“Dinci”, genellikle Türkiyeli gavurlardan duyduğumuz küfürbaz bir tabir. Hiçbir nesnel tavır ve tutuma karşılık gelmez. Müslümanlara yönelik bir duygu kusmuğu, bir nefret söylemidir. Afganistan ve bugün onu yöneten Taliban’ı giderek yerinde görerek aktardığımız gözlemlerimize karşı Ankara İlahiyattan bir Profesör sarılmış klavyesine, sallamış nefretini ve bize “dinci” demiş. Daha önce İslamcıları oraya buraya “gizli ajandaları var, şeriat düzenini getirmek istiyorlar” diyerek ihbarda bulunmayı tıynet haline getirmiş birinin tipik ispiyon jargonu. Bunun için profesör olmak mı gerekiyormuş? İlahiyat Fakültesinde işgal ettiği kürsü hem Müslüman Türk halkına hem İlahiyat ilmine hem de öğrencilerine çok yazık.
Yazısında bize nefret duygusunu ifade ettiği cümlelerin her bir kelimesinde sergilediği derin cehalet ise tam bir “neresini düzeltelim” dedirtecek bir absürt komedi saçmalığı.
Taliban’a veya onu anlatan şahsımıza “tam bir selefi kafa” diye küfrederek başlamış. Nefretini arz ederken koyu cehaletini izhar eylemiş. Hadi ilk zamanlar kimse bilmiyordu, bunu bazıları duyumlarına göre rahatlıkla söylüyordu. Hatta kendi İslam’ına pek hayran akl-ı evveller Taliban’a karşı üstünlük gerekçesi olarak Türkiye İslam’ının en önemli özelliğinin Hanefi ve Maturidi olduğunu öne sürüyorlardı. Tabii bunun da hoşgörü, akıl, açıklık ve insan özgürlüğünü öne çıkardığını öne sürerken unuttukları bir şey vardı: Taliban’ın da Hanefi ve Maturidi olduğunu. Bugün o kadar tekrar edildi ki artık Taliban ile selefiliğin birbirinden fersah fersah uzak olduğunu herkes biliyor da bir tek bizim İlahiyatçı daha duymamış. Bir daha duyuralım o halde: Taliban samimiyetle tabi olduğu Hanefi fıkhı ve Maturidi itikadıyla Ehl-i Sünnet’in en müşahhas örneği.
Ona yapılan Selefi yakıştırması sadece inandığı şeylere tavizsiz bir samimiyetle bağlı olması, dünyayı karşısına alma pahasına inandıklarını uygulamaktan vazgeçme-mesinden kaynaklanıyor. Burada aslında altını kazıdığınızda Taliban’a olan öfke ve antipatinin onun selefiliğine değil, inancındaki samimiyetine, düşmana karşı tavizsizliğine, kınayanların kınamasına aldırmayan duruşuna karşı duyulan bir çekemezlikten kaynaklandığı çok net görünüyor. Oysa onu zaten işgalcilere karşı muzaffer kılan da bu sebatkar duruşu. Zalimlerin karşısında kendi eğildiği gibi dinini de kimliğini de vatanını da teslim edenlerin anlayamayacağı bir duruş bu.
İbrahim Maraş gibileri kurgulayan “ilahiyat projesi” İslam’ı tarihsellik adına, hükmün zaten her zaman değişebileceği varsayımıyla işgalcilerle ve düşmanla her türlü pazarlığa, bilhassa işgalcinin siparişlerine açık hale getirir.
Haa, hüküm değişebilir elbet ama buna kim karar verecek? İşgalciler mi, onlara teslim olmuş, onların nezdinde bir kabul peşinde olan işbirlikçileri mi, yoksa vatanlarını Allah’ın kitabına tabi olarak müdafaa eden mücahitler mi? Kitap yazılı metinden ibaret olarak gelmemiş, bir de hikmetle gelmiş. Bu hikmet de her şeyden önce o kitaba iman edenlere verilen, peygamberin öğrettiği bir melekedir. Bu iman gittiğinde, o kitabın yorumunu çağın egemenlerinin veya egemen olan çağın işgaline ve iğfaline açtığınızda ortada sadece kitabın heva ve heveslere uydurulması kalır.
Taliban’ı “belli bir din yorumunu Allah’ın dini sanmak” ile suçlayarak tersinden “yorumun mutlaklığını öne sürmek” artık klasikleşmiş bir tarihselci ilahiyat ezberi. Bu hermenötik değil çok derin bir psikolojik sorun. Allah’a, Resulüne ve müminlere sadakat(sızlık)la ilgili tipik bir hastalık. Bunun örnekleri Kur’an’da da tarihte de bolca mevcuttur. Din samimiyettir (nasihat), Allah’a, Kitabına, Resulüne ve müminlere.
Bu samimiyet olmadığında Kitaptan anlaşılanlar ile, bu samimiyet olduğunda Kitaptan anlaşılanlar arasında dağlar kadar fark olur. Hangisinin daha isabetli olduğuna samimi olmayanların karar verebilme ihtimali var mıdır? Pozitivist ilahiyatçının tarihselliğinin bu yorumda iraptan mahalli olabilir mi?
Bir bilim adamı, bir üniversite hocası ve bir ilahiyatçının kesin inançlılığına bakın ki, ben olay mahalline giderek gözümle gördüklerimi, şahit olduklarımı aktardıklarımı oradan buradan duyduklarıyla ama gayet kendinden emin, çok bilmiş tavrıyla yalanlıyor, anlattıklarımızdan bir de kendine göre bir Harikalar Diyarı tasviri de yakıştırıyor.
Çok iyi bildiğimiz inkarcılığa özgü savunmacı bir alaycıl tavırla, ağlanası haldeyken alay edenlerin en sefil haliyle... ABD’ye ve modern dünyaya şerefiyle, haysiyetiyle, bağımsızlık ısrarıyla meydan okumuş ve onları alt etmiş bir Afganistan’da bizim gördüğümüzü ABD hayranlarının görmesini elbette beklemeyiz. Kimin orada ne gördüğü biraz da kimin kendini nerede nasıl hissettiğiyle, kiminle dost kiminle düşman hissettiğiyle alakalı değil mi?
Müslümanlar için mübarek, mükemmel ve münevver bir diyar olan Medine münafıklar için gitgide artan bir karanlığın, bir azabın hissedildiği bir şehir değil miydi? Biz Allah’ı sevenleri sever, onlarla dost oluruz. Onların samimiyetle inşa ettikleri dünyalarını da güzel görürüz. Herkesin oradan bir Alice göremeyeceği besbelli ama onu karanlık görenlerin bir harikalar dünyasını da göremedik hiç. Onların harikalar dünyası bugün Gazze’de Müslüman soykırımı yapan veya yapılmasına göz yuman dünya. Çok mu mutlusunuz o dünyanda?
Daha önce Taha Abdurrahman üzerine yazdığım yazılar dolayısıyla da hem bana hem Mehmet Görmez’e ağız dolusu bir sataşmasını hatırlıyorum aynı şahsın. 90 yıllık ömrüne sığdırdığı onlarca kitabın yazarı, dünyada hakkında onlarca tez, makale, kitap yazılmış Taha Abdurrahman’ı bütün laubaliliğiyle “hiçbir şey söylemiyor” diyerek bir çırpıda harcayan garip bir kıskanç inkarcılık sezmiştim. Ne öncesinde ne sonradan dikkatimi çekecek hiçbir kayda değer çalışmasını, Müslümanları ilgilendiren herhangi bir meselede olumlu bir yaklaşımını veya katkısını da duymadım. Ama sonradan bolca sataşmalarını, dalaşmalarını, ona buna nefret dolusu söylemlerini gördüm. Bu nasıl bir kavgacı ilahiyatçılık? Neden bu kadar nefret ve öfke? Bu kadar nefret duygularıyla, bilhassa Türkiye’de İslamcılığa karşı kendine bir hasım misyonu yüklenmiş bir ilahiyatçılığın motivasyonu ne? Kimin adına, hangi din veya ilahiyat anlayışı adına, hangi tanrı adına?
Bu Müslümanların arzuladığı, Müslümanların mizacına ve ahlakına uygun bir ilahiyatçı tipi değil, çok açık. Bu tiplerin kendilerini isnat ettikleri misyona bakıldığında tam da İlahiyatı ilk kurgulayan mihrakların beklentilerine çok uygun davrandıkları çok daha açık. Malum 1933 yılında kapatıldıktan tam 16 sene sonra CHP 7. Kurultayında ve TBMM’de yapılan tartışmalarda kurgulanan ilahiyat fakültesinin misyonu Müslüman halkın istediği gibi din alimi veya din adamı yetiştirmek değil “bir bilim kurumu olarak kurulacak ve dini hareketlere karşı, onları engellemek, yok etmek için bir silah işlevi görmek” olarak tanımlanmıştı (TBMM Tutanakları, cilt 20, s. 227-284).
Kuşkusuz İlahiyat fakültesi sonradan kısa bir süre içinde bu beklentileri aşarak bilakis Müslüman halkın beklentilerine daha fazla cevap verecek bir noktaya doğru gelişmiştir. Ancak belli ki birileri o misyona sadık kalmakta ısrar ediyor.
Bu misyona o kadar yürekten inanmış ki “Taliban’ın Amerika’yı hizaya getirdiği” gerçeğine “masal” diyor. Biz de saf saf bu masala inanıyormuşuz.
Yahu Amerika bile Afganistan’da hezimete uğradığını kendi kabul etmiş, çıkarken rezil rüsva olmuş bizimkisi buna hala masal diyor. Gerçeklerden o kadar kopuk, kendi mevhum itikat dünyasında yaşıyor. Evet, tam da Amerika’nın yenilmez kadir-i mutlaklığı bazılarında bir teolojik itikat. Gözüyle görse aksine inanmayacağı bir itikat.
Ne diyelim? Allah hidayet versin.