TRUMP DÖNEMİNDE AMERİKAN DIŞ POLİTİKASI: DÜZENDEN KAOSA

Prof. Dr. Birol Akgün'ÜN "Konu ile ilgili" analizi...

TRUMP DÖNEMİNDE AMERİKAN DIŞ POLİTİKASI: DÜZENDEN KAOSA

"Uluslararası sistemin yeniden inşası, zamanımızdaki devlet adamlığının en büyük imtihanıdır.
(Kissenger, World Order, 371)

İki yıldır dünyanın en büyük ekonomi-politik gücünü yönetmekte olan ABD başkanı Donald Trump’ın ekonomi, iç siyaset, uluslararası ticaret ve dış politika alanlarında izlediği siyaset, yaptığı stratejik tercihler ve sergilemekte olduğu li- derlik tarzı, ülke içindeki ve dışındaki akademisyenler, medya mensupları ve siyasi analistler tarafından ilgi ve bazen de kaygıyla izlenmektedir. Amerikan iç siyasetin- de daha çok Trump’ın çatışmacı, gelenekleri hiçe sayan, kurumsal olmayan ve son derece şahsi bir karar alma ve yönetme anlayışı tartışılırken; dış dünyada ise onun ikinci dünya savaşı sonrasında bizzat ABD tarafından kurulan dünya düzeninin kurumlarını, temel değerlerini, ilkelerini ve teamüllerini umursamayan söylemleri ve uygulamaları eleştirilmektedir. Pek çok uzman, küresel siyasetin ana aktörü olan Amerika’nın iç ve dış siyasetinin öngörülebilir olmaktan çıktığını ve bunun da tüm dünyadaki barış, güvenlik, istikrar ve düzenin geleceğini ciddi şekilde tehlikeye attığı konusunda hemfikirdir. Hemfikir olunamayan konu ise Trump  Amerika’sı-  nın özellikle dış politikadaki yaklaşımlarının mevcut Başkanın şahsi tercihlerini mi yansıttığı, yoksa Amerikan devletinin kendi küresel rolünü  yeniden tanımlamak  ve bu bağlamda uluslararası sistemi kendi milli çıkarları doğrultusunda yeniden tasarlamak için geliştirdiği daha derin bir stratejik planın uygulamaya konulup ko- nulmadığıdır. Eğer Amerika’nın uluslararası sistemdeki stratejik rolü Trump gibi maverik bir lider eliyle yeniden tanımlanıyorsa, herkes için bunun sonuçlarının neler olabileceği, yeni küresel düzenin nereye doğru evirileceği, yeni güvenlik mi- marisinin ve küresel yönetişim sisteminin nasıl biçimleneceğinin de tartışılmasına ihtiyaç vardır. Zira milli devletlerdeki köklü siyasi ve ekonomik reformların bizlere öğrettiği gerçek şudur ki eğer değişim dinamikleri tüm ilgili aktörlerin katılımı ve rızasıyla yapılmazsa süreç zaman içinde yönetilememekte ve topyekun bir kaosa da yol açabilmektedir.

ABD’de Dış Politika Yapım Süreci

Başkan Trump’ın bazen bakanları attığı twetter mesajları ile görevden alması; kendisiyle ters düşen kabine üyelerini sık sık değiştirmesi; kendisi hakkında soruş- turma yürüten FBI başkanı veya başsavcıyı derhal görevden el çektirmesi ve Beyza Saray’da gazetecilerle açıktan tartışmaya girmesi gibi uygulamalar kurumsallaşmış Amerikan siyasi geleneği içinde pek alışık olunmayan ve tuhaf karşılanan bir yö- netim tarzı olarak görülmektedir. Esasen Amerikan iç ve dış siyasetini Başkanlar üzerinden okumak bir siyasi geleneğe dayanır. Zira İngiliz Krallığına karşı verilen ciddi bir siyasi mücadele sonucu kurulan Amerika Birleşik Devletleri’nin kurucu babaları bir yandan vatandaşların siyasi eşitliğine dayalı özgürlükçü bir demokra- tik cumhuriyet tasarlarken, diğer yandan devasa bir coğrafyaya hükmedecek olan federal devletin etkin bir şekilde yönetilebilmesi için güçlü bir Başkanlık makamı da yaratılmıştır. Monarşiye dayanmayan, demokratik seçimle iş başına gelen ve fa- kat yürütme gücünü tek başına kullanabilecek bir siyasi makama oturan kişi, sahip olduğu yetkiler ve temsil ettiği güç bakımından yalnızca kendi ülkesinde değil son yüz yıldır dünyanın da en güçlü koltuğunda oturuyor demektir. O nedenle bazen Amerikan başkanı için seçimle “iş başına gelen kral” ifadesi de kullanılır. Dolayı- sıyla, Amerikan Anayasası Montesqueau’nun “gücü güçle kontrol etme” felsefesi- ne dayanarak, yasama, yürütme ve yargı güçlerini oluşum ve meşruiyet kaynakları bakımından farklı şekilde tasarlamış olsa da sistemin sağlıklı işleyişi bu üç gücün birbiri üzerinde oluşturduğu “fren ve denge” mekanizması vasıtasıyla sağlanır. Fa- kat uygulamada teori ve pratik her zaman örtüşmemektedir.
 
Sistem ilkesel olarak böyle bir güçler ayrılığı esasına dayansa da siyasal sisteme adını da veren Başkan, konumu itibariyle esasen Amerikan siyasal sistemin işleyi- şinde lokomotif görevini üstlenmektedir. Başkan yürütmenin başı olarak günlük politikada asıl aktif olan aktördür. Özellikle dış politika ve güvenlik politikaları gibi stratejik alanlarda yetki ve inisiyatif Anayasal olarak büyük ölçüde yürütme gücüne verilmiştir. Uluslararası anlaşmaları yapmak, dış politikanın sahadaki uygulayıcı- ları olan bakanları ve diplomatları atamak, orduların başkomutanlığını yapmak ve gerektiğinde bir ülkeye asker göndermek gibi yetkiler münhasıran başkana aittir.  O nedenle Amerikan iç ve dış politikasındaki dönemlendirmeler de Başkanların görev süresine göre yapılmaktadır. Benzer şekilde dış politikada doktrinleri de yine Başkanların ismiyle anılır. Örneğin, ABD’nin Amerikan kıtası dışındaki ge- lişmelerle (özellikle Avrupa) ilgilenmemesi gerektiğini anlatan Monroe doktrini; Amerika’nın Sovyet yayılmasına karşı çevreleme politikasını ve bu amaçla Avrupa ülkelerine ekonomik yardımı öngören Truman doktrinini ve 11 Eylül sonrasında Amerika’ya terörün tehdidini kaynağında kurutmak için ilgili ülkelere tek taraflı askeri müdahale etmesini öngören Bush’un önleyici saldırı doktrini gibi örnekler verilebilir. Benzer şekilde içerdeki ekonomik ve sosyal hayata ilişkin köklü reform- lar ve politika değişiklikleri (Amerika’ya sosyal devleti getiren Roosevelt’in Yeni Düzen yaklaşımı gibi) yine Başkanların adıyla bilinir.

Başkanların kendilerine tanınan bu  güçlü  yetkileri  kullanırken  zaman  için- de ihtiyaca binaen kurulan Başkana bağlı bürokratik, idari ve siyasi kurumlar ve Kongredeki güçlü Komite liderleri ile istişare etmesi ve özellikle stratejik konular- da onların da görüşünü alması gibi kurumsallaşmış gelenekler de vardır. Kaldı ki demokratik bir ülke olmanın getirdiği güçlü bir medya, etkin düşünce kuruluşları ve lobiler Washington’daki politika oluşturma ve karar verme süreçlerinin olmazsa olmaz mütemmim cüzleri haline gelmiştir. Şüphesiz Amerikan siyasal sisteminin  iki büyük siyasi partisi olan Cumhuriyetçiler ve Demokratlar arasında dış politika ve güvenlik gibi stratejik konulardaki temel öncelikler ve ilkeler üzerinde bir kon- sensüs vardır.  Örneğin içerde kapitalist üretim modeline dayalı liberal ekonomi  ve düşünce, inanç ve ifade özgürlüğü ile örgütlenme haklarına dayalı rekabetçi bir demokratik düzenin korunmasını ilkesel olarak her iki parti de savunur. Dış poli- tikada ise Amerika’nın ikinci dünya savaşı sonrasında kurduğu BM, IMF, Dünya bankası ve NATO gibi çok taraflı diplomasiyi ve dayanışmayı öngören kurumlara sahip çıkılması üzerinde geniş bir uzlaşı oluşmuştur. Nitekim Soğuk Savaş sona erdiğinde eski doğu bloku ülkelerinin NATO ve AB gibi batılı örgütlere üyelikleri farklı gelenekten gelen yönetimlerce sürekli desteklenmiştir. Hatta NATO ve Rusya arasında dahi iş birliğini ve entegrasyonu sağlayacak ortaklık konseyi kurulmuş- tur. Böylece ABD Başkanları ve siyasi elitleri uzun süre küresel düzlemde kendi değerlerini esas aslan liberal bir uluslararası düzeninin kurulmasını, demokrasi- nin yayılmasını ve uluslararası ihtilafların tek taraflı müdahale yerine “çok taraflı” diplomasi ve hukuk yoluyla çözülmesini destekleyen bir yaklaşımı benimsemişler- dir. Uygulamada liberal ilkelere bağlılık ve ulusal çıkarlar arasında her zaman ahlaki-siyasi bir uyuşma olmasa da en azından söylem düzeyinde özgürlük, demokrasi, insan hakları ve serbest ticaret gibi liberal normlar dış politikada ortak referans değerleri olarak kabul görmüştür.

Küresel Sistem Açısından Trump’ın Siyasi Liderliği ve Dış Politika Doktrini

Amerikan dış politika elitlerinin referans kaynağı olan Foreign Affairs dergisine yazdığı “Bir Dünya Düzeni Nasıl Sona Erer?” başlıklı yazısında Richard  Haas, Trump yönetiminin dış politikasını değerlendirirken özetle şunları ifade ediyor: İstikrarlı bir dünya düzenine ulaşmak zordur ve çoğu zaman bu ancak büyük sa- vaşlardan sonra mümkün olur. Böyle bir düzen için uluslararası sistemde istikrar- lı bir güç dağılımının oluşması ve uluslararası ilişkilerin yönetimi konusunda da geniş bir uzlaşmanın sağlanması gerekir. Ayrıca bir dünya düzeni de kendiliğin-  den doğmaz; ancak ciddi bir gayretle kurulabilir ve bunun için de maharetli devlet adamlığına ihtiyaç vardır. Yaratıcı diplomasi, işlevsel kurumlar ve sorun çıktığında aktif biçimde uygun müdahaleler yapacak liderlik elzemdir.1 Son kitabı olan Dünya Düzeni’nde Henry Kissenger da mevcut dünya düzeninin kaosa doğru evirildiği-   ne işaret ederek “Uluslararası sistemin yeniden inşası, zamanımızdaki devlet adamlarının en büyük imtihanıdır” demektedir.2 Dünya düzenin değişmeye  ve hatta zayıflamaya başlamasının iki büyük nedeni vardır. Birincisi objektif olarak bakıldığında dünyadaki bugünkü düzenin temellerini oluşturan güç dağılımının köklü biçimde değişmesidir ki özellikle Çin başta olmak üzere bir düzineye yakın devlet ekonomi-politik olarak küresel sistemi sarsacak kadar güçlenmiştir ve bun- lar mevcut düzenin değişmesini talep etmektedirler. Ne ABD ne de diğer ortakları bu güçlerin yükselişini engelleyebilecek durumdadır ve reel-politik olarak kimse- nin de bu yeni güçleri görmezden gelme lüksleri yoktur. İkincisi olarak, dünya dü- zeninin çöküş sürecini hızlandıran bir diğer gelişme ise mevcut düzenin çekirdek aktörleri sayılan Batının merkez ülkelerinin (ABD ve Avrupa) 2008’de girdikleri  kriz ortamından henüz tam olarak çıkamamış olmalarıdır. Bir başka deyişle, eski düzenin sahipleri olan Batılı statüko güçleri düzeni koruma ve istikrarı sağlamada yetersiz kalırken, yükselen güçler (challengers) henüz kendi düzenlerini kuracak güce, kapasiteye ve siyasi iradeye sahip değildirler. Sistemdeki aktörler arasında- ki gerginlikleri ve sistemik anarşiyi (belirsizlikler ve öngörülemezlik) besleyen şey tam da budur ve Trump gibi liderler de bu süreçten beslenerek kendi idiosentrik liderlik tarzını uygulamaktadırlar.

Batının bugünkü durumu tarihsel konjonktür olarak antik Yunan Atina’sında demokrasinin altın çağını yaşadığı Perikles dönemi sonrasında ortaya çıkan ve demokrasiyi yozlaştırıp tiranlığı başlatan demagog, popülist ve bencil politikacılar çağıyla ortak özellikler göstermektedir. Kendi demokratik gelenek ve değerlerinden uzaklaşmalarının doğal sonucu olarak ortak siyasi aklını kaybeden Atina, militarist Sparta’ya yenik düşmüş ve bu kargaşa aynı zamanda tüm Yunan dünyasının Make- don krallığının parçası haline getirecek olan siyasi sürecin de başlangıcı olmuştur. Gerçekten de ABD’nin 11 Eylül sonrası giriştiği iki işgal harekatının (Afgistan ve Irak) bu ülkenin ekonomisinde yarattığı tahribat mevcut finansal-ekonomik krizi tetiklemiştir. Benzer dinamikler Avrupa ekonomileri için de geçerlidir. Ekonomik verimliliğin düştüğü, yükselen ekonomilere karşı rekabet gücünü kaybettiği, yaşla- nan nüfus yapısının getirdiği olumsuzluklar, uluslararası göç dalgasının ve kötüleşen sosyo-ekonomik düzenin yarattığı milliyetçi dalga ve bunun uluslararası ticarette korumacılığı teşvik etmesi gibi gelişmeler hemen hemen tüm batı dünyasında merkez partileri eritmiş ve aşırı sağcı-popülist partileri ve aktörleri ön plana çıkartmıştır. Esasen Trump gibi popülist ve siyaset dışı (ve hatta yerleşik siyasi düze- ne karşı) bir iş adamının Amerika’daki Cumhuriyetçi Partinin ön seçimlerinde par- ti örgütüne rağmen adaylığı ve ardından da Başkanlığı kazanabilmesi ancak Batılı demokrasilerdeki bu yükselen milliyetçi-popülist dalgayla açıklanabilir. Son derece pragmatist ve Makyavelist bir yaklaşımla Trump, izlediği ekonomik, ticari ve dış politik çizgisiyle kendisini iktidara taşıyan kitleleri memnun etmeye çalışmaktadır. Kendisinin ait olduğu siyasi partinin örgütü ve elitleri de dahil olmak üzere, aslında Trump Amerikan gücünün zayıflamasına neden olan Washington’un yerleşik siyasi kurumları, bürokrasisi ve çıkar gruplarından bir anlamda öç almaktadır.

Seçime giderken kullandığı “Önce Amerika” (America first) ve “Amerika’yı yeniden büyük yapmak” stratejisi kendisine oy veren ve ana omurgasını küre- selleşmenin yarattığı dinamikler nedeniyle toplumsal statü kaybına uğrayan orta sınıflar (teknolojiye kurban gitmiş sanayi işçileri) ve kırsal Amerika’dan oluşan ge- niş kitleler için Trump’ın popülist ve milliyetçi yaklaşımları oldukça çekici bulun- maktadır. Ara seçimlerde de görüldüğü üzere, aslında ilk yılını dolduramaz denilen ve içerde hakkında pek çok soruşturma da açılan Başkan Trump oy gücünü hala önemli ölçüde korumaktadır. Onun yönetim tarzıyla ilgili olarak söylenebilecek şey, bir işadamı olarak ideolojiden çok kendisine oy veren kitleleri memnun edecek şekilde ekonomik sonuç üreten kararlar almasıdır. Siyasi ve ideolojik olarak izlediği politikalar tutarsız gibi görünse de aslında onun zihin dünyasını ve iki yıllık uygu- lamalarını anlatacak bir kavram kullanmak gerekirse eğer bu “ilkeli realizm” ola- rak ifade edilebilir. Tanımlamak gerekirse dış politikada Trump Doktrini, özellikle Amerika’nın ekonomik çıkarları konusunda somut sonuçlar üretmeye odaklanan ve bu amaca yönelik olarak geçmişte Amerika’nın üstlendiği ahdi yükümlülüklerini dahi göz ardı edebilecek kadar gözü kara bir “müzakerecilik” yaklaşımıdır. Ge- rektiğinde bu amaçla yapılan ikili anlaşmaları askıya almak; NATO gibi güvenlik örgütlerinde ABD’nin üstlendiği geleneksel “hegomonik  rolün”  maliyetine müt- tefiklerden katkı talep etmek, NAFTA gibi bölgesel bir ticari blok anlaşmasını teh- dit ve şantajlarla revize etmek, göçmenlere karşı kapıları kapatmak için Meksika sınırına duvar örmek, Rusya’ya ve İran’a karşı Avrupa’daki en yakın müttefiklerinin muhalefetine rağmen yeni yaptırımlar başlatmak, kendi ticaret ambargolarını delen ülkelere karşı tutuklamalara ve seçici yaptırımlara başvurmak hep kendi milli çıkarlarını korumaya yönelik “önce Amerika” stratejisinin yansımaları olarak oku- nabilir. Özellikle Çin ile giriştiği ticaret savaşlarının nereye doğru evirileceği Ame- rika’nın bundan sonra izleyeceği küresel strateji ve güvenlik politikaları açısından da ipucu verecektir.

Uluslararası güvenlik stratejisi açısından bakıldığında, Trump’ın izlediği eko- nomi politikası ve güvenlik politikasının Amerikan siyasetindeki  Cumhuriyetçi parti geleneğinde önemli yer tutan Reagan ve Bush dönemini hatırlatan benzerlik- ler ve süreklilikler bulmak mümkündür. Milliyetçi sağ siyasetin ana gündeminde her zaman güçlü ekonomi ve güçlü bir  savunma öncelik  arz  etmektedir.  Nite- kim Reagan’ın soğuk savaşın son döneminde gerçekleştirdiği savunma harcamala- rındaki radikal artışlar ve geliştirdiği yıldız savaşları projeleri Sovyetler Birliği’ne rekabet gücünü kaybettirerek çöküşe götüren ana nedenler olarak görülmektedir. Trump da küreselleşme doktrinine karşı olduğunu 2018 Eylülü’nde BM Genel Ku- rul kürsüsünden tüm dünyaya ilan etmiştir. Esasen Trump’ın reel politikte aldığı kararlar alt alta yazılıp listelendiğinde, liberal küresel düzenin işleyişine karşı mil- liyetçi bir duruşa işaret ettiği sonucuna varılabilir. Zira Amerikan siyasi elitleri uzun zamandır Amerikan küresel hegemonyasının artık sürdürülebilir olamayaca- ğını çoktan anlamış durumdadırlar. Tarihçi Paul Kennedy daha 1987 yılında Büyük Güçlerin Yükselişi ve Düşüşü (1987) başlıklı çalışmasında, ABD’nin Batı dünyası adına yüklendiği küresel güvenlik taahhütlerinin aşırı ekonomik yük getirdiği (im- perial overstretch) uyarısını yapmıştı. Fareed Zakaraia’nın Amerikan Sonrası Dün- ya (2008) ve Robert Kagan’ın Tarihin Geri Dönüşü (2008) kitapları ve hatta ünlü Tarihin Sonu kitabının yazarı olan Francis Fukuyama’nın Çözülme (Disruption) kitapları bu ortak kanaatleri yansıtmaktadır. Amerikan ekonomisinde Afganistan  ve Irak savaşlarının yarattığı tahribatı gören ABD siyasi elitleri Obama döneminde “küresel ricat” (retreat) politikasını başlatmış ve ABD’nin Avrupa ve Orta Doğu bölgesinden çekilerek yükselen Çin’e karşı çevreleme politikası uygulamaya baş- lamıştır. Nitekim aynı politikayla tutarlı olarak ABD bu dönemde Orta Doğu’da başlayan ve halkların özgürlük ve demokrasi talepleriyle sokağa döküldüğü “Arap Baharı” sürecinde de gelişmeleri “perde arkasından” yönetmeyi seçmişti. Trump yönetiminde ise ABD’nin dünya ile ilişkilerini yeniden tanımlayacak farklı bir süreç başlamaktadır.

Yeni ABD Stratejisi: Yarının Dünyasına Göre Konumlanma

Yukarıda genel çerçevesini anlatmaya çalıştığımız üzere, ABD uzun süredir üst- lendiği tek başına küresel düzlemde oyun kuruculuk rolünü artık oynamaktan vaz- geçmiş görünüyor. Küresel düzenin jandarması rolünü oynamak yerine, ABD’nin kendi ulusal çıkarlarını önceleyen ve küresel kazanımlarını konsolide ederek gü- cünü korumaya çalışan bir ulus devlet mantığı çerçevesinde yeni bir dış politika stratejisi benimsediği söylenebilir. Aslında ABD siyasi elitleri, Trump gibi bir işa- damı-siyasetçi vasıtasıyla, bugünün değil yarının dünyasında şekillenmesini öngördükleri yeni güç dengelerine göre Amerikan devletinin etkinliğini, çıkarlarını ve gücünü koruyacak tedbirler almaktadır. Yeni ABD stratejisinin amacı, ABD’nin hegemonik bir devlet olarak 1990’lardan bu yana neo-liberal küreselleşme şart- larında girdiği tüm uluslararası işbirliklerini ve ikili anlaşmaları gözden geçirip, ilgili aktörleri müzakereye zorlayarak, “Amerika’nın dünya ile ilişkilerini” kendi önceliklerine uygun olarak (rekalibrasyon) yeniden düzenlemektir. Böylece ABD tek-kutuplu bir dünyadan çok-kutuplu bir yapıya doğru evirilen dünya düzenine elini güçlendirerek girmek istemektedir. Gerçekten Başkan Trump söylemleri, ter- cihleri ve uygulamalarıyla ABD’yi büyük bir şirket (America Inc.) gibi yönetmekte ve karlı olmayan angajmanlardan (yatırımlardan) çekilirken, var olan ortaklıkları da yeniden yapılandırmaktadır. Deyim yerindeyse yeni rakiplerin tezahür ettiği piyasa şartlarına uygun olarak büyük bir şirketi yeniden yapılandırmaktadır. Amerikan devletinin yeni CEO’su olarak Trump, siyasi pazarda ABD’nin egemenlik haklarını tahkim edecek şekilde dünya ile pazarlık yaparken, eski siyasetin gerçeklerine göre oluşmuş olan kurumlar, gelenekler, medya düzeni ve siyaset yapma tarzını da bile- rek görmezden gelmektedir.

Yalnız  tüm  bu  radikal adımları atarken  Trump  yönetimi son  derece dikkat-  li davranmaktadır. Amaç, çok taraflı diplomasiye alt-yapı hazırlayan uluslararası kurumları tamamen yok etmek değildir; ABD’nin görece hala güçlü olan pozisyo- nunu da pazarlık sürecinde kullanarak bu kurumlarla olan ilişkisini kendi çıkarı lehine yeniden tanımlamaktır. Trump, işadamı kökenli bir siyasetçi olarak “agresif müzakerecilik” yeteneğini devletin dış politika hedefleri için kullanmaktadır. Bu bağlamda Kuzey Amerika Serbest Ticaret Anlaşması (NAFTA) konusunda başta Meksika olmak üzere taraflarla müzakere edilmiş ve şartlarını ABD lehine değiştir- meyi başarmıştır. Buna karşın Trans-Pasifik Ticaret Antlaşmasının (TRIPS) taraf- larını ikna edemediği için anlaşmadan tamamen çekilmiştir. Yine kendi sanayisine ve üretim kapasitesine aşırı yük getirdiği gerekçesiyle küresel ısınmaya karşı imza- lanan Paris İklim Şartı’ndan çekilmiştir. Güvenlik alanında ise iki konuda radikal adımlar atmıştır. Birincisi Kuzey Kore ile nükleer silah kullanma tehdidi de dahil olmak üzere ciddi bir restleşme/eskalasyon strateji sonrasında Kuzey Kore lideri Kim Jong-Un ile müzakereler başlatılmıştır. İkincisi, İran ile BM’nin beş daimi üyesi ve Almanya (P5+1) arasında Obama döneminde imzalanan İran’ın Nükleer Faaliyetlerinin sınırlandırılması karşılığında Tahran yönetiminin uluslararası meş- ruiyetinin tanınması ve ekonomik ambargoların kaldırılmasına ilişkin anlaşmadan da ABD tek taraflı olarak çekilmiştir. İlginçtir ki burada Trump yönetimi anlaş- mayı tamamen iptal etmemiş; anlaşma şartlarını “yeniden müzakere” talebinde bulunmuştur. Yine Obama’nın son döneminde imzalanan Küba ile ilişkileri nor- malleştirme sürecini de durdurmuştur. Askeri anlamda Obama döneminde açıkla- nan Afganistan’dan çekilme süreci neredeyse tersine dönmüş, büyük rakip olarak görülen Çin’i çevreleme amacıyla ABD’nin Afganistan’daki askeri varlığı azaltılmak yerine, tahkim edilmiştir. Buna karşılık Çin’i çevrelemeye yönelik olarak bu ülkeye alternatif olabilecek Hindistan ile çok yönlü ilişkiler geliştirilirken, geleneksel olarak Çin’e yakın duran Pakistan’a yönelik her türlü askeri işbirliği ve yardımlar da neredeyse durdurulmuştur.

Orta Doğu bölgesi söz konusu olduğunda ise Trump yönetiminin bölgeye yöne- lik siyaseti objektif-realist olarak değerlendirildiğinde, John Mearshiemer ve Stephen Walt’ın İsrail Lobisi ve Amerikan Dış Politikası (2006) kitabında dile getirildiği üzere, kendi devlet çıkarlarından çok bölgedeki küçük ortağı olan İsrail’in güvenlik çıkarları ekseninde tanımlanmaya devam etmektedir. Özellikle Trump’ı iş başına getiren seçimlere dışarıdan (Rusya etkisi) müdahale edildiğine yönelik yürütülen soruşturmalar ve bunun Trump yönetimine ilişkin yaratmış olduğu meşruiyet kri- zini aşmak için Musevi lobisinin desteğine ihtiyaç duyan Başkan Trump kendisini İsrail’in taleplerine daha duyarlı olmak zorunda hissetmektedir. Bu bağlamda daha önceki Başkanlarca reddedilen Amerikan büyükelçiliğinin Tel Aviv’den Kudüs’e taşınması talebi, Türkiye’nin öncülüğünde 128 ülke tarafından BM  Genel Kurulun-  da kınansa da Trump yönetimince yerine getirilmiştir. Diğer müttefiklerinin karşı çıkmasına rağmen İran nükleer anlaşmasının askıya alınmasını da büyük ölçüde İsrail’in Lübnan’daki Hizbullah’ın tasfiyesi ve kontrolü konusunda İran’dan garanti alamamasının neden olduğu bilinmektedir. Yine İran’la tehdit edilen Körfez Ül- keleri de Trump’ın Suudi Arabistan ziyareti ile kendilerine verilen bazı güvenlik garantileri ve yüklü silah alım vaatleri karşılığında Amerika-İsrail eksenine angaje edilmişlerdir. Trump  dönemi Türkiye-ABD  ilişkileri ayrı bir yazının konusu ola-  cak kadar geniş ele alınmayı hak etmektedir. Ancak Orta Doğu bağlamında de- ğinmek gerekirse eğer, Trump yönetimini özellikle Türkiye’nin çok hassas olduğu Suriye’nin doğusu ve kuzeyindeki PKK/YPG oluşumuna ABD’nin verdiği destekten vazgeçmemesi ve fiilen neredeyse Suriye’nin üçte-birini kontrol edecek bir oto- nom yönetim imkanı sağlanmasını da büyük ölçüde “İsrail etkisi” ile açıklamak mümkündür. Benzer şekilde Kuzey Irak’ta bağımsızlık referandumu yaptırılması  da ABD-İsrail eksenli olarak okunmaktadır. 15 Temmuz 2016 darbe girişiminin ardındaki fail olan FETÖ yapısının liderinin halen ABD’de ikamet etmesi ve Türki- ye’nin iade taleplerinin karşılıksız kalmasını, diğer faktörlerin yanında bu çerçeve- de değerlendirmek gerektiği kanaatindeyiz.

Sonuç: Kaos Kaçınılmaz mı?

Siyasi tarihin realist bir okuması bize göstermektedir ki bölgesel veya küresel barış, düzen ve istikrar ancak zamanın güçlü aktörleri arasında belli bir güç den- gesinin sağlanmasına ve barış ve düzeni nasıl devam ettireceklerine ilişkin “barı- şın şartları” hususunda bir anlaşmaya varmalarıyla mümkündür. Bugünkü dünya düzeni de esasen kurucu aktörlerin çıkarlarını garanti alan BM şartıyla oluştu- rulmuştur. Ancak bugünkü güç dengeleri kuruluş şartlarından oldukça farklılaş- mış; denkleme yeni güçler eklemlenmiştir. Bu durumda sistem içinde hala gücü, kapasitesi ve siyasi tecrübesi ile en büyük aktör olarak duran ABD’nin yapacağı stratejik tercihler yeni bir düzenin kurulup kurulamayacağı, kurulacaksa yeni bir anlaşmayla mı kurulacağı, yoksa siyasi tarihin bize öğrettiği gibi mutlaka büyük güçler arası bir çatışmayla mı sonuçlanacağı hususunda belirleyici olacaktır. Ric- hard Haas’ın dediği gibi, mevcut veya yükselmekte olan orta büyüklükteki devletle- rin kendi başlarına bir düzen kuracak iradeleri de güçleri de yeterli değildir. Son on yılda ortaya çıkan gerçek, mevcut düzenin giderek çökmesi ve yerini düzensizlik ve kaosa bırakmasıdır. Artan milliyetçilik, korumacılık, popülizm, çatışma, terör ve askeri rekabetin artması bu sistemik çözülmenin dışa yansıyan sonuçları olarak görülmektedir.

Soğuk savaş sonrasında ortaya çıkan ABD merkezli tek kutupluluk ve “ebedi barışı” garantileyecek iyimser bir liberal dünya düzeni ütopyası 11 Eylül’ün ya- rattığı siyasi ortamda yok olmuştur. Afganistan ve Irak savaşları ve ardından gelen Ukrayna ve Suriye krizi ile Deaş gibi küresel terör dalgası ABD hegemonyasının gücünü ve dayanıklılığını test etmiş ve onun maddi ve manevi dayanaklarını çü- rütmüştür. Obama dönemi, daha fazla kan kaybetmek istemeyen ABD için bir geri çekilme dönemi olurken, Trump ve ardındaki güçler ortaya çıkan kaosu kendileri açısından dünya ile ilişkileri yeniden tanımlamak için bir fırsat olarak kullanmaktadırlar.

ABD, muhtemelen 21. Yüzyılın ortasında nihai şeklini alacak olan yeni dünya düzeninin getireceği belirsizliklere karşı tedbir alırken, diğer yandan henüz doğuş aşamasındaki “çok kutuplu dünyayı” da kendi lehine şekillendirmeye çalışmakta- dır. ABD’nin isteksiz de olsa hegemonik rolü bu geçiş sürecinde de bir süre daha devam edecektir. Avrupalı müttefikleriyle kurulan kurumsal işbirlikleri sürerken belli ölçüde rekabet de artacak gibi görünmektedir. Diğer yandan, ABD’nin dün- yadaki rolünü belirleyecek olan asıl faktör Çin ile ilişkilerinin geleceğidir. 1990’lı yıllarda “yapıcı işbirliği” modeliyle Çin’i küresel sisteme entegre ederek kurallara uygun hareket etmeye teşvik etmeye çalışan ABD için artık Çin küresel anlamda yeni bir alternatif hegemonya merkezi ve doğal olarak stratejik rakip olarak gö- rülmektedir. Tarih bize bu tür yükselen güçlerle rekabetin çoğu zaman bir savaşla bittiğini gösterse de küreselleşmiş bir dünyada iki büyük güç arasındaki ilişkilerin mutlaka çatışmacı olacağı gibi bir determinizme de düşmemek gerekir. Bilinmesi gereken şey şudur ki barış ve düzeni kurma ve sürdürmede siyasi liderliğin, yaratıcı diplomasinin ve uluslararası kurumların rolü de asla küçümsenmemelidir. Trump gibi Başkanlık koltuğunu popülizme borçlu olan liderler için en büyük tuzak ku- rumsal aklı küçümseyip küresel değişim sürecini kendi yetenekleriyle ABD adına yönetebileceği yanılgısına düşmesidir. Tipik örnek olarak Gorbaçov’un hantallaşan Sovyetler Birliği’ni reforme ederek daha dinamik ve rekabetçi hale getirmek için başlattığı glasnost (açıklık) ve perestroyka (yeniden yapılanma) sürecinin kont- rolden çıkması ve hiç öngörülmeyen biçimde tam bir sistemik çözülme ve kaosla sonuçlanmasıdır. Umulur ki Trump yönetimi ve onun ardındaki siyasi akıl aynı yanılgıya düşmez.

Prof. Dr. Birol Akgün kimdir?

Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Kamu Yönetimi mezunudur. Yüksek Lisans ve doktorasını ABD’de tamamladı. Halihazırda Yıldırım Bayazıt Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölüm Başkanı ve Maarif Vakfı Yönetim Kurulu Başkanıdır. Yazmış olduğu makaleler uluslararası dergilerde yayınlanmıştır.
 

Kaynak: Bilimevi Dış Politika Dergisi Sayı: 7