Tarih: 09.05.2025 17:20

‘Türkiye Müslümanları’ kimler oluyor?

Facebook Twitter Linked-in

Çocukluğumun ve ilk gençlik yıllarımın geçtiği küçük Ege şehrinde, içinde doğup büyüdüğüm çevrede özellikle erkekler arasında beş vakit namaz kılanlar sayıca azınlıktaydı. Cuma namazında dahi kahvehanede oturanların sayısı camidekilerin sayısına neredeyse eşit olurdu. Buna karşılık oruç, daha yüksek bir katılımla eda edilen bir ibadetti.

 Velhasıl, ‘mütedeyyin’ bir ortamda olduğumuz söylenemezdi. Ama dinin ibadetle ilgili emirlerini yerine getirmede problemli bu insanlar, amel ve ibadetteki bu zaaflarına karşılık kendilerini tereddütsüz ‘Müslüman’ olarak görürlerdi. Öyle ki, birisi onları ‘Müslümanlık’ kapsamından dışlayan herhangi bir söylemle karşılarına çıksa, herhalde bunu hayatlarında işittikleri en ağır hakaret addederlerdi.

Neyse ki, karşılarına öyle biri çıkmamıştı. Gerçi mahallemizde dinî tutumu belli bir siyasî tercihe endeksleyen birkaç kişi vardı, ama Ege’nin huyundan mı suyundan mı bilmem, onların dilinden dahi böyle bir söz sâdır olduğuna hiç şahit olmamıştım. Sadece, bu az sayıda kişinin tercih ettiği siyasî eğilimin lideri durumundaki kişilerin kendilerine oy vermeyen insanları ‘patates Müslümanı’ diye küçümsediklerini duyuyorduk. Büyüdüğüm çevredeki en mütedeyyin kişinin, dışlayıcı bulduğu bu söylemi tasvip etmediğini biliyordum. Dahası bu söylemi dinin siyasete âlet ve tâbi kılınmasının olumsuz sonuçlarının bir örneği olarak görüyordu.

 İşe bakın, onların tasvip etmediği bu ifade ve söylem, ilerleyen yıllarda işiteceğim bir tanımlama yanında, yine de yumuşak kalıyormuş. Zira bu ifade, hallerini küçümsemesine rağmen muhatapların ‘Müslümanlığına’ asla lâf etmiyor, sadece bunun kendileri lehine bir ‘siyasal eylem ve tercihe dönüşmesi’ beklentisini içeriyordu.

 

 

‘Müslüman,’ ‘Türkiye Müslümanları,’ ‘bu ülkedeki Müslümanlar,’ ‘ey Müslüman!’ gibi ifadelerin kendisini Müslüman olarak gören kişilerin sadece bir kısmını tarif için kullanıldığına, doğup büyüdüğüm diyarda değil, ilk kez İstanbul’da şahit oldum. Bu ülkede belli bir siyasî tutum dışındaki insanları ve neticede toplum ekseriyetini ‘Müslümanlık’ kapsamı dışında gören hayli ötekileştirici ve dışlayıcı bir söylemdi bu. Fakat o tarihlerde, bir açıdan, zemin buna müsait sayılırdı. Kaddafi’nin ‘yeşil devrim’inin henüz kararmadığı yıllardı. Ziyâü’l-Hak’ın askerî darbesinden ‘şeriat’ umuyorlardı. Hele İran’daki halk devrimiyle, ayranlar iyice kabarmış durumdaydı. İşte bu şartlarda, fakültede aynı anfide ders gördüğümüz, bir kısmı belli bir siyasî partiye gönül vermiş, bir kısmı ‘partileşme’yi anlamsız bulup aklına ve gönlüne ‘İslâmî devrim’ hayalini koymuş ‘İslamcı’ kardeşlerimizden sıkça bu ifadeleri duyardık. ‘Müslüman’ın tanımını ancak inandığı dini fiilen yaşadığını düşündükleri kişileri kapsayacak şekilde daraltıyor; böylece bu toplumun çoğunluğunu ‘dinî alan’ın dışına itebiliyorlardı. Bununla da kalmayıp, Mısır ve Pakistan’da evvelki onyıllarda üretilmiş bazı kavramları ithal ederek, bilhassa siyaseten kendilerinin yanında hizalanmayan insanları ‘tevhidî’ dünya görüşünün karşısına ve ‘modern Cahiliye’nin yanına yerleştirenler dahi vardı. Güya “Biz Müslüman mıyız?” diye başlayan sorgu, bazan açık bazan zımnen söylendiği üzere, “Siz Müslüman değilsiniz” yargısına varıp dayanmaktaydı.

 Benim bu tutuma açık bir itirazım vardı. Çünkü ‘Müslüman’lığına lâf söyletmeyen ‘demokrat’ bir ailede büyümenin ötesinde, onbeş yaşında hayatın önüne koyduğu seçenekler içerisinde ‘dini siyasete tâbi kılan’ yaklaşımları reddeden bir dindarlıktan yana tercihte bulunmuştum. Dindarlığı bir siyasî tercihe indirgemek ve siyasî tercih üzerinden kişilerin ‘Müslümanlığı’ üzerine yargıda bulunmak, karakterini ve düşünüşünü örnek alınmaya değer gördüğüm Bediüzzaman Said Nursî’ye “Şeytandan ve siyasetten Allah’a sığınırım” dedirten şeyin ta kendisiydi!

Gelin görün ki, sonraları kendisini faşizmin en derin çukurlarında dolaşırken göreceğimiz bir şairden işittiğim şekilde, bu ülkedeki seçimleri gerçekte toplumun ne kadarının ‘Müslüman’ olduğunu ortaya çıkaran olay olarak gören hatırı sayılır bir kitle vardı. Benim tercih ettiğim çizgi ise, dinin toplumun her kesimini kuşattığı ve belli bir siyasî tercihe indirgenemeyeceği; dini belli bir siyasetin tekeline alan yaklaşımların siyaseten sonuç almak adına en büyük zararı dine verdiği ve vereceği düşüncesindeydi. Kimsenin siyasî tercihi üzerinden insanların ‘Müslümanlığını’ ölçmeye haddi ve hakkı yoktu. Ve elbette, tekfirciliğe de… Ve dinin davetinin kapsama alanı, hangi yelpazeden olursa olsun, bütün kesimleriyle toplumun tamamıydı. Fıtrat ile Kur’ân, insaniyet ile İslâmiyet arasında açık ve kesin bir bağ vardı; dolayısıyla, geçelim kendisini ‘Müslüman’ olarak tanımlayan insanları dışlamayı, kendisini bu tanımın dışında gören insanlarda dahi bir ‘Müslüman potansiyeli’ görmemiz gerektiğini düşünüyorduk. Velhasıl, günahıyla sevabıyla yaşadığı hayatta kendisini ‘Müslüman’ olarak gören kişileri dinin alanından dışlayan ve neticede ‘tekfirciliğe’ varan bir tutum kabul edilemez olduğu gibi, kendisini dinin dışında gören kişileri dahi dinî davetin kapsamı alanı içinde görme durumundaydık. Bu davetin yerli yerinde olması için ise, dine siyasetin gölgesini düşürmek değil, bilakis siyasetin dine gölge etmemesini sağlamak ve dini siyasetin üstünde bir değer olarak korumak gerekiyordu.

 Ne var ki, zuhurundan geç bir vakitte haberdar olduğum bu dışlayıcı söylem, ilk kez duyduğum yıllardan bugüne geçen kırk küsur senelik zaman zarfında, varlığını sürdürmenin ötesinde daha da şiddetlenmiş gözüküyor. Öyle ki, Bediüzzaman’a mensubiyet ifade eden bazı kişi ve grupları dahi etkisi altına alacak derecede…

Oysa Bediüzzaman’ın genel olarak tekfirci tutumların haksızlığı, zalimliği ve din açısından zararları üzerine söyledikleri bir yana; ‘siyaset üzerinden tekfir’e asla razı olmadığını biliyoruz. “Şeytandan ve siyasetten Allah’a sığınırım” dedirten şeyin, tam da böyle bir ‘siyaseten tekfir’ örneğiyle karşılaşmak olduğunu defaatle ifade ediyor zaten. Musa Bigiyef ile Mustafa Sabri arasında tartışma konusu olmuş bir husus kendisine sorulduğunda ise onu “Bazan kelam küfür görünür, fakat sahibi kâfir olmaz” derken görüyoruz. Böylece, bir insana bir sözü veya eyleminden dolayı küfür isnad edebilmek için, o söz ve eylemin ancak küfür kastedilerek söylenmiş veya yapılmış olması gerektiğine dikkat çekiyor Bediüzzaan. 1921-23 arası şartlarda yazdığı Sünuhat’ta kelam ve fıkhın kavramları içerisinde tekfirciliğe karşı yaklaşımını ifade ederken düştüğü “Tekfire çabuk cür’et edenler, düşünsünler!” notu ayrıca manidar…

 

Devamı >>>




Orjinal Habere Git
— HABER SONU —