ÜMİT AKTAŞ’IN ALİ BULAÇ SÖYLEŞİSİ

Ali Bulaç, hem İslami İlimleri hem de sosyolojiyi okuduğu halde akademik dünyayı tercih etmeyerek “unvan”sız bir “aydın” olarak düşünsel bir hayat sürdürmeyi tercih etti.

ÜMİT AKTAŞ’IN ALİ BULAÇ SÖYLEŞİSİ

Yazar ve  rfklibakis.net yayın yönetmeni Ümit Aktaş, Ali Bulaç ile çeşitli konularla ilgili kapsayıcı bir söyleşi gerçekleştirdi.

Ümit Aktaş: Hem İslami İlimleri hem de sosyolojiyi okuduğunuz halde akademik dünyayı tercih etmeyerek “unvan”sız bir “aydın” olarak düşünsel hayatınızı sürdürdünüz. Aslında ise ülkemizde “aydın”lık, bürokratik bir uğraşla birlikte sürdürülür ve bir yanıyla da iktidar kavgalarının içerisinde yer almayı gerektirir.  Siz ise bunu yeğlemediniz ve birçok dergi ve gazetenin bizzat kuruluşunda yer aldınız, birçok da kitabınız yayınlandı. Geldiğimiz noktada bu tip bir çizgiyi izlemekten memnun musunuz?

Ali Bulaç: Ben 1970 yılında İstanbul’a geldim, Yüksek İslam Enstitüsü yatılı sınavlarını kazanıp Enstitü’ye kaydoldum. Bir sene sonra da İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi sosyoloji bölümüne girdim. O sene 365 toplam puan almıştım. Sosyoloji 270 puanla açmıştı, pek rağbet olmadığından 256’ya kadar düşmüştü. Kayıt yaptırmaya gittiğimde görevli hanım “Evladım, yazık değil mi bu puana, git daha yüksek puan isteyen fakültelere git” demişti. Ben sosyoloji okumaya kararlıydım. Rahmetli Said Nursi’nin formüle ettiği gibi “cenaheyn (iki kanatlı)” olmak gerektiğini düşünüyordum, bunu ta Mardin’de iken aklıma koymuştum.

Yazı yazmaya 15 yaşımda başladım, Mardin mahalli gazetelerinde fıkra, makale yazıyor, şiirler yayınlıyordum. Genellikle irfani ve aşk şiirleriydi benim yazdıklarım. Her nasılsa bunlardan haberdar olan bölgenin en ünlü şeyhlerinden Şeyh Seyda Cizre’den bana dualarını göndermiş, bu çizgide devam etmemi öğütlemişti. İlk kitabım 1969 yılında Mardin’de yayınlandı: “Rüzgâr Şarkıları.”

İstanbul’da da 1970 yılından başlamak üzere çeşitli mevkutelerde yazılar yazdım: MTTB’nin çıkardığı Milli Gençlik Dergisi, Tohum dergisi vs.

Rahmetli Sedat Yenigün’ün teşvikiyle 1975’te Çağdaş Kavramlar ve Düzenler kitabını yazmaya başladım, 1976’da ilk fikri kitabım olarak yayınlandı, hala her sene bir baskı yapmaya devam ediyor. Eşzamanlı olarak birkaç arkadaşımla Düşünce Dergisi ve Düşünce yayınlarını kurduk.

Bunları niçin anlatıyorum?

Ben kendimi bildim bileli fikri bir mücadele ve çaba içinde bulundum. Fikri hayatıma İslamcı olarak başladım, 70 yaşındayım, 55 yıllık yazı hayatımda çeşitli inkişaf ve tekâmüller olmakla beraber çizgimde temel bir sapma vuku bulmuş değil. Mardin’den sağlam bir altyapı ile İstanbul’a gelmiştim; meslek ve edebiyat/sosyal bilimler dersi hocalarım çok kaliteliydi, Mardin’e sürgün olarak gelmişlerdi. Sürgün hoca kaliteli olur, onlar bizi iyi yetiştirdiler. Ben İmam Hatip’te iken Seyyid Kutub’u, Mevdudi’yi okumuş; edebiyat öğretmenimizin yönlendirmesiyle kısa cümleye iyi örnek diye Yaşar Kemal’i, İstanbul Türkçesi’ne iyi örnek diye Salah Birsel’i okumuştum. Okulda herkes M. Şevki Eygi’nin gazetesini okurken ben bunun yanında Akşam gazetesinde Çetin Altan’ı da okurdum. İstanbul’a gelmeden Türk romanlarının belli başlılarını, dünya klasiklerin önemli olanlarını okumuştum.

İstanbul’da büyük şans eseri Hareket Dergisi çevresiyle tanıştım; rahmetli Nurettin Topçu’nun yaklaşık 3,5 sene hafta sonu sohbetlerine katıldım, çok sayıda önemli isimle tanıştım, onları dinleme fırsatını buldum. Sohbetlere Ezel Elverdi, Mustafa Kutlu, D. Mehmet Doğan, Yaşar Nuri Öztürk, Hüseyin Hatemi gibi zatlar da katılıyordu.  Kemal Tahir, Aziz Nesin, Musa Anter, Halid Refiğ, Çetin Altan, Cemil Meriç, Mahir İz, Abdulbaki Gölpınarlı, Sadrettin Yüksel, Şerif Mardin gibi zatlarla tanıştım, sohbetlerine katıldım. Hamidullah hocanın bir sene mukayeseli dinler tarihi derslerini takip ettim; Erol Güngör’den bir sene sosyal psikoloji dersi aldım. Yaser Arafat, Garaudy, Bessam Tibi, Hasan Hanefi, Abdülkerim Süruş, Vehbi Zuheyli, Aliya İzzetbegoviç, Gilles Kepel, Oliver Roy, Cengiz Aytmatov, Gannuşi’yle tanıştım; birlikte sempozyumlara katıldım, tartıştım; İmam Humeyni’yi vicahen –iki metre mesafede- dinledim. Şu anda aklıma gelenler bunlar. Geçenlerde tespihle kaç ülke dolaştığımı hesapladım, 36 ülke çıktı.

Başka isimler de var, yazmaya kalkışsam uzun bir liste olur, keşke bir gün bunları yazabilme imkânım olsa.

Ümit Aktaş: Evet, aslında kimi yazarlar düşünsel yolculuklarını anlatan bir tür biyografilerini yazarlar. Oldukça öğreticidir bunlar…

Ali Bulaç: Görüştüğüm, tanıdığım kimseler, gezip dolaştığım yerler görgümü arttırdı, ufkumu genişletti. Dünyayı siyasetçilerin ihtiraslarını besleyen üniversitelerin, pozitif ve sosyal bilimcilerin, stratejist ve uzmanların bu hale getirdiğini düşünmeye başladım.

Daha Yüksek İslam ve Sosyoloji okurken, formel yüksek eğitimin filozofik zihin yetiştirme amaçlı olmadığına kanaat getirmiştim. Fakat akademi konusunda nihai kararı vermeye vesile olan bir olay yaşadım. Yüksek İslam’da okurken birinci sınıftan başlamak üzere bir tasavvuf hocamız -ismini vermeyeyim, trafik kazasında vefat etti, Allah rahmet eylesin- beni asistanı olarak seçeceğini söyleyip duruyordu. Bunu da herkes biliyordu. Asistan olacağım konusu iki sene sürdü. İkinci sınıfın haziran ayında final sınavlarına girerken kendisiyle karşılaştık, heyecanla :

-“Ali, sen Tokatlı değil miydin?” diye sordu.

-Hayır, hocam dedim. Ben Mardinliyim deyince, yine heyecanla üsteledi.

-Emin misin?

Ben yine evet deyince, “Peki!” dedi ve bir daha mezun oluncaya kadar yüzüme bakmadı.

Bu bana çok öğretici oldu. Kişilerin bilimsel ve entelektüel formasyonlarına göre değil de, etnik ve bölgesel kökenlerine ya da bağlı oldukları parti ve cemaatlere göre akademik hayata dahil edildiği bir ülkede zihni hayatımı, yeti ve melekelerimi buna feda edemem, Allah’ın bana bahşettiği aklımı ve hakikati arama gayretini heba edemem.

Artık bende şu kanaat hasıl oldu: İslam dünyasının büyük ihtiyacı pozitif veya sosyal bilimlerde iyi yetişmiş elemanlar değildi, bunlar modern siyasal ve bürokratik aygıta tedarikçilik misyonlarını yerine getirmektedirler. Öncelikli ihtiyacımız İslami tefekküre, ilim ve irfana aşina ama aynı zamanda Batı bilimlerinden ve felsefesinden yeterince haberdar güçlü entelektüellerdir. Tarihimizden tevarüs ettiğimiz ciddi sorunlar vardı, reel durumumuz acınacak durumda, bunun yanında beşeriyetin tarihinde ilk defa yeryüzünün tamamını etkisi altına alan, dünyanın en ücra köşesini dahi dönüştüren bir uygarlıkla karşı karşıya bulunuyoruz. Bu uygarlık türümüzü ve canlı hayatı yıkıma götürüyor, potansiyel zenginliğiyle İslam meydan okuyabilir, alternatif bir âlem tasavvuru, sağlıklı bir dünya görüşü ve yaşama tarzı gösterebilir. Zaaf tamamen bizden kaynaklanıyor. Bir bilim insanı veya akademisyen olarak bir çıkış yolu bulamazdık.

Tabii ki isteseydim ilahiyat veya sosyal bilimler alanında akademik kariyer yapardım. Ama şöyle düşündüm: İslam’da fikir ve ilimler sahasındaki inkırazımız Nizamülmülk’ün kurduğu Nizamiye Medresesi’yle başladı; Selçuklu ve Osmanlı tarihi boyunca kayda değer, semasında parlayan bir fikir adamı yetişmedi. Ne felsefe, ne de fıkıh usulü ve kelam alanında kayda değer bir yıldızımız doğdu. Yüzyıllardır İslam dünyasının göğü katran gibi karanlık. Osmanlı büyük bir imparatorluk ama öne çıkan iki özelliği güçlü bir idare ve kanunnamelerle/örfle düzenlenmiş hukuk. İslam’ın kamu hukuku teşekkül etmedi, kamusal ahlak da oluşmadı.

Yüzyılda Batı ile temasa geçtikten sonra inisiyatifi edebiyatçılar (şairler, yazarlar) ele geçirdi; bunların Batı tefekkürüne ve ilimlerine vukufiyet kesbetmeleri mümkün değildi; tam aksine batıcı ve milliyetçi çevrelerde açık, dindar muhafazakâr çevrelerde ise gizli hayranlık uyandırdılar ve bu hayranlığın doğurduğu aşk-nefret ilişkisi devam ediyor.

Devamı >>>