulamaları, bu emperyalist biyopolitik düzenin açık örnekleridir. Gelinen nokta sadece çekiç rolü oynayan ulus ötesi sermaye için yontucu görevi gören İsrail ve ‘Yeni Ortadoğu’ ile sınırlı değil. Şirketokratik imparatorluk ve emperyalist siyaset İsrail üzerinden hepimize mesaj veriyor: Ya benim için her yeri bir yufka gibi açar ve bana kayıtsız şartsız itaat edersiniz ya da sizi öldürür, ölüme terk ederim!
Batı, Ortadoğu’da İslâm ülkeleri arasında İran’ı bir istikrarsızlık unsuru olarak kullanmak istemektedir. Bunun için de içerideki bazı gerilimlerinden yararlanarak Batı güdümünde işlerine yarayacak bir rejim değişikliği yapabilmenin hayalini kurmaktadır. Aslında İsrail’in değil, Batı’nın siyasal hafızasında yer alan bir hedef gerçekleştiriliyor: İslâm dünyasının kendine gelmesinin önüne geçmek. Batı’nın hedefi, Ortadoğu’da Siyonizm’e daha geniş bir yer açmak değildir, İslâm ve özellikle Türkiye karşıtı politikasını yeniden temellendirebilmektir.
Kapitalizmi, enerji ve nüfus ekseninde dönüştürmeyi hedefleyen Şer İttifakı’nın İslâm âlemine ve başka bölgelere dayatmak istediklerine karşı mukavemet eden ülkelerin yenilmemesini sağlamaya çalışmamız şarttır. Tüm ihtilafları paranteze alarak, bütün anlaşmazlıkları erteleyerek, onların ezilmemesi ve ahalisinin katledilmemesi için gayret sarf etmemiz fıtri ve imani bir sorumluluktur. Ekranlarda ve başka mahfillerde ‘molla rejimi’ retoriği bağlamında ne söyleniyorsa hemen hepsinin şarkiyatçı kibrin liberal diline ait olduğunu fark etmeliyiz. ABD ve şürekâsının soykırım ve saldırı suçlarının siyasi, hukuki ve maddi bakımlardan sorgulanması için mücadele vermeliyiz. Çünkü saldırıya uğrayan biziz, bombalanan şehirler de burada, bundan sonra hangi ülkenin hedefe yerleştirileceği açık. Her hâlükârda tedbirlerimizi almak, iç cepheyi tahkim etmek zorundayız.
Şer İttifakı’nın İran saldırısının ve akabinde ülkemizde vuku bulan birtakım hadiseler Ziyaüddin Serdar’ın karmaşa, karşıtlık ve kaosla özdeş gördüğü postnormal zamanlarda olduğumuzun ve önümüzdeki on yıllar boyunca da bu durumda kalacağımızın işaretiydi âdeta. Türkiye hiçbir zaman sömürge olmadı ama Millî Mücadele’nin akabinde hayata geçirdiği birtakım uygulamalarla kendi kendini sömürgeleştirdi. Cehalet ve İslâm düşmanlığı endişe verici boyutlara ulaşmış durumda. Hz. Muhammed (s.) ve Hz. Musa’nın (a.s.) Ortadoğu’da bombalanan şehirlerin üzerinde çizildiği fecaat karikatür bu durumun son göstergelerinden biriydi. Herhangi aklı başında bir insan peygamberlerin asla ve kata böyle çizilmemesi gerektiği konusunda hemfikir olacaktır. Ancak sanat ve kültür alanında İblis’le koalisyon kuran “asgari velayet” yoksunları cahiliyeyi daha da koyultuyorlar. Şu var ki karşı karşıya olduğumuz zorlukların çoğu yalnızca ülkemizin değil dünyanın da sorunu. Bu yüzden ulus ötesi dayanışmalar oluşturmanın yollarını bulmamız elzem. Hamiyet-i cahiliyeye karşı aramızdaki ihtilafları gidermeye, dayanışmaya, müşterek geleceğimiz üzerine düşünmeye ve yine beraberce çözümler üretmeye ihtiyacımız var. Bunu inancı, mezhebi, meşrebi ne olursa olsun tüm bölge ülkeleri ve toplumlarıyla yapmalıyız. Sadece yaşadığımız coğrafyayı bir av sahası olmaktan çıkarmak ve yine yıllar sonra birilerinin timsah gözyaşlarına konu olmamak için değil, her zaman dirilik ilhamı veren inancımız, tarihsel ve coğrafi konumumuz bunu gerektirdiği için küresel efendilerin yeni tahakküm tasarılarına karşı çıkmalıyız.
Ümmetin içinde bulunduğu içler acısı durum, sadece yönetici kadrolarla ilgili bir durum olmayıp bizzat müminlerin psikolojisi, zihin yapısı, kalbinde hastalığın bulunup bulunmamasıyla ilgilidir. Aklıselim, merhamet, dayanışma, hak ve doğruda sebat, batıla mukavemet, hakka sadakat ve ahlaki çizgi istikametimiz olmalı. Unutmamak gerekir ki ideoloji mücadelesini kaybeden nihayetinde siyasal mücadeleyi de kaybeder. Müslümanların üzerine düşen, tüm insanlığın iyiliği için insanlar üzerindeki şahitlik görevini yerine getirmek üzere kardeşleriyle bir araya gelmektir. Umarız yaşananlar, İslâm beldelerine yönelik saldırıların dünya tarihinde habercisi olduğu korkunç dönemi anlayıp ciddi tedbirler almanın niçin ertelenemeyeceğini anlamamıza katkı sağlar.
Yeni sayımızda buluşmak temennisiyle.
Umran
Kaynak: Umran Dergisi