ÜMİT AKTAŞ İLE SÖYLEŞİ

Mehmet Kani Polat’ın, Özgün İrade Dergisi adına Ümit AKTAŞ ile “Okuma Serüveni” Kitabı üzerinden, “Okuma Eylemi”ne Yönelik Yapmış Olduğu Bir Söyleşi…

ÜMİT AKTAŞ İLE SÖYLEŞİ

-Bugün çok değerli bir kitap üzerine söyleşmek için, kitabın yazarı Ümit Aktaş ile beraberiz. Ümit hocam, öncelikle hoş geldiniz.

Teşekkür ederim.

Üzerinde konuşacağımız kitap, Okuma Serüveni… Okuma Serüveni Ümit Aktaş’ın yazdığı yirmiyi aşkın kitaptan birisi. Ama bana göre belki de en değerlisi. Kitap okuma serüvenine uyarlanmış biyografik bir roman ile başlıyor ve akabinde felsefi sürüklenişi, tarih felsefesini de sırtlayarak, Batı’dan ve İslam âleminden birçok filozofun görüşlerine yer veriyor, hayat hikâyelerini bizimle paylaşıyor. Açıkçası benim bu kitap ile tanışmam, 15 Temmuz’un akabinde vefat eden Ramazan Sarıkaya vesilesiyle olmuştu. Kendisi raflardan kitap baktığımı görünce hemen arasından bu kitabı seçmişti ve “bunu al, oku” diye ısrar etmişti. Ben de bir yolculuk esnasında bu kitaba başlamıştım. Aslında bu kitap sizin yolculuğunuzun kitabı zannedersem, hayat yolculuğunuzun; o vecdinizin, cehdinizin bir nişanesi, ne dersiniz hocam.

Allah rahmet eylesin, Ramazan’ı da hatırlatmış oldun bu arada. Gerçekten hayatımız bir yolculuk; insanlaşma çabamız yine öyle. Doğumla başlayıp -ölümle bitmeyen tabi-, bir yolculuk. Onun da ötesinde bu yolculuğun içerisinde de birçok tali yolculuklar var; çıkarsak eğer, çıkabilirsek… Kitaplar bizi bir tür yolculuklara çıkarırken, bir açıdan da bizlere yol olarak farklı dünyaları ve düşünceleri sererler önümüze. Bize yoldaş olan yazarlarının tecrübelerini paylaşırken, bir nebze de olsa onlarla dostluklar da kurarız. O kitapların dünyasına girmekle birlikte başlayan bu yolculuklar, bizi sürükleyerek alıp çok uzaklara götüren bir cazibeye sahipler. Tabii ki bunu hissetmek önemli; peki bunu nasıl hissederiz? Elbette ki merak duygumuz, öğrenme iştiyakımız, kendimizi aşma ve çevremizi tanıma isteğimiz, daha farklı yollara, yolculuklara çıkma arzumuz; bütün bunlar bizi kışkırtan, yola çıkaran ve bir başka açıdan ise “yoldan çıkaran” etkenler.

Bir de yazma aşaması var; buraya nasıl geçtiniz? Bu da mı bir yolculuk?..

Okumak kadar yazmak da, farklı bir biçimde de olsa bir tür yolculuktur. Tabii ki yazmak, okuma yolculuğunun karşısında, daha etken bir süreç olarak algılanır. Bir açıdan öyledir de. Ama yakınlarda okuduğum Heidegger’in “Düşünmek Ne Demektir” adlı kitabında, bu hususla ilgili çok ilginç bir tespit var. Heidegger, Sokrat için “Batı’nın en saf düşünürüdür; çünkü o yazmadı” demekte. Çünkü yazmak insanı düşüncenin o saf ikliminden uzaklaştırarak bir gölgelikte barınmaya icbar etmektedir. Bu düşünceler okur okumaz çarptı beni. Saf bir düşünür olmanın, en saf düşünür olmanın temel koşulunun yazmamak olması, bir anda Peygamber (as)’i aklıma getirdi; yazmayan bir şahsiyet olarak. “Yaa!” dedim kendi kendime, Peygamber’i bu açıdan, onun yazma bilmemesi, hatta okumayı da bilmemesi açısından, bu bakışla hiç düşündük mü?.. Ama o okumakla emrolundu. Daha doğrusu, düşünmekle, tefekkürle. Ama aynı zamanda Hira’da sürdürmekte olduğu inzivasından çıkması istendi. Artık bundan böyle toplum içinde ve toplumla birlikte düşünecek ve eyleyecekti.

Kelimenin tam anlamıyla okumak, işte böyle bir şey. Yani sizi hakikate yakın kılan, hakikatin yollarına çıkaran bir etkinliktir okumak. Okudukça işte bu çarpıcı düşünceler, buluşlar, tecrübeler sizin önünüze ışık tutarak, ufkunuzu da aydınlatmış oluyor. Çünkü Heidegger’e göre düşünmek, en has eylemlilik halidir. Saf bir eylemliliktir. Nitekim Şeriati de, kendisine yöneltilen “Ne Yapmalı?” sorusu karşısında benzer bir cevap vermekte: “Daha üzerinde etraflıca düşünüp konuşmadık ki!” Tabi ki salt kaba bir eylemlilik peşinde olanlar, okumanın, dahası düşünmenin bir eylemlilik hali oluşunun farkına varmazlar. Varmadıkları gibi, küçümserler de düşünen insanları. Oysaki tarihi ve toplumları değiştirenler, okuyanlar ve düşünürlerdir.

Yani yazmak, “yoldan çıkarmışa” benziyor sizi!..

Maalesef… Bizde peygamber sabrı yok çünkü. Düşüncelerimizin kendi içimizde demlenmesini bekleyecek bir sabır. Hemen cevap yetiştirmek, yazmak, dolmadan taşmak istemekteyiz. O zaman ise sözlerimiz ister istemez biraz da olsa ham meyvelerin acılığı kıvamında oluyor ne yazık ki. Tabii ki Ramazan’ı hatırlatınca şimdi birden aklıma geldi. Sana “Okuma Serüveni”ni tavsiye etmesi gibi, zaman zaman bana da kitaplar tavsiye ediyordu. Bu arada “Kitabevi” diye bir roman yazmıştım. Onu yayıncıdan aldığım gün buraya uğramıştım. Ramazan’a verdim hemen, onun okumayı ne kadar sevdiğini bildiğim için… Sonra ertesi gün de tekrar buraya uğramıştım. Ramazan’la karşılaştık. Dedi ki, akşam başladım kitaba ama bir türlü elimden bırakamadım. Gece kitabı bitirip geldim. Bu iştiyakı beni çok şaşırttı. Hatta daha sonra kışkırtıcı birkaç şey söyledi. “Ya!” dedi, “ben ‘Okuma Serüveni’nde bahsini ettiğin o denizcilik sürecini, gemiyle yolculuğu, uzak bir yerlere gitmeyi, bu duyguları çok merak ediyorum. Bir gemi maceranız var, gemilerde bulunmanız, çalışmanız, oralarda ne yaptınız, ne oldu? Bunları yazmayı hiç düşünmüyor musun?” Aslında hiç düşünmüyordum bu mevzuda yazmayı, ama bazen işte böyle oluyor, bir şeyler vesile oluyor, kışkırtıcı bir şeyler. Zihin ise kendi hazırlıklılığı veya yordamı içerisinde bir biçimde ifade ediyor: şiir, anlatı veya düşünce olarak.

Aslında bu da tıpkı okumak gibi, yani birden size bir kitabın verilmesi, hiç tanımadığınız birisini, çok önemli ama farkında olmadığınız birisini tanımanız ve etkilenmeniz gibi… Sizin için farklı bir yolculuk, farklı bir güzergâh olması gibi. Bir ağaç ya da çiçek; bir kuş ya da başka bir hayvan. Bir ışıltı veya ses. Bunların hepsi de Allah’ın önümüze serdiği kitaplardır aslında şayet okumasını bilirsek. Onlarla dostluklar ve yoldaşlıklar oluşturabilirsek. Birden içinizde bir yerlerde bir duygular ve anılar patlaması olur ve yazmaya başlarsınız. “Gemi”yi yazmaya da işte böyle başladım. Dalgaları, fırtınaları, uzakta kalmış şehirleri, unutulmaya yüz tutmuş dostlukları ve düşmanlıkları hatırladım. Ve hakikaten “Gemi”nin yazılmasında da Ramazan’ın çok özel bir etkisi var. Tekrar Allah rahmet eylesin.

Allah rahmetiyle muamele eylesin inşallah. Ben de yazmakla ilgili şöyle bir anımı paylaşayım. Kudüs’te bir gün Yahudi mahallesindeyken bir Şabat günü, mahallenin çıkışında notlarımı alıyordum. Notlarımı alırken iki tane Yahudi genç geldi yanıma ve biri bana kızarak: “Niye yazı yazıyorsun, bugün Şabat, yazı yazılmayacağını bilmiyor musun?” dedi… Ben de “okumanın niçin yasak olmadığını” sordum. Yazmakla okumanın farkı ne? Aslında bu sorunun cevabını Heidegger bize vermiş. Bana vermiş oldu şu an.

Evet. Aslına bakarsan, gerçekten çok önemli bir mevzu aslında. Zira kutsal metin saf haliyle yazıya dökülmeyen, dökülemeyen bir şeydir. Yazıya dökülmesi onu biraz kutsallığından uzaklaştırmış olur. Bir açıdan dünyevi bir hale getiriyor onun yazıya dökülmesi ve herkese sunulması. Bakışlardaki o hoyratlığa, kelimeleri eğip büken şiddete. Herkes tarafından okunur bir hale getirilmesi; hele ki üzerinde tefekkür edilmeksizin okunması… Düz anlamda okumak onu sıradanlaştırırken, tefekkür ise çoğaltmaktadır aslında. Ama bunun için bakışı saflaştırmak ve sözü derinleştirmek gereklidir.

-O zaman okumanızı, okuma serüveninizi, işin yazma kısmını bir tarafa bırakarak soruyorum, yazmadan önceki halinizi: Yakub’un mecazi anlamda da olsa Tanrı’yla güreşmesiyle, İsa’nın Golgota’ya tırmanmasıyla bir benzerliği var mı?

Kıyaslamak bile abes olur tabi; çünkü çok muhteşem olaylar bu söylediklerin. Yahudi geleneği, biraz da böyledir. Sürekli olarak Tevrat metniyle boğuşur dururlar Yahudi âlimleri. İsa’nın bu giderek tefekkürden uzaklaşarak biçimcileşen okuma ve anlama eğilimine karşı mücadelesi ve ıstırabı ise ortada. Dolayısıyla onlarla asla kendimi mukayese etmek istemem. Ama her insan kendi çapında bir anlama, düşünme ve eyleme çaba (cihad)’sı içinde olmalıdır. Mesela Kur’an’da geçen Âdem’in zürriyetinin imtihana çekilmesi; “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?’” sorusuna muhatap olması; yani meşhur “kalu bela” meselesi. Bu sembolik anlatının, insanoğlunun hayatındaki bir sürecin ifadesi olduğunu düşünürüm. Şöyle ki, öyle bir döneme geliriz ki, dünyayla, toplumla, yaratıcıyla, kendi içimizde veyahut da kendi dışımızdaki bazı meselelerle, yani kendimizle ve dışımızla hesaplaşır ve yüzleşiriz. “Ben neyim, nereden geldim, nereye gidiyorum?”; bunun muhasebesini yapmaya başlarız.

O zaman bir şekilde biz de kendi çapımızda da olsa bu kadim macerayı yaşarız. Tabii ki herkesin macerası kendi cirmince, çapınca. Hani Mevlana’yla Şems’in karşılaşmasında Şems kendince Mevlâna’yı sorgulamak, dahası sıkıştırmak için sorar: “Ey Müslümanların imamı! Bir müşkülüm var. Hz. Muhammed mi büyük, Bayezid-i Bistami mi?” Sorunun şiddetinden kendinden geçen Mevlâna, toparlanınca; “Bu nasıl sual böyle? Tabi ki, Allah’ın elçisi bütün yaratıkların en büyüğüdür.” Bu cevabı bekleyen Şems, “o halde neden Peygamber bu kadar büyüklüğü ile ‘Ya Rabbi seni tenzih ederim, biz seni layık olduğun veçhile bilemedik’, derken, Bayezid, ‘kendimi tenzih ederim! Benim şanım çok yücedir. Zira cesedimin her zerresinde Allah’tan başka varlık yok’ demekte”? Mevlâna: “Hz. Muhammed, müthiş bir manevi susuzluğa tutulmuştu, ‘biz senin göğsünü açmadık mı?’ şerhiyle kalbi genişledi. O her gün sayısız makamlar geçiyor, her makamı geçtikçe evvelki bilgi ve makamından istiğfar ediyor, daha çok yakınlık istiyordu. Bayezid’in ise, bir yudum suyla susuzluğu dindi ve suya kandığından dem vurdu. Vardığı ilk makamın sarhoşluğuna kapılarak kendinden geçti ve o makamda kalarak bu sözü söyledi.”

Mevlâna her ne kadar bu cevabıyla Şems’in sorularının altında kalmasa da, Şems, bu sorgularıyla, kendisini tamamıyla dolu ve yeterli görmekte olan Mevlâna’nın hapsolduğu testiyi kırarak, suyu mecraına bıraktı; onun yolunu açtı. Böylece klasik bir ilim insanı olan Mevlâna, bu sayede özgürce düşünme imkânına kavuştu ve oldukça derinlikli eserlerini ancak bundan sonra yazdı. Dolayısıyla herkes bu “deniz”den, Allah’ın bizi içerisinde halkettiği ve burada denizle remz olunan kâinattan ve hayattan, kendi nasibince bir şeyler alır. Çünkü bu kâinatın, hayatın en saf biçimi bize düşüncelerle, insanoğlunun bugüne kadar zuhura çıkarttığı düşünürlerin, peygamberlerin, ariflerin ürettiği düşüncelerle ifade olunmuştur. Tabi bunları ne kadar anlarız, ne kadar alırız, testimiz ne kadar bunları almaya müsaittir, delik midir, değil midir?.. Tüm bunlar ise ayrı meseleler…l

Kaynak: http://ozgunirade.com/umit-aktas-ile-soylesi/