Türkiye’de milliyetçilik güçlü bir ideoloji. Bunu bir veri olarak kabul etmek gerekiyor. Hal böyle olunca, milliyetçi olup olmamanın gerekliliğini tartışmaktan ziyade, bu güçlü ideolojinin Türkiye’de nasıl modern, demokratik ve müreffeh bir toplumun kurulmasına katkıda bulunabileceği sorusu öne çıkıyor. Bir bakıma, milliyetçi olalım olmayalım, Türkiye’de milliyetçiliğin serencamı hepimizin meselesidir.
Bu bağlamda, Türk milliyetçiliğinin temel sorunu, büyük ölçüde geçen yüzyılda ve özellikle Soğuk Savaş döneminde kurgulanmış ideolojik kalıplarını sürdürmesidir. Elbette her ideoloji geçmişinden ve kökeninden esinlenmeye devam eder. Ancak şartlar değişmiştir ve milliyetçiliğin Soğuk Savaş’tan ziyade günümüz koşullarına göre yeni pozisyonlar alması gerekmektedir. Tabiri caizse, tıpkı İslamcı düşünceden beklenen “tecdit”/yenilenme, milliyetçilerden de beklenmelidir.
Milliyetçi cenahın elbette güçlü ve kendine özgü bir entelektüel birikimi vardır. Dolayısıyla “milliyetçilere milliyetçilik öğretmek” niyetinde olmaksızın, dünyadaki literatürden de esinlenerek birkaç noktanın altını çizmek istiyorum.
Millet kadar ülkeye (ve doğasına) vurgu yapmak
Türk milliyetçiliği millet (ve devlet) merkezli bir düşüncedir. Millet merkezli olmak elbette bir vatan düşüncesini de içerir. Ancak bu vatan düşüncesi, daha çok 19. yüzyılın sonunda oluşmaya başlayan bir algı üzerine tanımlanmıştır. Namık Kemal’in vatan kavramından anladığı ile günümüzdeki yirmi yaşında bir Türk vatandaşının anladığı arasında farklar vardır. Eğer milliyetçi düşüncede bir restorasyon yapılacaksa, millet ve ülke/yurt arasında bir denge kurulması gerekiyor. Bugünkü milliyetçilikte millet düşüncesi, vatan kavramını gölgede bırakıyor. Sonuç olarak, Türk milliyetçiliğinde vatan kavramı kutsal ama soyuttur. Bu kavramın somut olarak neye tekabül ettiği belirsizdir.
Burada gerekli olan, Türk milliyetçiliğinin ülke/yurt kavramını daha çok vurgulaması; ancak bunu yaparken dış tehditlerden çok iç sorunlara odaklanmasıdır. Yani vatanı sadece “harici” düşmanlardan korumak üzerine inşa edilen bir yurt anlayışı artık yeterli değildir. Nihayet bunun sonucu olarak, vatan sevgisinin ülkenin ağaçlarına, nehirlerine, göllerine vurgu yapacak şekilde genişletilmesi gerekiyor. Yani vatan kavramı içine doğa sorunları, zeytin ağaçlarının kesilmesi, her dereye baraj yapılması gibi meseleler de dâhil edilmelidir. Bugün Türkiye’de zeytin ağaçlarının kesilmesine karşı bir protesto düzenlendiğinde karşımıza genellikle sosyalistler ve çevreciler çıkıyor. Burada bir sorun yok. Ancak zeytin ağaçlarının kesilmesine karşı çıkmak ile Türk milliyetçiliği arasında bir bağlantı kuramıyor olmamız sorun. Zeytin ağaçları kesiliyor, Büyükçekmece Gölü kurumaktadır… Peki, bu sorunların birinci muhatabı neden milliyetçiler değildir?
Önce devlet değil vatandaş
Türk milliyetçiliği, kendini devlete adamak ve gerektiğinde onun uğruna feda etmek gibi bir ruh hali üzerinden kendini tanımlıyor. Oysa Türkiye’nin sorunu güçlü bir devletin olmaması değil, güçlü bir ahalinin olmamasıdır. Devlet kendi başının çaresine zaten bakar; asıl mesele sivil toplumun, yani yurttaşın zayıflamış olmasıdır.
Türk milliyetçilerinin söylemlerinde aşırı bir devlet vurgusu bulunmakta. Devlet nihayetinde bir araçtır; asıl olan yurttaştır. Kimse devletinin yıkılmasını istemez ama böyle bir şey olursa –ki Türk tarihinde çok kez olmuştur– millet yeni bir devlet kurabilir. Yani ontolojik olarak esas olan millettir, araçsal olan devlettir. Bu nedenle devletin kutsanması ve devletin bizatihi mukaddes bir varlık olarak görülmesi konusunda milliyetçilerin biraz frene basması gerekmektedir. Devlete aşırı vurgu, pratikte milliyetçileri askeri, polisi, savcıyı önceleyen bir görünüme sokuyor. Elbette bu meslekler önemlidir; ancak bunlardan daha önemli olan ‘düz’ vatandaştır. Sonuçta bütün bu parlak apoletli mesleklerin meşruiyet kaynağı, milletten gelen millî egemenliktir.

Milliyetçilik seküler bir ideolojidir
Milliyetçilik kökeni, tarihsel gelişimi ve ontolojik doğası gereği seküler bir ideolojidir. Dolayısıyla milliyetçilik, dini kültürü toplumsal yapının önemli bir unsuru olarak kabul eder; ancak onu siyasetin merkezine yerleştirmez. Bu nokta, Ziya Gökalp’ten İbrahim Kafesoğlu’na Türk milliyetçiliğinin ‘kurucu babalarının’ üzerinde uzlaştığı bir konudur.
Özellikle Soğuk Savaş döneminde milliyetçilerin aldığı antikomünist pozisyon gibi nedenlerle, Türkiye’de milliyetçilik zamanla din ile neredeyse özdeş hale gelmiştir. Oysa unutulmamalıdır ki İslam’ın öznesi ümmettir; milliyetçiliğin öznesi ise yurttaşlardır. Bugün Türkiye’de birçok milliyetçinin referans noktasının ümmet mi, millet mi olduğu belirsizdir. Burada bir tür epistemik karmaşa yaşanmaktadır. Kişisel kanaatim, Türkiye’de milliyetçiliğin bir tür yarı-ümmetçi hale geldiği yönündedir. Halbuki milliyetçiliğin politik odak ve sadakat noktasının vatandaşlık olması beklenir.

