Reklam Görüntülerine Tıklayarak Kitap Siparişi Verebilirsiniz

Toplumsal Barış için Nasıl Bir Anayasa ve Hukuk Reformu?

Prof. Dr. Fazıl Hüsnü Erdem, Prof. Dr. Mustafa Erdoğan ve Prof. Dr. Sevtap Yokuş, toplumsal barışa giden yolda anayasa ve hukuk reformu için nasıl bir yol izlenmesi gerektiğini Perspektif için değerlendirdi.

Toplumsal Barış için Nasıl Bir Anayasa ve Hukuk Reformu?

Mülakat: Naman Bakaç

 

Anayasa değişikliği talepleri, erken siyasi tarihin en çok tartışılan ana gündemlerden biri. 1982 darbe anayasası ardından 1983’te başlayan bu tartışma 2025’te de yurt içi ve bölgesel konjonktürün zorlamasıyla birlikte tekrar gündemde. Yeni anayasa arayışının, PKK’nin fesih ve silah bırakma kararıyla birlikte ağırlıklı olarak bir tür çatışma çözümü etrafında şekillenmesi kaçınılmaz görünüyor. Kaçınılmaz olan bu gerçekliğin hangi ilkeler üzerine bina edileceği, nasıl bir yol haritasının izleneceği ve en önemlisi de hangi tür siyasal, toplumsal, yargısal, idari ve hukuki veçhelere neşter vuracağı da bir o kadar konuşulmalı, tartışılmalı, yazılıp-çizilmelidir. 

Anayasaların toplumsal sözleşmeler olması ve bu sözleşmenin rızaya dayalı şekillenmesine yönelik olarak aktüel siyasette farklı argümanlar gün yüzüne çıktı. Öcalan, bunun kardeşlik hukuku için yeni bir sözleşmeye dayalı olmasını dillendirirken, DEM Parti yönetimi kardeşlik hukukuyla beraber özgür, sivil ve eşit olması gerektiğine dair vurguyu da öne çıkardı. Cumhur İttifakı, Terörsüz Türkiye ve bin yıllık kardeşlik ittifakı ekseninde; CHP ihtiyatlı bir dille barış ekseninde; İYİ Parti ise en ulusalcı şekilde konumlandığını gösterdi. Kardeşlik hukuku, sivil, barışçıl, özgür ve eşit haklar temelli vurgular; terör, şiddet ve çatışma ortamından huzurlu, demokratik ve barışçıl bir toplum düzenine geçiş için anayasa yapımında dikkate alınması gereken parametreler olarak toplumun kahir ekseriyetinde makes buldu.

Perspektif, toplumsal barışa giden yolda anayasa ve hukuk reformu için nasıl bir yol izlenmesi gerektiğini ve bu yolda hangi somut reform adımlarının atılmasının kaçınılmaz olduğunu, Anayasa Hukukçularına soran bir soruşturma dosyası hazırladı. Dicle Üniversitesi’nden Prof. Dr. Fazıl Hüsnü Erdem, 2016’da akademiden ihraç edilen Prof. Dr. Mustafa Erdoğan ve Altınbaş Üniversitesi’nden Prof. Dr. Sevtap Yokuş görüşleriyle bu dosyaya katkıda bulundu.

 

fazil-husnu-erdem-roportaj

Prof. Dr. Fazıl Hüsnü Erdem - Dicle Üniversitesi Hukuk Fakültesi

 

BAHÇELİ’NİN “TÜRKİYE CUMHURİYETİ’NE VATANDAŞLIK BAĞI İLE BAĞLI OLAN HERKES, EŞİT HAK VE YÜKÜMLÜLÜKLERE SAHİPTİR” ÖNERİSİ ANAYASA HÜKMÜNE DÖNÜŞTÜRÜLMELİDİR

 Yeni bir çatışma çözüm süreci yaşıyoruz. PKK’nin fesih ve silah bırakma kararı almasıyla birlikte negatif barışı sağlama noktasında önemli bir merhale aşılmış oldu. PKK’nin böyle bir karar almış olması tek başına çok önemli ve bir o kadar da değerlidir. Bu karar sadece Türkiye Kürtleri ve legal Kürt siyaseti açısından değil, Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı diğer üç ülke Kürtleri ve hatta dünyanın dört bir köşesinde yaşayan Kürtler bakımından da çok olumlu sonuçları olacaktır. Yaklaşık 40 yıllık silahlı çatışmaların yaratmış olduğu insani, mali, toplumsal ve siyasi maliyet dikkate alındığında, bu kararın bütün Türkiye açısından da çok değerli ve anlamlı olduğu anlaşılacaktır.  

Yaklaşık 50 yıllık geçmişi olan silahlı bir örgütün kendisini dağıtmasının ve silahlarını terk etmesinin güçlükleri açıktır. Bir taraftan bu güçlükleri kolaylaştırabilmek, diğer taraftan da hem süreci hızlandırabilmek ve hem de sürecin enfekte olmasını engellemek için çok gecikmeden birtakım adımların atılması yararlı olacaktır. Devlet Bahçeli’nin TBMM’de geniş katılımlı bir komisyonun kurulması gerektiğine ilişkin teklifi, meselenin aciliyetini ve önemini yeterince ortaya koymaktadır. Böylesi bir komisyonun oluşturulması ve TBMM’nin sürecin gerektirdiği hukuki adımları bir an önce atması, ortaya çıkması muhtemel risk ve tehditleri bertaraf edecektir.  

Sürecin ilk gününden bugüne kadar etkili ve yetkili isimlerin yaptıkları açıklamalar ile otoriter ve baskıcı politikaları sürdürme konusundaki iktidarın tavrına bakıldığında, bu sürecin önemli ölçüde negatif barışı sağlamakla sınırlı kalacağını, pozitif barışı sağlamaya dönük -en azından kısa vade içerisinde- çok ciddi adımların atılmayacağını söylemek mümkündür. Dolayısıyla atılacak hukuki adımlar daha çok negatif barışı sağlamaya yönelik hukuki adımlar olacaktır. Bu bağlamda, örgütün almış olduğu fesih ve silah bırakma kararı sonrasında bu kararın gerektirdiği hukuki zemin oluşturulacaktır. Hukuki zemin ise sadece örgüt yöneticileri ve üyeleri ile sınırlı olmamalı, -ortada artık bir silahlı örgüt kalmadığına/kalmayacağına göre- terör örgütüne üye olmak ya da buna benzer suçlardan dolayı hüküm giyip cezaevlerinde olanlar ve yurt dışına çıkmış olanları da kapsamalıdır. 

 

İDARİ VE YARGISAL PRATİĞİN İYİLEŞTİRİLMESİ ELZEMDİR

Öte yandan, bir önceki çözüm sürecinde de ısrarla talep edilen hasta mahpusların tahliyelerinin sağlanması, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi içtihatları doğrultusunda umut hakkının tanınması ve siyasi suçlulara yönelik uygulanan negatif ayrımcı uygulamalara son verilmesi amacıyla İnfaz Kanunu’nda gerekli değişiklikler yapılmalıdır. 

Sağlanacak negatif barış kalıcı bir pozitif barışla taçlandırılmak isteniyorsa, çok geniş kapsamlı bir reform programı hazırlanıp bir takvim çerçevesinde hayata geçirilmeye çalışılmalıdır. Burada esas olan siyasi iradedir. Siyasi iradenin kalıcı barışı sağlama hususunda kararlı bir tutuma sahip olması halinde böyle bir programın hazırlanması çok güç olmayacaktır. Zira bugüne kadar yapılması gerekenlere ilişkin olarak hem devlet katında hem de sivil toplum örgütleri ve siyasi partilerin yaptıkları sayısız çalışma mevcut. Bunlardan rahatlıkla istifade edilebilir. 

Önemle ifade etmek gerekir ki bu reform programı sadece hukuki düzenlemelerle sınırlı bir program olmamalıdır. Bundan çok daha önemlisi, yapılacak hukuki düzenlemeleri hayata geçirecek kamu görevlilerinin ve yargı mensuplarının sürecin doğasına uygun hareket etmelerinin sağlanması gerekir. Yani idari ve yargısal pratiğin iyileştirilmesi elzemdir. 

Kalıcı barışın inşasında anayasa düzeyinde üç başlık altında düzenleme yapılması doğru olacaktır. Birincisi, kültürel kimlik haklarının güvence altına alınmasıdır. Kültürel kimlik haklarının koruma altına alınması, genel bir güvence hükmüyle mümkün olabileceği gibi, başta anadilde eğitim hakkı olmak üzere diğer dilsel haklarının güvence altına alındığı özel düzenlemeler yoluyla da olabilir. 

İkincisi, vatandaşlığın herhangi bir etnik ya da dinsel kimliği çağrıştırmayacak şekilde düzenlenmesidir. Sayın Devlet Bahçeli tarafından ifade edilen, “Türkiye Cumhuriyeti’ne vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes, eşit hak ve yükümlülüklere sahiptir” şeklindeki önerinin kabulü ve anayasa hükmüne dönüştürülmesi doğru olacaktır. Üçüncüsü ise, katı merkeziyetçi bir idari yapının yerine âdem-i merkeziyetçi bir yönetim tarzını öngören bir anayasa hükmüne yer verilmelidir. Bu arada, bugüne kadar yerine kayyım atanmış belediye başkanlarının görevlerine dönmeleri sağlanmalıdır. 

Kanun ve kanun altı hukuki düzenlemelere ilişkin hızlı bir tarama gerçekleştirilerek eşit ve özgür vatandaşlık anlayışla bağdaşmayan hükümlerin ayıklanması yoluna gidilmelidir. Bürokrasinin Türkiyelileştirilmesinin de kalıcı barış açısından her şeyden çok daha önemli ve değerli bir adım olacağı unutulmamalıdır. Bu sadece Kürt meselesinin değil, diğer renkler sorununun çözümünde de gerekli olan bir adımdır. 

mustafa erdoğan röportaj

Prof. Dr. Mustafa Erdoğan - Anayasa Hukukçusu

 

KÜRT SORUNUNUN ÇÖZÜMÜ, ÖNCELİKLE KÜRTLÜĞÜN DEVLET NEZDİNDE TÜRKLÜK GİBİ OLAĞANLAŞMASINA BAĞLIDIR

Türkiye’nin bugünkü Kürt sorununun temelinde, aşağı yukarı 1925’ten başlayarak Türkiye Cumhuriyeti’nin tedricen Türk milliyetçiliği ideolojisinin yönlendirdiği etno-kültürel bir “Türk ulus-devleti”ne dönüştürülmesi ve o zamandan beri devletin Kürt nüfusa bu anlayış doğrultusunda davranması yatmaktadır. Onun içindir ki bugünkü Kürt sorunu, ülke nüfusunu oluşturan en büyük ikinci etno-kültürel ve kurucu unsur olan Kürt kimliğini reddeden ve Türkiye halkını etnik Türklerden oluşan bir siyasi birlik olarak gören resmî anlayışın ısrarla sürdürülmesinden doğmuştur. 

Başka bir deyişle, Türkiye’nin iç barışla ilgili bugünkü sorunu gerçekte bir terör sorunundan ibaret değildir. Bu, sosyo-politik, sosyo-kültürel ve ekonomik yönleri olan karmaşık ve derin bir sorundur. PKK terörü bu sorunun sadece bir yan uzantısıdır ve terörün sona ermesi durumunda bile, bu karmaşık mahiyetinin gerektirdiği siyasi, hukuki ve kültürel adımlar atılmadığı sürece Kürt sorunu varlığını sürdürecektir. Elbette silahların susması barış yolundaki ilk adım olarak fevkalâde önemlidir; ama “barışı-kurmak” için bu kesinlikle yeterli değildir. 

PKK’nın tasfiyesini, sorunun çözümü için gerçek bir fırsata dönüştürmek ve Türk’ü ve Kürt’üyle birlikte Türkiye toplumunun uzun vadeli barışçı-birlikteliğini garanti etmek gerekmektedir. Kürt sorununun çözümü, genel olarak siyasi sistemin liberal-demokratik standartlara uygun hale getirilmesi yanında, öncelikle Kürtlüğün devlet nezdinde Türklük gibi olağanlaşmasına ve bunu sağlayacak hukuki ve siyasi adımların atılmasına bağlıdır. 

Barışın kalıcı olarak kurumlaşması için siyasi iktidarın kültür ve kimliğe, idari-siyasi yapılanmaya ve siyasi katılıma kadar meselenin bütün boyutlarını genel bir özgürleşme ve demokratikleşme perspektifi içinde ele alan kapsamlı bir değişim programı ortaya koyması gerekmektedir. Bu da en başta Türkiye’nin anayasal olarak yenilenmesini gerektirmektedir. Sadece Kürt sorununu kalıcı olarak çözebilmek için değil, daha genel olarak sistemini farklılıkların barışçı-beraberliği idealiyle bağdaşır hale getirmek için de Türkiye toplumunun mevcut siyasi birliğini kapsayıcı bir anlayışla ve gönüllülük temelinde yeniden kurmasına ihtiyaç vardır. Türkiye’nin siyasi birliğini hem kuruluş felsefesi hem de temel yapı düzeyinde yenilemesi, kültürel çeşitlilik ve çoğulculuğu garanti eden yeni bir özgür ve demokratik anayasal düzen kurması şart olmuştur. 

 

MEVCUT ETNİK ÇAĞRIŞIMLI YURTTAŞLIK TANIMI TARAFSIZLAŞTIRILMALI VEYA TÜMÜYLE KALDIRILMALIDIR

Kültür ve Kimlik Hakları: Bu yolda atılması gereken ilk ve en önemli adım, Anayasa’nın etnik ve kültürel imalar içermeyen tarafsız bir dille (yeniden) yazılmasıdır. Bu çerçevede, Kürtlerin (ve ana dili Türkçe olmayan diğer grup ve toplulukların) kendilerini özgürce ifade etmeleri ve geliştirebilmeleri anayasal olarak garanti edilmelidir. Bu amaçla bir yandan Türkiye Cumhuriyeti’ni -açıkça veya dolaylı bir şekilde- “Türk Devleti” olarak niteleyen ve Türklüğü ayrıcalıklı kılan ifade ve sembollere Anayasa’da yer verilmemesi ve münhasıran Türk dili ve kültürünü (Türk kimliğini) korumayı amaçlayan kurumlara anayasal statü tanımaktan vazgeçilmesi gerekir.

Öbür yandan, başta anadilde ifade özgürlüğünün ve anadilde eğitim görmenin herkes için anayasal bir hak olarak tanınması zorunludur. Aynı temel amacın gerçekleşmesi ayrıca Kürtlerin nüfusun çoğunluğunu oluşturduğu yerlerde Kürtçenin ikinci resmî dil olarak tanınmasını da şart koşmaktadır. Bu arada, mevcut etnik çağrışımlı yurttaşlık tanımının (“Türk Devletine… bağlı” ibaresi) tarafsızlaştırılmasına veya tümüyle kaldırılmasına da ihtiyaç vardır.  

Öz-Yönetim ve Temsil Hakları: Öz-yönetim (self-government) hakları, etnik veya kültürel toplulukların kendi kendilerini yönetmelerine imkân veren özerk siyasi birimler oluşturma haklarıdır. Ülke içinde Kürt nüfus için özerk siyasi bölgeler oluşturulmasını gerektiren bu yönde bir düzenlemeyi, öyle görünüyor ki bugünkü şartlarda Türkiye Cumhuriyeti’nin kabul etme veya Türk çoğunluğu buna ikna edebilme ihtimali yok gibidir. Bu durumda, Türkiye’nin Avrupa Konseyi üyesi olduğu da dikkate alınarak, hiç değilse güçlü demokratik yerel yönetim birimlerinin oluşturulması, makul bir öneri olarak ortaya çıkmaktadır.

 

TÜRKİYE’NİN ÜNİTER SİYASİ YAPISI YEREL İNİSİYATİFLER İÇİN DE HİÇ UYGUN DEĞİLDİR

Bu açıdan bakıldığında, Türkiye’nin hâlihazırdaki aşırı merkeziyetçi üniter siyasi yapısı kültürel çeşitlilikle ve siyasi çoğulculukla bağdaşmadığı gibi yerel inisiyatifler için de hiç uygun değildir. Buna paralel olarak Cumhuriyet Türkiye’sinde baştan beri sahici anlamda yerel yönetimler olmamıştır. Sahici yerel yönetim özerk yerel yönetim demektir, özerklik ise siyasi-idari yapının âdem-i merkeziyetçi şekilde örgütlendirilmesini gerektirmektedir. Oysa Türkiye’nin aşırı merkeziyetçi yapısı içinde kendilerine “yerel yönetim” adı verilen birimler özerk olmak şöyle dursun, büyük ölçüde merkezi idarenin birer uzantısından ibarettirler.

Âdem-i merkezî siyasi-idari yapı Kürt sorununun çözümü bakımından olduğu kadar Türkiye’nin genel olarak daha medeni, özgür ve demokratik bir ülke haline gelmesi bakımından da hayati önemdedir. Âdem-i merkezileşmenin ilk ayağını, taşradaki iki kademeli idari yapıdan vazgeçilerek merkezi idarenin taşra birimlerinin (il ve ilçe) kaldırılması oluşturacaktır. Merkezin taşradaki bir memurunun (vali veya kaymakamın) yerel halkın seçilmiş yönetimi üzerinde vesayet yetkisine sahip olduğu mevcut sistem anti demokratik olduğu kadar yerel toplumun iradesine de saygısızlık oluşturur. 

Âdem-i merkezileşmenin ikinci ayağını ise yerel yönetim birimlerinin merkezi idareden önemli ölçüde özerkleştirilmesi oluşturmalıdır. Bunun için de Türkiye’nin en azından Avrupa Konseyi Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’nın standartlarını karşılayacak derecede siyasi ve idari yetkilerle donatılması gerekir. Somut olarak belirtmek gerekirse, yerel yönetimler üzerinde merkezi yönetimin vesayet yetkisinin kaldırılması ve bu birimlerin kendi gelirlerini karşılamak üzere yerel düzeyde vergi koyma yetkisiyle donatılması gerekmektedir. Ayrıca, yerel birimin sınırları içinde kolluk, eğitim ve sağlık konularında yetki yerel yönetim birimlerine ait olmalıdır. Bunlara ek olarak, yerel yönetimlerin karar organlarının üyelerine yasama dokunulmazlığına benzer bir güvencenin sağlanması ve seçilmiş yöneticilerinin yerine kayyım atanması uygulamasının kaldırılması şarttır. 

Temsil haklarına gelince, etnik-kültürel bakımdan ana toplumdan farklı olan grup veya topluluklara başta parlamento olmak üzere merkezi yönetimin (devletin) karar organlarında temsil kotası tanınması anlamına gelen bu hak, literatürde daha çok özerkliği (özerk bölgeler veya toplulukları) destekleyici bir düzenleme olarak görülmektedir. Ancak belirttiğimiz gibi, bu anlamda özerkliğin Türkiye Cumhuriyeti’ne kabul ettirilmesi gerçekçi bir ihtimal olmadığından, yerel yönetimlerin yukarıda belirttiğimiz gibi Avrupa Konseyi standartlarına kavuşturulmaları ve genel olarak devlet sisteminin âdem-i merkezi şekilde örgütlendirilmesi üstünde odaklanılması daha makul görünmektedir.

sevtap yokuş

Prof. Dr. Sevtap Yokuş - Altınbaş Üniversitesi, Anayasa Hukukçusu

 

ANAYASA DEĞİŞİMİNDEN ÖNCE, BARIŞA DÖNÜK “YOL TEMİZLİĞİ” DENİLEBİLECEK YASAL ÖNLEMLER HAYATA GEÇİRİLMELİDİR

Türkiye’de anayasalara tarihsel süreç açısından bakıldığında, Cumhuriyet’ten bu yana bireylerin tek tipleştirilmesi politikasının izlendiği, başta anayasalar olmak üzere hukuksal kuralların da bu doğrultuda bir zemin oluşturduğu görülmektedir. Siyasal koşullarla birlikte yaratılan hukuksal düzen, giderek parçalanmış bir topluma neden olmuştur. Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana siyasal ortam, geliştirdiği tek tip, makbul vatandaş anlayışı nedeniyle dışta kalan kesimleri “ötekileştirmiş”tir. Bu yaklaşım biçimini, hukuksal düzen kurumsal hale getirmiştir. Bu anlamda 1961 Anayasası da birey özgürlüklerine verdiği ağırlığa, özgürlükçü içeriğine rağmen askerî vesayeti kurumsallaştırması bakımından aslında toplumsal parçalanmışlığa hizmet etme yönünde önemli bir rol oynamıştır. 

Askere dayalı bürokratik kast, bireyler düzeyinde de “modern” adlandırmayla makbul vatandaş tipini belirlemiş ve geliştirmiştir.  Makbul vatandaş, Türk, Sünni ve laik, Türkiye Cumhuriyeti’nin değerlerine ve Atatürk’ün belirlemiş olduğu ideolojiye bağlı vatandaş tipidir. Bu tipe uymayanlar, başta Kürtler, dinsel azınlıklar ve dinsel değerler çerçevesinde yaşamak isteyen vatandaşlar rejime tehdit olarak görülmüştür. 1982 Anayasası, tam da bu kesimlere karşı devletin korunması esası üzerine oturtulmuştur.  Bu doğrultuda neredeyse tüm yasaklar, “devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü” ile “laik Cumhuriyet” bağlamında geliştirilmiştir.

Avrupa Birliği’ne üyelik süreci zorlamalarıyla özgürlükler alanında 2001 ve 2004 değişiklikleriyle iyileştirilmeye çalışılan Anayasa, giderilemeyen yasakçı ve inkârcı içeriğiyle yürürlüktedir. Bununla birlikte bazı öncelikli değişiklikler, bugünün konusunu oluşturan barışa katkıda bulunacaktır.

Başlangıç; ilk şeklinde içeriğindeki “kutsal Türk devleti” ibaresi 1995 Anayasa değişiklikleri kapsamında çıkarılmışsa da buna dayalı özüyle ve toplumu ayrıştırıcı ruhuyla yürürlüktedir. Başlangıç, toplumsal barışı ve tüm toplum kesimlerini kapsayacak bir içerikte yeniden kaleme alınabilir.

 

ANADİLDE EĞİTİMİN GERÇEKLEŞMESİ İÇİN ANAYASA’NIN 42’NCİ MADDESİ YENİDEN KALEME ALINMALIDIR

 Anayasa, siyasal çatışma konusu olan etnik temelli vatandaşlık tanımından arınmalıdır. Anayasa’nın 66’ncı maddesi hükmü bu doğrultuda yeniden formüle edilmelidir.

 Anadilde eğitimin gerçekleşmesi olanağı yönünde Anayasa’nın 42’nci maddesi yeniden kaleme alınmalıdır.

 Yerel demokrasi olanaklarının öne çıkarılması, Türkiye’nin taraf olduğu Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’nın çekincelerden arınmış olarak uygulanmasının güvenceleri oluşturulmalıdır. Anayasa’nın 127’nci maddesi, Şart’a uygun olarak yeniden düzenlenmelidir. 

 Anayasa değişikliklerine gidilmeden önce barışa dönük olarak “yol temizliği” diye adlandırabileceğimiz, yasal birtakım önlemlere acil gereksinim bulunmaktadır. Bu düzenlemeler, Meclis’te nitelikli çoğunluk da gerektirmediği için çok kısa bir süre içinde barışa doğru ilk adımları oluşturabilir. Süreçte çalışan sivil toplum örgütlerinin ve bireylerin korunmasını sağlayacak yasal düzenlemeler sürece ivme katacaktır. Terörle Mücadele Kanunu, İnfaz Kanunu gibi sürece doğrudan etki edecek kanunların da bir an önce sürece hizmet edecek şekle kavuşturulması zorunludur.

 

Kaynak: perspektif.online



Uyarı! Yapmış olduğunuz yorumlar incelendikten sonra onaylanacaktır onaylandıktan sonra gözükecektir


YAZARLAR

Resimlere Tıklayarak Kitap Satın Alabilirsiniz

HABERLER