Toplumsallık mıdır çöken?

Süleyman Seyfi ÖĞÜN ANALİZ ETTİ...

Toplumsallık mıdır çöken?

Virüs salgını koca bir insanlığı evine kapattı. Hastalığın telâşından gündemi hekimler dolduruyor. Meselenin toplumsal boyutunu tartışmak ise neredeyse gereksiz bir lüks muamelesi görüyor. Sosyologlar pısmış vaziyette. “Evde kal” sloganı her şeyi bastırıyor. Evimizde vakit geçirmenin, kamusal mâceralarımız içinde unuttuğumuz, ama bize insan olduğumuzu hissettiren bâzı sıcak bağları hatırlatan ve onları yeniden kurma imkânı veren bir fırsat olduğunu söyleyenler var. Celebrity yeniden ön alıyor ve evcil taraflarını gösteren video çekimlerini sosyal medya mecrâlarında cömertce paylaşıyorlar.

Ev’in kültürel târihi aslında çok ikircikli bir târihtir. Meselâ geleneksel dünyâlarda, seçkinlerin evleri-saray, sarayçe, konak, köşk her ne diyeceksek- mekânla kurulmuş samîmî bir bağı temsil etmez. Daha çok dışarıya karşı, ev sâhibinin cursus honorum’daki yerini belli eden bir gösteriş nesnesidir ev. Merkeze koyulan sâkinin optimalitesi değil, o sâkinin dışarıdan nasıl görüldüğü kaygısıdır. Buna göre ikincisi adına ilkinden feragat bile edilir. Bu dış göz inanç seviyesinde gözetlemeci bir “Tanrı,” fiiliyatta ise “başkalarıdır.” Eğer gücünüzü dayatmak ve göstermek istiyorsanız, iç mekânı ihmâl etmek pahasına dış cepheye yüklenir; aşırı bir ihtişam sergileyebilirsiniz. Eğer gücünüzün âdil olduğunu göstermek istiyorsanız dış cephelerde sâdeliği, içeride ise ölçülü bir tezyinatı vurgularsınız. Garip ve gurebânın dünyâsında ise ev ile işyeri örtüşür; kalabalık ve pislikten geçilmez. Kıtlık günleri için yapılan biriktirmeler evleri zaman içinde potansiyel çöp ev konumuna getirir.

Kamusal mekânlara duyulan açlık bir bakıma evden kurtulma arzusunu ifâde eder. Ev mahremiyetin kalesi olarak bilinir. Hâlbuki ev, ev hâlinin; yâni pejmürdeliğin, özensizliğin, olduğu gibi olmaklığın, herkes tarafından bilinmenin hüküm sürdüğü, mahremiyetin sürdürülmesinin ise en zor olduğu yerdir. Burada mahremiyeti sürdürmek ciddî bir kültürel işçiliği ve ona dâir yatırımları gerektirir. Kolay değildir. (Osmanlı Türk evindeki hayâtın ideal formları bunun tipik misâlidir.) Aslında aksi bir söylem hakim olsa da, ev hayatları dâima insanların içindeki göçebe rûhû kışkırtagelmiştir. Târihin çift kutuplarından birisi de göçerliğin çilelerinden usanıp yerleşme arzusu ile yerleşiklikten bıkarak göçerliğe duyulan özlemlerdir. Aslında insanlık bu iki kutup arasında bînamazdır. Diğer taraftan kamusal taraflarımız göçebeliğimizin ehlileşmiş tarafıdır. Göçebeliğin edebli ve mâkûl karşılığı kamusal hayâta medenî ehlileşmiş bireyler olarak, en başta iş güç, geçim üzerinden katılmak; edepsiz formu ise anomi ile her zaman bitişebilecek olan kaçış yüklü bir mâceracılıktır. Göçebelik tecrübelerimiz bizi yaralarsa, anne rahminin uzantısı olarak evin en otantik çağrışımı baskın hâle gelecek ve sâdece imgesi bile gözümüzü ışıtmaya yetecektir. Yenilgiler söyletir bunu bize: Eve dönmenin vakti gelmiştir. Ama bu yatışma nihâi değildir. Evine güzellemeler yaparak dönenler, muhtemeldir ki bir zaman sonra yeniden dışarıya çıkmanın fırsatlarını kollayacakdır. Velhâsıl evlerimizle sahte ilişkiler kuruyoruz. Onları sık sık değiştirme arzusu, iç mekânı abartılı bir şekilde yenileme tutkusu ilh, aslında bu ikirciklenmenin dolaylı dışa vurumu olarak görünür bana.

Modernlik, edebiyatlarıyla, felsefesi ile kamusallığı kutsadı ve özgürlük alanı olarak târif etti. Hâlbuki bu bir yanılsamaydı. Pek çok flânörün pek de umurunda olmasa da kamusal alanlar aslında üretim örgütlenmeleri üzerinden katı bir köleleşmeye evriliyordu. Üretimin dişlileri modern toplumların üzerinden çığ gibi geçmiştir. Toplum nihâyetinde bir üretim örgütlenmesi değil midir? Toplum ile ulus, evet aşağı yukarı aynı gerçekliğe işâret eder. İlki barış zamanlarının üretim örgütlenmesi; diğeri ise savaş zamanlarının askerî örgütlenmesi olarak. Tulum ve üniforma arasında kısır bir sarkaçlanmadır bu... Kamusal mekânlar çalışma disiplini ile karartılır. O ara, yine yanılsamalı olarak, hânelerde cılız bir kandil yanar: “Home sweet home...” Yâni yorgun bedenler için esnerken, gevşerken, ısınırken, uzanırken söylenen söz…

Üretim toplumları kısa ömürlüdür. Üretim toplumları yorar. Hoş, üretim toplumları bunun karşılığını almış; yeniden bölüşüm kanalını açarak bellerini doğrultmuşlardır. Ama artık ekonomileri, çevrimlerini zorlanarak ve eksikli bir şekilde yaşayarak çökmektedir. Kaynaklar verimli alanlara eğil; verimsiz alanlara kayar. Bunun trajik göstergesi hizmetler sektörünün bütün dünyâda şişmesidir. Kamusal mekânlar bunlarla şenlenmektedir. Kafeler, AVM’ler, oteller, lokantalar, coşturuk turizm hareketlilikleri, kültür tüketimciliği… Bu şenlikler bir afyon tesiri doğuruyor ve derindeki kayıpları unutturuyor. Tatbik edilen karantinalar bu derin kayıpların ayyuka çıktığı ve telâfisizliğinin “Jokerleşme”yi önlenemez hâle getirdiği yerde bizi kamusal mekânlardan sürmek midir? Toplumsalın son kartı mıdır Joker toplum olmak? Eve kapatılmak, toplumsalın sonunun dolaylı ilânı mıdır? Bilmem; sizce?