Ümmet, Ümmetçilik ve Masumiyet (III)

Kadir Canatan Yazdı;

Ümmet, Ümmetçilik ve Masumiyet (III)

Önceki iki yazımızda ümmet ve ümmetçiliğin kavramsal ve tarihsel boyutları üzerinde durduk. Bu hafta daha aktüel bir soruyla, ümmetçiliğin siyasal anlamı ve değeri üzerinde durmak istiyoruz. Soru şudur: Bir ülkede siyasal yönetim ya da iktidarın meşruiyetini sağlayan şey nedir? Bu bağlamda ümmetçilik siyasal rejimin meşruiyeti konusunda nasıl bir imkân sunmaktadır?

Önce siyasal iktidarın meşruiyeti ne anlama gelmektedir ve siyasal rejimler bu konuda nasıl bir tavır geliştirmişlerdir, bu soruya genel olarak bakmak istiyoruz. Devlet, iktidar ve hükümet iç içe geçmiş kavramlardır, ama aralarında farklar mevcuttur. İktidardan başlamak daha doğru olsa gerek. Toplumda, birçok iktidar vardır; bunlara “sosyal iktidarlar” diyebiliriz. Ne zaman mevcut sosyal iktidarlardan biri, diğerlerine de hükmedecek olursa o zaman “siyasal iktidar” ortaya çıkmış olur. Bu konuda İbn Haldun’un görüşü önemlidir. Ona göre “Asabiyetin hedefi mülktür.” Asabiyet kavramı, kabile toplumunda birbirinden özerk olan kabilevi yapıların sosyal iktidarını ifade eder. Ne zaman, İbn Haldun’a göre bu sosyal iktidarlardan biri diğerlerine egemen olmaya başlarsa, o zaman “devlet” dediğimiz “siyasal iktidar” ortaya çıkar. O zaman siyasal iktidar ile devlet hemen hemen aynı şeydir. Devlette asıl olan sürekliliktir. Hükümet ise, devletin işlerliğini sağlayan geçici bir makam ya da kadrodur. Hükümetler gelir gider ama devlet hep aynı kalır.

Devletin ve siyasal iktidarın kendini egemen kılmasının iki temel etkeni vardır. Bunlardan birisi güçtür, diğeri de meşruiyettir. Başlangıçta egemenliği güç temin eder. Yine İbn Haldun’un izinden gidersek, güçlü bir kabile diğerlerine hükmederse kendisini iktidar haline getirir. Devlet demek “egemenlik” demektir, egemenlik ise güçle sağlanır. Modern zamanlarda devleti “bir sınıfın diğer sınıfları hakimiyeti altına aldığı bir örgütlenme” olarak gören Marxist tez de, devleti “belirli bir coğrafya üzerinde şiddeti kullanma tekelini meşru biçimde elinde bulunduran insan topluluğu” olarak tanımlayan Max Weber de aynı şeyi söyler.

Peki, bir devlet salt güçle ayakta kalabilir mi? İşte, bu soruyu sorduğumuz zaman meşruiyet problemine giriş yapmak zorunda kalırız. Hiçbir devlet güç ve kuvvete dayanarak ayakta kalamaz, er ya da geç devletin kendi iktidarını meşrulaştırabilmesi gerekir. Meşruiyet, bir açıdan toplumun değer ve normlarına uygunluktur. Mevcut durumun toplumca kabullenilmesi, benimsenmesi, yadırganmamasıdır. Ya da başka bir deyişle “Neden itaat etmeliyim?” diye soran vatandaşa verilen cevaptır. Öyle bir cevap verilmelidir ki, vatandaş devlete isteyerek itaat etsin!

Bilindiği üzere siyasal sistemlere göre meşruiyetin kaynağı değişir. Teokratik rejimlerde meşruiyetin kaynağı Tanrı’dır, yani sultan ya da padişah gücünü Tanrı’dan alır ve onun adına hükmeder. Cumhuriyet ve demokrasilerde meşruiyetin kaynağı halktır. Cumhuriyet egemenliğin halka ait olduğunu ilan eder, demokrasi ise bu iddiayı hayata geçiren bir mekanizmadır. Bir Cumhuriyet sadece iddia ediyor ve uygulaması olan demokrasiyi yadsıyorsa, teorik olarak halka dayanır ama pratikte egemen elitlerin yönetimi haline gelir. Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk dönemini böyle görmek gerekir. Cumhuriyet kendi iddiasını gerçekleştirmek istiyorsa, demokrasiyi hayata geçirmek zorundadır. Çağımızda bir çok ülke (Halk Cumhuriyetleri) kendini Cumhuriyet olarak nitelemişse de gerçekte demokrasiye sahip olamamıştır.

Eğer devlet kendi meşruiyetini seçkin bir heyete dayandırıyorsa, o zaman karşımıza aristokrasi çıkar. Monarşilerde ise, meşruiyetin tek bir kişi ya da aileye dayandırıldığı bir gerçektir. Çağımızda demokrasi ile monarşiyi birleştiren ülkeler de vardır. Bunları “melez” yönetimler olarak görebiliriz. Sözgelimi Avrupa monarşileri kendilerini meşrulaştırırken tarihsel rollerine atıfta yaparlar. Devleti kurucu rolleri kadar birlik ve bütünlüğü sağlayıcı ve pekiştirici rollerini de vurgularlar.

Şimdi asıl soruya gelelim: Ümmet ve ümmetçilik devleti meşrulaştırmada nasıl bir rol oynamaktadır?

Müslümanların tarihine hükmeden saltanat, güçle kendi varlığını sürdüremeyince bir meşruiyette krizi yaşamış ve bu krize teolojik bir temel bulmuştur. Osmanlı’ya kadar gelen süreçte sultanlar ve halifeler kendilerini “Tanrı’nın gölgesi” olarak lanse etmişlerdir. Oysa İslamiyet’in ilk günlerinde halife kendini “peygamberin temsilcisi” olarak görüyordu. Hatta Hz. Ömer bu sıfatı bile kendine layık görmediği için kendisini “Emirü’l-mü’minîn”, yani Müminlerin Emiri demekle iktifa etmiştir.

Kamu hukuku üzerine ilk eser yazan Maverdi, devlet başkanına Peygamberin yerini almasından dolayı, “Halife” denildiğini ve ona ancak “Peygamberin halifesi” diye hitap edilebileceğini, ama asla “Allah’ın halifesi” denilemeyeceğini belirtmektedir.  Ona göre hilafet akdi tamamen serbest bir rıza ile oluşmalıdır. Cebir ve baskı sonucu teşekkül etmemelidir. Seçmenler heyetinin ona halifeliği vermesi suretiyle teşekkülü temin edilmelidir. Şayet hepsi birleşir, onu seçerlerse imamlık akdi tamamlanmıştır.

Halifelik iki aşamada tamamlanan bir süreçtir. İlk aşamada toplumun ileri gelenleri onu adaylar arasından seçer, ikinci aşamada ise halife adayı halktan ya da cemaatten beyat alır. Beyat, bir akittir ve karşılıklı rızaya dayanır. Eğer halk ona beyat ederse onun halifeliği meşru bir halifelik olur.

Peki, meşruiyeti sağlayan şey, seçim ve beyattan ibaret midir? Halifeyi ilk seçen heyet bu yetkiyi kimden almaktadır?

Bu sorular bizi ümmet olgusuna ve ümmetin meşruiyet kaynağı olarak statüsüne götürür. Bir hadiste de ifade edildiği üzere “Allah bu ümmeti (veya Muhammed’in ümmetini) dalalette birleştirmez. Allah’ın eli cemaatin üzerinedir. Cemaatten ayrılan ateşe ayrılmış olur.” Gazali’ye göre ümmeti meşruiyetin kaynağı kılan şey, “masumiyet”tir. Bilindiği üzere Avrupa’da Kilise ve Papa masumdur, yanılmazdır; Şiilikte 12 imam masumdur, Sünnilikte ise masum olan ümmettir.

Özetlersek; Müslüman toplumlarda siyasal meşruiyetin temelinde ümmetin masumiyeti fikri vardır. Ümmet kendi iradesini temsilcileri yoluyla kullanır, temsilciler ise halifeyi seçer ve yine ümmeti temsilen bir cemaat ona beyat ederse süreç tamamlanmış olur. Ümmetçilik, siyasal anlamda bir topluluğun kuruluşunu ve şartlarını ümmete dayandıran siyasal bir teoridir. Ümmet, her zaman dini bir birliktelik olmak zorunda değildir, bir toplum farklı dini ve etnik gruplardan oluşuyorsa o zaman ümmet siyasal bir topluluk olarak ortaya çıkar.

Çağımızda ümmetçilik, Cumhuriyetçilik ve demokrasi gibi siyasal teorilere yakındır. Hatta geniş anlamda çoğulculuğa izin vermesi itibariyle bu teorileri de aşan boyutlara sahiptir. Fakat modern tarihte ümmetçilik, Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşü aşamasında “İttihad-ı İslam” fikriyle özdeşleştirildiği için siyasal teori olarak öne çıkma imkânı elde edememiştir. Sonraki dönemde ise “Siyasal İslam” tekilci ve homojen toplumsal bir yapı yaratmak isteyen ulus-devleti kendine asli model aldığı için ümmetçiliğin siyasal teorisini geliştirmekten ziyade saptırmaya yönelmiştir. Ancak 90’lı yıllarda “Medine Sözleşmesi” üzerine yapılan tartışmalarla birlikte ümmetçilik gerçek gerçek siyasal kimliğine sahip olmaya başlamıştır.

 

Kaynak: farklı bakış