Tarih: 26.08.2021 15:50

Türban/Tülbent’ten Tulip’e Lalenin Hikâyesi

Facebook Twitter Linked-in

Bu günlerde medyadaki tüm gergin  haberlerle birlikte  sizi neşelendirmeme müsaade edin size bir lale hediye ediyim! J Fakat bu gerçek (somut) bir lale değildir. Müslüman –Hıristiyan etkileşimlerine  ve dünyanın ne kadar bir birine bağlı olduğuna bir başka farklı büyüleyici bir bakış sunan lalenin hikayesidir. Lale denince hemen hemen herkes bu güzel çiçeği Hollanda ile özdeşleştirir. Evet çağımızda Hollanda bu çiçeği en büyük miktarda üretiyor ve en muhteşem çeşitlerine sahip. Ama hikâyenin çok daha fazlası var!

Lale orijinal olarak Türkmen kabilelerinin yaşadığı Orta Asya’nın vahşi yabanıl dağlarında bulundu.  Türkler Anadolu’ya ve Selçuklular da Batıya doğru ilerlerken bu çiçeği yanlarına alıp güzelliği için yetiştirmeye başladılar. Osmanlılar iktidara geldikten sonra daha çok çeşit üretmek için bu bitkiyi denemeye çalıştılar. 1453’te Konstantinopolis’in (İstanbul’un) fethinde sonra Osmanlılar İstanbul’u dünyanın lale başkenti yaptı ve özel bahçelerinde (özellikle Gülhane parkı) bu güne kadar hala çeşit çeşit  lale çeşitleri var.  İstanbul’da her yıl tarihi bu döneme kadar uzanan lale festivalleri ve yarışmaları düzenlenmektedir. Osmanlı padişahı Kanuni Sultan Süleyman (ö.1566) özellikle lalelere düşkündü ve üstünde hep lale taşırdı.  Nitekim dönemin ünlü baş müftüsü ve müfessiri olan (ö 1574) Ebu Suud Efendinin farklı lale türlerini deneme hobisi vardı ve dünyanın en güzel  lalelerinden  bazılarını üretti kendi jenerasyonu için.  Peki, laleler Avrupa’ya nasıl gelip burada sonlandı (özdeşleşti)? Avusturya imparatorluğu Kanuni Sultan Süleyman’ın sarayına Ogier Ghiselin de Busbecq  (ö.1592) adında  bir büyükelçi gönderdi. Bu bay Busbecq hevesli bir doğa bilimci ve bitki uzmanıydı.  Ve Osmanlı Padişahının huzurunda sarayında güzel laleleri gördüğünde coşan bir heyecan ile bu enfes çiçek hakkında eve (kendi memleketine) mektup yazdı.  Fakat Türkçe dilbilgisi bozuk olduğu için padişahın şahsındaki güzel çiçeğin ismini sorduğunda tercümanı onun sultanın sarığını sorduğunu zannetmiş ve ona bunun adını vermiş; bu nedenle Farsçada türban kelimesinden türeyen Tülbent kelimesinden tevarüt bu muhteşem çiçeğin ismi İngilizce kelimemiz tulip (lale) de ‘türban ile ’ Türkçe/Farsça aynı kökten gelmektedir. 

Yukarda adı geçen Bay Busbecq 1562’de eve memleketine döndüğünde bu (türban/tülbent diye bildiği)  çiçeğin örneklerini de yanına aldı ve birkaç yıl içinde insanlar  bunun için deliye  döndü.  Lale çılgınlığı 17. Yüzyılda Avrupa’da resmen başladı ve daha fazla çeşit yetiştirildi, İşte sevgili okuyucu Orta Asya’dan gelen vahşi bir kır çiçeğinin nasıl Hollanda’nın ulusal çiçeği haline geldiğinin öyküsü J[1]

Derler ya yarım doktor candan yarım  hoca dinden eder bizim gibi yarı dil bilenler ve hakeza sakat mütercimler de doğru bilgiyi bilinçsizce çarpıtarak aktararak hakikatten, kültürden, adet ve  örften ederler. Yukarıdaki teşpihten yola çıkarak bizdeki bu tülbent/türban süreci yukarda anlatılan tulip örneğinde olduğu gibi maksat ve nihayeti birbirinden çok farklı olmuştur. Bizde tülbent kelimesiyle aynı anlama (örtü/başörtü) gelen türban, Cumhuriyet döneminde kılık kıyafete yapılan inkılâplarla modernleşmeye statükoya karşı, dini kisveyi savunma ve varlığını sürdürme şeklini oluşturur. Ruhu şad olsun, davası da yad olsun. Şule Yüksel Şenler hanımefendi bunun başaktristiydi.  Bu mücadeleyle adeta bir çığır açmış bir devrim yapmıştır yeni nesil için. Ve türbanı sadece evde, tarlada, bağda, bahçede takılan, giyilen herhangi bir mavi yakadan ziyade kamusal alana beyaz yakayla taşıma ve ona resmi bir hüviyet sağlama yolunda önemli mücadelede rol almıştır. Modern ile gelenek arasında sıkışan dini kisveye makul bir yol açamaya çalışmıştır. Elbetteki bu mücadeleci ruha eşlik eden Beyazıt meydanını da yabana atmamak gerek. Beyazıt meydanı bu bakımdan bir canlı müzeyi andırırcasına kayda değer tarihi bir hatırattır. Geçen aylarda Beyazıt meydanında geçerken 28 Şubat sürecinde adeta bir zırh gibi işlev görmüş renga renk peruk sergisine rast gelince siyah beyaz Tv’den akan bir şerit gibi o korkunç o travmatik süreç ve yaşananlar gözümün önünden akıverdi. Fakat o süreçteki samimiyetin tadın hala damağımızda onca maşakete rağmen onca hararete rağmen. Türbanın yozlaşması 28 Şubat süreci ile birlikte çok seri bir şekilde başlamış ve bu süreçte türbanın (başörtünün) yozlaşmasına karşı ağlayan karanfiller var gücüyle direnç göstermişlerdir Fakat bundan böyle toplumu yanlış okumak isteyen kırık mütercimler sayesinde tülbentten (başörtü) türeyen türban, modern tulip olarak cazibe merkezi kesildi. Elvan elvan desen desen… Bir zamanlar mahremiyetin sembolü olarak tül tül perde perde rahmet olarak Müslüman kadının üzerine dökülüp iniverirken… Türban (başörtü), moda din sentezi ile tülbent-türban- tulip üçgeninde modern bir aksesuara dönüştü… Türban üstü peruk yapılırdan türban altı takma kirpik, operasyondan geçmiş burun, botokslu dudak yapılır devrine döndük, geldik. Küreselciliğe kapitalizme yeltenen sadece sade, gri, değildi artık beyazı yeşiliydi de. Moda, dini değil din (tahrif olunmuş) artık modayı oynuyordu. Başın kapalıysa sen de diğer çağdaş hem cinslerin gibi yedi takla atabilirdin hoplayıp zıplayabilir, kedicikleri oynayabilirdin çarşıda, pazarda, kokteylerde, kına gecesi yerine bekarlığa veda gecelerinde, baby shower bebek partilerinde. Birileri çıkıpta diyebilir ki neyin kafasını yaşıyon da… Hangi çağda yaşıyon bunları söylerken? İyi hoş diyalog çağında, etkileşimin, iletişimin kaçınılmaz olduğu çağlar ötesi bir çağda olduğumuz kesin bir gerçektir. Diyalogların, monologların ayrışmaların sentezlerin dinlerin ideolojilerin, adetlerin kültürlerin kimin eli kimin cebinde olduğu flu gri bir çağı yaşadığımız herkesin kabulü. Ve bu hakikat göz ardı edilemez. Bu tarz kavram ve oluşumlar mutlak surette bir birini etkileme itme çekme içinde hareket etmektedirler. Bu bir yere kadar doğal sayılabilir. Fakat bu flu ve grilik içinde bu hakikatlerden  biri bir diğerinin özünü mahiyetini bütünüyle tahrip etmeden üstüne  kezap suyu döküp yakıp yıkıp kül etmemesi kaydıyla. Böyle tahripkar bir durumda dini müeyyidelerin olması veya Şule Yüksel hanım gibi çözüm odaklı aktris ve aktörlerin toplum mühendisliğinin devreye girmesi gerekir. Eğer bu kaos ve keşmekeş bir yerde durdurulamazsa o zaman hepimize geçmiş olmuş atı alan Üsküadarı değil de  laleyi alan Netherland’ı geçti ve tulip olarak dönüp dolaşıp Müslüman kadının başına kondu. Sadece bizde değil tüm dünya hicapsız fashionhicap sayfalarından sitelerinden geçilmez oldu. İnsanın bazen hicapsız sayfalar (başörtü derdi hicap iddiası olmayan sayfalar) arayası geliyor artık hicap duymak için fakat o hicapsızlar da çok demode kalmış fashion hicaplılar arasında…

[1] Amerikan İslami ilimler akademisinde dekan olan Dr. (şeyh) Yasir Qadhi’in sosyal medya hesabından kendi yazından çeviri.

Kaynak: Farklı Bakış




Orjinal Habere Git
— HABER SONU —