Uluslararası ilişkilerde gizlenen gerçeği açıklıyorum; umarım kulak veren olur…

Gazeteci yazar Fehmi Koru Analiz Etti..

Uluslararası ilişkilerde gizlenen gerçeği açıklıyorum; umarım kulak veren olur…

Dünyanın değişmez altın kuralını hatırlatmak istiyorum.

‘Altın kural’ ne midir?

Şudur: “Altını olan kuralı koyar.”

Bütünüyle ‘çarpıcı’ olmasını umduğum bu yazı için bilgisayar başına otururken, “Dikkatleri daha en baştan yazacaklarım üzerinde nasıl toplayabilirim?” sorusuna cevap aradım. Yukarıdaki giriş soruya bulduğum cevaptır.

Basit bireysel ilişkilerde de geçerli olan ‘altın kural’ uluslararası ilişkilerde hiç değişmeden varlığını sürdürüyor.

Bir bilim dalı olarak uluslararası ilişkiler ve gerçekler

‘Uluslararası ilişkiler’ günümüzde bir bilim dalı. Üniversitelerde bu adı taşıyan bölümler bulunuyor. O bölümlerden mezun olanların pek çoğu diplomasi mesleğine giriyor. Bazı mezunlar da akademik hayatta yer alıyor ve görüşleriyle katkılar sunuyor.

Diplomasi ve uluslararası hukuk nispeten daha eski ilgi alanları. En eskiden yalnızca diplomasi vardı ve ülkeler arasında meydana gelen ihtilaflar tarafların diplomatlarının araya girmesiyle çözülmeye çalışılırdı.

Reklam

İhtilaflar çetrefilli olmaya başlayıp kalıcı sonuç almakta zorlanıldığında ilişkileri kurallara bağlama zorunluluğu doğdu ve ‘uluslararası hukuk’ da işte bu ihtiyaçtan ortaya çıktı. 

Hukuku var artık ikili ilişkilerin, ama ‘altın kural’ yine değişmedi; bugün hala, kuralı altını olan -yani güçlü onlan/lar- koyuyor.

Bilim dalı olarak okullara ders olarak konması fazla eski tarihte olmayan ‘uluslararası ilişkiler’ ise bu gerçeğin anlaşılmasına yardımcı oluyor.

Dünyamızda varlığını hissettiren uluslararası düzen de bu gerçekler üzerine oturuyor.

Ne demek istediğimi anlamak için, İkinci Dünya Savaşı sonrasında kurulan Birleşmiş Milletler (BM) örgütünün yapısına bakabiliriz.

İsimlerinde ‘dünya’ sözcüğünün bulunması sizleri yanıltmasın, iki büyük paylaşım savaşı Avrupalı ülkeler arasında çıkmıştı; Amerika’nın iki savaşa müdahalesi sona doğru geldi. İlkinde 20, ikincisinde 60 milyona yakın insan hayatını kaybetti ve ikinci savaşın ardından aynı türden yıkıcı sonuçlar doğuracak yeni savaşlar çıkmamasının bir tedbiri olarak BM kuruldu.

Gerçek bu iken, neden sadece beş ülke kendilerine ‘veto’ hakkı tanınarak bütün dünya ülkeleri üzerinde bir güce sahip hale getirildi? Hadi o dönem bunu gerektiriyordu diyelim, neden ‘veto hakkı’ geçici olarak tanınmadı? Neden hala beş ülke dünyanın patronu durumunda?

Dahası da var: BM’den nadiren de olsa ciddi ihtilaflar hakkında olumlu kararlar da çıkabiliyor. Filistin konusunda İsrail’i ‘haksız’ hatta ‘suçlu’ bulan sayısız BM kararı var. Bunların hemen hiçbiri uygulanmadı, uygulanmıyor. İsrail bildiğini okumayı sürdürüyor ve BM tarafından kendisine ait olmadığı defaatle karara bağlanmış toprakların bir parçası olan Kudüs’ü başkent olarak ilan edebiliyor. 

Reklam

Tabii ABD’nin yardımıyla…

BM hala var, hala uluslararası ihtilaflar konusunda kararlar alabiliyor, aldığı kararların bazısı en ince ayrıntısına kadar uygulanıyor, uygulamayanlara yaptırımlar söz konusu olabiliyor; buna karşılık ABD -daha doğrusu başkanı Donald Trump– öyle uygun gördüğü için İsrail’in başkenti Kudüs ve bu da BM kararlarına aykırı.

‘Altın kural’ sebebiyle olmasın?

Konuyu bu boyutuyla ve bugün ele almamın bir sebebi olmalı.

Sebep var.

Saddam’a “Yürü” dediler, Kuveyt’i işgal etti, peki sonra?

Gazetelerde, televizyon ekranlarında, bazısı ‘uluslararası ilişkiler’ uzmanı, bazısı eğitim hayatlarında ‘uluslararası ilişkiler’ ve ‘uluslararası hukuk’ dersleri almış olduğunu varsaymamız gereken ‘kurmay’ kişiler Türkiye’nin tarafı olduğu ihtilaflarla ilgili görüşler açıklıyorlar.

Sizler gibi ben de o görüşleri okuyor ve dinliyorum.

Görüşlerin özeti şu: “Haklıyız ve haklı olduğumuz için de kazanacağız.”

Acaba?

Filistin davası ve yurtlarından ayrı düşmüş, doğduğu yerleri 1948’den beri görememiş, görmek isteyen Filistinliler haksız mı? Filistin davasının varlığını iktidar meşruiyeti olarak kullanagelen çeşitli ülkeler bugün İsrail ile samimi ilişkiler kurmak için sıraya girdiler; ‘haklı-haksız’ denkleminde bu durumunu nasıl yorumlayacağız?

Rumsfeld (solda) ve Saddam.. 1983..

Saddam Hüseyin de, Kuveyt’i işgal etme kararını, “O sizin sorununuz, ne yapacağınıza kendiniz karar vereceksiniz” cümlesini ülkesindeki ABD büyükelçisiyle (April Gillespie) görüşürken onun ağzından işittikten sonra almıştı. Oğul Bush (George W. Bush), babasının kendi başkanlık döneminde yarım bıraktığı işi tamamlamak üzere Saddam’ı yerinden etmek için hareketlenip (2003) 11 Eylül 2001 uğursuz eylemlerinde parmağı olduğu ve elinde kitle imha silahları bulunduğu gerekçelerini kullandığında, Saddam ısrarla, “Hayır, bunlar doğru değil” deyip durdu.

[Kuveyt’e girerken (1990), Saddam, o sırada ABD hükümetinde savunma bakanlığı koltuğunda oturan ‘dostu’ Donald Rumsfeld’e de güveniyordu. Rumsfeld, ‘Başkanın Ortadoğu temsilcisi’ sıfatı taşıdığı bir dönemde (Aralık 1983) kendisini Bağdat’ta ziyaret etmiş, ikili arasında bir yakınlık doğmuştu. Fotoğraf bunu anlatıyor.

“Doğru değil” dedi de Saddam, ne oldu?

Bugün Saddam yok, pislik çukurunda aylarını geçirdikten sonra yakalandı ve idam edildi. Kendisinin 11 Eylül eylemiyle ilgisi olmadığı, kitle imha silahlarını da çok önceden imha ettirdiği sonradan ortaya çıktı. Ülkesi Irak bugün mefluç halde. 

Hak, hukuk bu gelişmelerin neresinde?

Ekrandan bu sözcükleri duyduğumda içim burkuluyor. 

Okuduğunuz yazımı o iç burkuntusuyla yazdım.

Umarım bir oyuna gelmiyoruzdur.

Yoksa geliyor muyuz?