Türkiye’de din ve geleceği

İsa Hafalır,Türkiye’de dinin geleceği varsa, bu,yukarıdan belirlenen kurallar ve otoritelerle değil; içeriden gelen bir arayışla, gönülden doğan bir ihtiyaçla şekilleneceğini ve vahyin nasıl anlaşılmaısının önemine dikkat çekiyor.

Türkiye’de din ve geleceği

Türkiye’de dinin, özellikle de gençler açısından geleceği hakkında bir şeyler söylemek gerekirse, sanırım en başta şunu demek lazım: Böyle gitmesi çok zor. Mevcut haliyle, yani ne Diyanet’in şekillendirdiği resmi İslam anlayışıyla, ne tarikatların kapalı devre dünyasıyla, ne de cemaatlerin kendini kutsayan söylemleriyle, bu din gençlerin çoğuna tat veriyor. Tat vermediği gibi, çoğu zaman itici bile geliyor. Çünkü gençler artık daha çok sorguluyor, daha çok görüyor, daha çok biliyor. Ve bu yeni bilinç seviyesine hitap etmeyen, sadece itaat isteyen, sevgi yerine korkuyu, birey olmak yerine itaati, merak yerine dogmayı koyan bir din anlatısı artık işlemiyor.

Bir yanda devletin şekillendirdiği, merkezden kontrol edilen, her hutbesi yukarıdan gelen “diyanet dini”; öte yanda kendini kutsamış, eleştiriye kapalı, karizmatik lider etrafında dönen tarikat ve cemaat yapıları… Bunlar uzun süre ayakta kaldılar ama artık yorgunlar. Çünkü insanlar, özellikle gençler, “dindar gibi görünen” ama ahlaken iflas etmiş örnekleri gördükçe, dine olan saygılarını da kaybediyorlar. Daha da kötüsü, dinle bir gönül bağları kuramıyorlar. Çünkü o bağ, samimiyetle, dürüstlükle, sevgiyle kurulabilecek bir şey. Ve bu üçü, bu yapılar içinde pek kalmadı.

İsa Hafalır yazdı: Türkiye’de din ve geleceği

 

Hangi vahiy anlayışı?

Peki çözüm ne? “Sadece Kuran” diyerek her şeyi çözebileceğini düşünenler var. Onlara hak verenlerin sebepleri var. Sahih diye önümüze konan bazı hadislerin içeriği ya da tarihsel uygulamaların ağırlığı bazen insanın vicdanını zorluyor. Ama sadece Kuran demek de yetmiyor, çünkü Kuran’ı da nasıl anlayacağımız, hangi gözle bakacağımız, hangi dönemin ruhuyla okuyacağımız başlı başına bir mesele. Kuran’ın hadis ve siyerden bağımsız nasıl anlaşılacağı da ayrı bir muamma.

 

Mustafa Öztürk’ün en görünen temsilcilerinden olduğu “tarihselcilik” bu noktada kıymetli bir açılım sağlıyor, ama o da bir yere kadar. Öncelikle, görebildiğim kadarıyla, hangi ayet tarihsel, hangi ayet evrensel ayrımını yapacak bir metodoloji yok ortada. Bu insanın vicdanına mı kalmış, hangi insanın vicdanına kalmış? Diğer mesele ise, vahyin nasıl anlaşılması gerektiği çok açık değil. Benim görüşüme göre mesele, sadece metnin parçalarını nasıl anlayacağımız değil, o metne hangi “vahiy anlayışı”yla yaklaşacağımız.

 

Tanrı’yla bir gönül bağı kurmak

Benim geldiğim noktada görüyorum ki, asıl mesele vahiy anlayışı, ve hatta bundan öte, Tanrı tasavvurunun kendisi. Yani Tanrı’yı nasıl anladığımız, nasıl bir Tanrı’ya inandığımız… Eğer Tanrı hâlâ yukarıdan hükmeden, sürekli sınayan, cezalandıran, egemen bir varlık olarak algılanıyorsa, bu anlayışla hem bu dünyada huzur bulmak, hem de Tanrı’yla ile bir gönül bağı kurmak zor diye düşünüyorum. O yüzden bence çıkmazın kaynağı, metotlardan önce Tanrı’ya bakışımızda. Yani “hükümran Tanrı” yerine “sevgi olan Tanrı”yı koymadıkça, buradan çıkışın zor olduğunu düşünüyorum.

Bu noktada İbni Rüşd gibi akıl ve bilimle iç içe, ya da İbni Arabi gibi sevgi ve birlik eksenli yaklaşımlar bana daha anlamlı geliyor. Çünkü dinin amacı sadece kurallar koymak değil, insanı huzurlu kılmak ve iyiye dönüştürmek olmalı. Ve dönüşüm ancak hem aklı hem kalbi içine alan bir yolla mümkün. Biri eksik olunca ya kör dogmatizm oluyor ya da köksüz bir entelektüalizm.

 

“Din anlayışı bireyin yolculuğunu önemseyen bir yaklaşımla mümkün”

Bugün Türkiye’de gençler “din” dendiğinde artık sadece yasaklar, günahlar ve ceza sistemini değil, aynı zamanda baskılayan yapıları, kadınlara ikinci sınıf muameleyi, sorgulayanın dışlanmasını, bireyselliğin bastırılmasını hatırlıyor. Bu yüzden de ya sessizce uzaklaşıyorlar ya da açıktan isyan ediyorlar. Ama bu, dine olan ihtiyaçlarının bittiği anlamına gelmiyor. Aksine, pek çoğu hâlâ bir anlam, bir bağ, bir yön arıyor. O yönü gösterecek bir din anlayışı ise ancak evrensel, sevgiye dayalı, bireyin yolculuğunu önemseyen bir yaklaşımla mümkün diye düşünüyorum.

O yüzden Türkiye’de dinin geleceği varsa, bu, yukarıdan belirlenen kurallar ve otoritelerle değil; içeriden gelen bir arayışla, gönülden doğan bir ihtiyaçla şekillenecek. Din, artık korkutan değil; sarmalayan, bastıran değil; özgürleştiren, uzaklaştıran değil; yaklaştıran bir şey olmalı. İnsanlara nefes aldırmalı, yük değil, anlam taşımalı.

Ve belki de bu yüzden, bugünün Türkiye’sinde din yeniden doğacaksa, bu doğum sessiz olacak. Gür sloganlarla, yüksek minberlerden değil; bir gencin iç sesiyle, bir orta yaşlının vicdanıyla, bir arayıcının yalnız gecesiyle başlayacak. Belki adına hâlâ “din” demeyeceğiz, daha yumuşak bir spiritüellik olacak; ama içinde merhamet, adalet, tevazu ve sevgi olacak. O zaman belki o din, yeniden yaşanır bir şeye dönüşecek.

 

Kaynak: medyascope.tv