Ülke coğrafyasında yaşayan 85 milyon kişi birbiriyle nasıl selamlaşıyor?
-“Selamünaleyküm,” “Hayırlı sabahlar,” “Hayırlı günler,” “Hayırlı akşamlar…”
-“Merhaba,” “Günaydın,” “Tünaydın,” “İyi akşamlar…”
Kabaca iki grup olarak sıraladığımız bu selamlaşma sözcükleri; sosyal, ekonomik ve kültürel olarak farklı adacıklarda ve keskin bir katmanlaşma düzeni içinde yaşayan Türk toplumunun, aynı zamanda ideolojik ve siyasi açıdan da derin bir bölünme ve ayrışma içinde bulunduğunu gösteriyor.
Yaklaşık bin yıldır aynı coğrafyada yaşayan, aynı havayı soluyan, aynı vatandaşlık statüsüne tabi olan, kabaca aynı dil ve kültür hamuruyla yoğrulmuş insanlarımız; neden birbirleriyle karşılaştıklarında, ağırlıklı oranda bu selamlaşma sözcükleri arasında bilinçli ve keskin bir ayırım yapma gereğini duyuyorlar?
Dünyada esasen bir iletişim zemini oluşturmak üzere kullanılan selamlaşma biçimlerinin; insanlarımız arasında sadece birer nezaket ve esenlik dileği olmakla kalmayıp aynı zamanda sınıf ve statü aidiyetlerini yansıtan “kimlik beyanlarına” ve dünya görüşlerine dair “inanç ve ideoloji taşıyıcı sembollere” dönüşmüş olması, Türk toplumunun kimlik profili ve zihin haritasının ortaya konması açısından üzerinde dikkatle durulması gereken bir konudur.
Bu bağlamda ideolojik ve kültürel bir bölünme hattının iki karşıt cephesinde yer alan bu selamlaşma sözcüklerinin tarihi ve etimolojik köklerinin ve tekabül ettikleri simgesel ve sembolik anlam yüklerinin analiz edilmesi Türkiye’deki toplumsal ve siyasal gerçekliğin fotoğrafını daha net görmemizi sağlayacaktır.
Selamün Aleyküm başta olmak üzere birinci grupta yer alan hitap sözcükleri; toplumun önemli bir kesimince bir inanç ve dini bağlılık göstergesi, hatta bir siyasi aidiyet beyanı olarak algılanıyor. Buna karşılık, “merhaba” ve “günaydın” gibi ifadeler daha seküler ve modern bir tercih olarak öne çıkıyor.
Oysa, bir inanç ifadesi veya kutsallık mesajı taşıdığı düşünülen birinci guruptaki sözcüklerden hiç birisi, “lafzen,” yani söyleniş biçimiyle “dîni” değildir:
-İçinde hiç bir dîni terim olmayan “selâmün aleyküm” Arapça kökenlidir ve anlamı “barış ve esenlik üzerinize olsun” demektir.
-“Hayırlı sabahlar” veya “hayırlı günler”deki “hayır” sözcüğü; “işe yarayan,” “yararlı,” “uğurlu” anlamındadır ve tam da “laik” versiyonunda kullanılan“iyi günler” hitabındaki “iyi”nin karşılığıdır. Bu çerçevede bakıldığında, bayram kutlamasında, “hayırlı bayramlar” yerine kullanılan “iyi bayramlar” hitabının da anlam yönünden diğerinden hiç bir fark yoktur.
Buna karşılık;
-İkinci grup selamlaşma sözcükleri arasında en çok kullanılan “merhaba,” Arapçadır; “ferahlık,” “rahatlık” ve “hoş geliş” dileme anlamına gelir.
-“Günaydın,” ve “tünaydın” sözcükleri ise; Türkçe kökenli, zamana dayalı iyi dilekler temennisi taşıyan bir selamlama ifadesidir. Diğerleri gibi bunlarda da dini bir mesaj ya da kutsallık yer almaz.
Müslümanlık dışındaki 3 farklı dine; Musevilik, Hıristiyanlık ve Budizme mensup toplumların en fazla kullandığı selamlaşma hitaplarına baktığımızda, sözcük karşılıkları olarak bunların da ilginç bir biçimde “selamünaleyküm” ile tıpa tıpa aynı anlamları taşıdığını görüyoruz:
-“Shalom aleichem”: (İbranice), “Barış üzerinize olsun”
-“Peace be upon you”: (İngilizce): “Barış sizinle olsun”
-“Namaste”: (Sanskritçe): “Selam olsun/ İçinizdeki özü selamlıyorum”
Görüldüğü üzere, dini bir içerik ve mesaj taşımayan tüm bu ortak hitaplar; özünde “barış,” “huzur” ve “esenlik” dileklerini ifade ediyor.
Peki, lafzen bir kutsallık ifadesi taşımayan “selamünaleyküm” hitabı, anlam ve mesaj yönünden dini bir içerik ve fonksiyon taşıyor mu?
Elbette taşıyor…
Öncelikle bu hitap, Kur’an-ı Kerim’de yer alan; peygamberimiz tarafından teşvik edilmiş ve İslam kaynaklarında Müslümanların temel selamlaşma ifadesi olarak tanımlanmış bir hitap biçimidir.
Bu arada objektif bir tespit yapmak gerekirse, seküler kesimin “selamün aleyküm” hitabına karşı önyargılı ve mesafeli olması gibi; karşıt cepheye yerleştirdikleri kişilerin de seküler selamlaşma ifadelerine karşı bilinçli ve keskin bir karşı duruş sergilemeleri, bu alandaki pozisyon alışların genelde iki taraflı olduğunu gösteriyor.
Yukarıda belirtilen Hıristiyan, Musevi ve Budist toplumlardaki temel selamlaşma sözcükleri de tarihi süreç içinde kutsallıkla ilişkilendirilerek dini bir anlam yükü kazanmışlardır.
Ancak, diğer üç dine mensup toplumlarda, günümüze kadar dini anlam yüklenerek gelen selamlaşma sözcükleri; günümüzde pratik ve yaygın selamlaşma araçları olarak, dini bir inanca sahip olmayı veya olmamayı ifade etmeyecek şekilde sekülerleşmiştir. Türk toplumundan farklı olarak, bu toplumlarda kendi dini referanslarıyla bütünleşen bu kadim selamlaşma biçimleri; zihinlerinde doğrudan dini bir inanca bağlılığın veya dini bir “kimlik izharının” ifadesi olarak keskin bir kodlamayla karşılaşmamaktadır.
Bu noktada dikkat çekici olan, “selâmün aleyküm”ün Cumhuriyet devrimleri öncesinde kültürel kuşatıcılık ve kullanım yaygınlığı yönünden, imparatorluk bünyesindeki dini kültürel ve etnik gruplar arasında geçmişte bugüne göre çok daha kapsayıcı ve birleştirici bir karaktere sahip olmasıdır. Osmanlı toplumu çok dinli ve çok kültürlü yapısıyla farklı inanç gruplarının bir arada yaşadığı bir zemindi. Bu coğrafyada “selâmün aleyküm” sadece Müslümanlar arasında değil, gayrimüslim topluluklarla da etkileşim içinde kullanılan bir nezaket ifadesiydi. Yahudi veya Hristiyan bir zanaatkârın Müslüman komşusuna bu selamı vermesi yadırganmaz, bu ifade bir “iman testi” olarak görülmezdi. Çünkü selamlaşma, toplumsal ilişkilerin yumuşak zeminlerinden biriydi, sınır değil köprü işlevi görüyordu.
Peki diğer toplumlarda kendi selamlaşma biçimleri, sekülerleşme veya dini bağlam yönünde “nötr” ve pratik işlevsel araçlara dönüşmüş iken; bizde “selamünaleyküm” neden doğrudan dini anlam ve mesaj yüklü bir bağlılık ifadesi ve dolayısıyla zihinlerde dini ve ideolojik bağlamda iki ayrı ideolojik cephede mevzilenmeyi gerektiren bir “kutuplaşma simgesi” olarak kabul ediliyor?
Çünkü Türkiye’de bu tür sözler, Batı’daki gibi zamanla doğal biçimde sekülerleşmedi. Tersine, modernleşme ve laikleşme süreciyle birlikte devletin “tepeden inmeci” yöntemlerle oluşturduğu, ani ve travmatik bir kopuş olarak kendini gösterdi ve ideolojik yük taşıyan simgelere dönüştü. Pozitivist modernleşme anlayışı, “dini görünürlüğü” kamusal alandan uzaklaştırmayı hedeflerken, bu dönüşüm selamlaşma ifadeleri gibi sembolik alanlara da yayıldı.
Bu fark, Batı’da sekülerleşmenin evrimsel, Türkiye’de ise pozitif hukuk ve kültürel mühendislik eliyle devrimci ve müdahaleci biçimde yaşanmış olmasıyla ilgilidir. Batı’da dildeki dinî motifler toplumun tüm farklı ideoloji ve inanç kesimlerince nostaljik bir değer kümesi olarak hazmedilirken; Türkiye’de bunlar üzerindeki anlam mücadelesi, ontolojik konumlanma ve ideolojik kutuplaşma hâlâ sürmektedir.
Bu tutumun psikososyal karşılığı, “kültürel yabancılaşma” ve bunun nedeni olan “modernlik” algısıdır. Fakat bu “modernlik”, Batı’daki gibi kültürel süreklilikle evrilen bir modernlik değil, çoğu zaman kendi kültüründen radikal bir kopuşa dayanan ve geçmişine kompleksle bakan gerilimli bir “kimlik stratejisidir.”
Cumhuriyet sonrası kuşaklarda “selâmünaleyküm”e karşı gelişen bilinçli ve ısrarlı mesafe, aslında bir dil tercihinden çok, sosyolojik bir savunma mekanizmasıdır. Sekülerleşme sürecinde dinden ve dini çağrışımlardan uzak durmak isteyen çevreler için bu ifade, taşıdığı çağrışım nedeniyle kültürel bir tehdit gibi algılanmaya başlamıştır. Bu, laiklik ilkesi çerçevesinde “dinin devletten ayrıştırılması” değil, kültürel sürekliliğin sert biçimde reddedilmesidir.