The Study Qur’an’ın Hazırlık Süreci

Prof. Dr. Seyyid Hüseyin Nasr, ehlibeytalimleri.com’da “The Study Qur’an’ın Hazırlık Süreci” başlıklı bir yazı kaleme aldı

The Study Qur’an’ın Hazırlık Süreci

Seyyid Hüseyin Nasr’ın yönlendirdiği dört ilim adamından müteşekkil bir ekip, Kur’ân’ın klasik İslâmî ilimlere dayanan ayet ayet tefsiriyle birlikte yeni bir İngilizce tercümesini ortaya koydu. Kitapta her sure o sureyi konu ve tarih bağlamına yerleştiren ve konu özeti sunan kısa bir girişle başlıyor. Yine uluslararası üne sahip on beş ilim adamının Kur’ân’ın nasıl okunması, anlaşılması gerektiğine ve İslâm medeniyetinin şekillendirilmesindeki rolüne dair yazdıkları makaleler de çalışmayı önemli kılıyor.

The Study Qur’an

 

Seyyid Hüseyin NASR:

 

‘The Study Qur’an’ın yayınlanması Kur’ân çalışmalarında bir dönüm noktası olarak karşılandı. Seyyid Hüseyin Nasr’ın yönlendirdiği dört ilim adamından müteşekkil bir ekip, Kur’ân’ın klasik İslâmî ilimlere dayanan ayet ayet tefsiriyle birlikte yeni bir İngilizce tercümesini ortaya koydu. Kitapta her sure o sureyi konu ve tarih bağlamına yerleştiren ve konu özeti sunan kısa bir girişle başlıyor. Yine uluslararası üne sahip on beş ilim adamının Kur’ân’ın nasıl okunması, anlaşılması gerektiğine ve İslâm medeniyetinin şekillendirilmesindeki rolüne dair yazdıkları makaleler de ‘The Study Qur’an’ın kullanışlılığını artırıyor. Haritalar, tarihi vakıaların kronolojisi, etraflıca hazırlanmış indeksler, biyografik notlar ve rivayetlerin indeksi de İngilizce okurunun önüne klasik ilimlerin büyük bir kısmını sunan diğer önemli özellikler. Seyyid Hüseyin Nasr bu mülakatta projenin nasıl tasarlandığına ve on yıllık bir süreç zarfında nasıl hayata geçirildiğine ışık tutuyor; sosyal medyada ortaya çıkan kimi eleştirilere yanıt verip bu eserin Kur’ân üzerine yapılan akademik çalışmalar için ne gibi bir önem taşıdığından bahsediyor. (Journal of Islamic Sciences)

 

The Study Qur’an projesi nasıl tasarlandı, bu tasarı kim tarafından ne zaman yapıldı?

Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla… Benim de yayıncım olan Harper geçtiğimiz yirmi yıl zarfında Study Bible ve Study Torah kitaplarını neşretti. Bu iki eser de oldukça başarılı oldu ve sadece üniversitelerde öğrenciler tarafından değil; kiliselerde, sinangoglarda vs. de kullanıldı. Yayınevinden on bir sene önce benimle iletişim kurdular ve Study Qur’an kitabını daha önce yayınlanmış olan iki eser biçiminde hazırlamak ister miyim diye sordular. Çalışmanın baş editörü olmamı istediler. Bunun hem Batı akademisindeki İslâmî çalışmalar için hem de İngilizce konuşan dünyada yaşayan İslâm toplumu için oldukça önem taşıyacağını biliyordum fakat onlara bir müfessir olmadığımı söyledim. Tamam, genelde İslâm hakkında, İslâm felsefesi, İslâmî bilim hakkında yazmıştım ama bizatihi bir Kur’âni çalışmalar uzmanı değildim. Bu sebeple de bu teklifi geri çevirdim. Fakat eve gittiğimde vicdan azabı çekmeye başladım. “Allah ahiret gününde bana ne diyecek” diye sordum kendime. “Benim Kitabımı bıraktı, onunla ilgili bir görevi üstlenmedi” diyecekti! Hayli mutsuz hissettim.

 

Çalışma Sürecinin Planlanması

Sonraki gün tekrar aradılar ve görevi almazsam bu kitabın belki de hiç yazılmayacağını ve bu fikrin ardına düşmeye devam etmeyeceklerini söylediler. Böylelikle bu da bu görevi üstlenmem için ikinci bir teşvik oldu. Yine onlara bu iş için davet edebilecekleri birçok yetkin tefsir âlimi olduğunu söyledim ama onlar bunu reddedip eğer ben devralmazsam bu projeye girişmeyeceklerini söylediler.

Ardımızda bıraktığımız elli yıl boyunca elli ya da altmış kitapla birlikte yüzlerce makaleyi yazmış ve düzenlemiştim, fakat yine de haddi zatında bir tefsir âlimi değildim. Bunu söylüyorum fakat şunu da eklemem gerekir ki yazdığım her ne varsa bunlar bir şekilde Kur’ân’la ilişkili ve esasında İslâmî olan her şey Kur’ân’la ilişkilidir. İslâmî ilim ve felsefe ya da tasavvuf ve zühd hakkında yazdığım her şeyin kökü Kur’ân’daydı. Fakat İslâm: İdealler ve Gerçekler ile İslâm’ın Kalbi gibi bazı kitaplarım hariç Kur’ân üzerine hiç yazmamıştım ve tefsir âlimi değildim. Beni böyle bir görevi yüklenmeye layık kılması için dualar ederek Allah’tan yardım diledim ve oldukça mütereddit bir biçimde projeyi kabul ettim.

Bu işi nasıl yürüteceğim üzerine tefekkür etmeye başladım. Kayıtlara geçmesi için söylemem gerekir ki Harper’a sunduğum bir şart Study Qur’an’ın sadece Müslümanlar tarafından yapılacak olmasıydı. Ortada tefsir uzmanı olduğunu iddia eden birçok Batılı ilim adamı var fakat onların çalışmaları “İslâmî” Kur’ân’ı temsil etmiyor. Çünkü çoğu Kur’ân’ın Allah’ın kelamı olarak gerçekliğini kabul etmiyor ve Kur’ân’a İslâmî bir pencereden bakmıyor. Bunu Harper’dakilere söylediğimde biraz şoka uğrayıp “Ama burası Batı” dediler. “Biz özgür bir bilim geleneğine sahibiz”. Ben bu durumda “Olmaz; Study Bible’ın yazarları arasında ne Müslüman ne de Yahudi ismi gördüm, ya da Study Torah’nın yazarları arasında ne Müslüman ne de Hıristiyan ismi gördüm ve buna oldukça saygı duydum” dedim. “Study Qur’an da sadece Müslümanlar tarafından yazılmalıdır, baş editör olarak yazarları İslâmî ilimler arasından seçeceğim ve siz de bunu benim seçimime bırakacaksınız” dedim. Onlar da bu teklifimi kabul ettiler. Bu oldukça önemli bir adımdı. Bunun akabinde ben de editör kurulunun yapısı üzerinde düşünmeye başladım. Tüm bunların ortasında da açık kalp ameliyatı geçirdim ve devamında hayatta kalıp kalmayacağımı bilmiyordum.

Anesteziden önce şehadet getirdim ve hayatımı kaybedersem projeyi idame ettirmesi için Allah’a dualar ettim. Elhamdülillah sağlığıma kavuştum, sonra da proje başladı. Hepsi de Amerika’da doğmuş, oldukça yetenekli İslâmî ilimler uzmanı, genç, yıllar boyunca çeşitli şekillerde öğrencim olmuş, Arapçaya hâkim olan; birisi doktorasını Yale’den diğer ikisi Princeton’dan almış olan üç tane editör seçtim. Yani her üçü de Batı ilmi geleneğine göre akademik eğitime ve en yüksek düzeyde Arapçaya sahipti. Üçü de Müslüman’dı. Bir tanesi Müslüman olarak doğmuş diğer ikisi de ihtida etmişti ve üçü de oldukça bilgili olmalarının yanında oldukça müttakî Müslümanlardı. Böylelikle dört kişiden oluşan bir ekip oluşturduk ve çalışma başladı.

 

Tefsirin Mahiyeti ve Yöntemi

Study Qu’ran’ın genel yapısı Study Torah ve Study Bible ile aynı yolu mu izleyecekti? Yani söylemek istediğim, bu kitap da açıklayıcı notlar ve makalelerle birlikte ayet ayet tefsir olarak mı tasarlanmıştı?

Aynen öyle. Kur’ân’ın tümünün ayet ayet tefsiriydi.

Bu sizin düşünceniz miydi, yoksa yayıncı tarafından seçilmiş bir yol muydu?

Hayır, yayıncının aklında ne vardı bilmiyorum. Bu konu hakkında benimle hiç konuşmadılar. Belki onların da aklında bu vardı, bilmiyorum. Fakat bu yolu seçmek benim kendi düşüncemdi.

Kaynakların yani The Study Qur’an’ın başında listelenmiş geniş bir yüzyıl ve coğrafi bölgeler yelpazesini temsil eden kırk bir ana tefsirin seçilişi hakkında da bir şeyler söyleyebilir misiniz? Şii ve Sünni kaynakları hâvi olmak ve temsil etmek dışında herhangi bir özel durumu göz önünde bulundurdunuz mu?

Bu oldukça güzel bir soru. Arkadaşlarla kullandığımız ve bu ölçü çerçevesinde tefsirleri seçtiğimiz asli ölçüyü anlatayım. Evvela Harper’dakilere ve diğerlerine dedim ki tamam bu kitap günümüzde yapılmış bir çalışma olacak ama geleneksel İslâm’ı temsil edecek. Bu sebeple hem modernist hem de fundamentalist tefsirleri dışarıda tutması lazım. Bu sebeple ne Seyyid Ahmed Han ya da Mevdudi gibi figürleri ne de Muhammed Abduh gibilerini içerecekti. İşin aslı, 19. yüzyıl sonu meşhur müfessirlerinin ekseriyeti geleneksel ekol içinde değildir.

Evet, mümkün olduğu kadar kapsayıcı olmak istedik. İslâm medeniyetinde geleneksel olarak önemli olduğu düşünülen tefsir kategorilerini yani lügavî, tarihî, nahvî tefsirleri ve kelam, fıkıh, felsefe, tasavvuf (irfan) ve diğer kategorileri ele alan tefsirleri göz önünde bulundurmaya çalıştık. Bu kriterleri göz önünde bulundurmak suretiyle yüzyıllar boyunca ilmî ve dinî Kur’ân çalışmalarının temelini oluşturan en önemli ve temel teşkil eden kırk kadar tefsiri seçtik. Mesele belli bir dönem meselesi de değildi; nitekim sadece İslâm ortaçağının tefsirlerini değil aynı zamanda belki de 20. yüzyılda yazılmış tefsirlerin en önemlisi olan Allame Seyyid Muhammed Hüseyin el-Tabatabai’nin el-Mizan tefsirini de dâhil ettik.

Mümkün olduğu kadar kapsayıcı olmaya çaba gösterdik ve bu muhtelif tefsirlere başvurduk ama elbette her ayette elimizdeki tüm tefsirlere bakmak zorunda da değildik. Örnek vermek gerekirse mesela hukukî meselelerle ilgilenen ayetler vardır. Miras hükümleri gibi fıkhî ayetler için tasavvufî tefsirlere bakmak zorunda değildik. Yani ayete bağlı olarak uygun tefsirlere başvurduk. Bazı ayetlerin farklı tefsirler gerektirdiğini biliyorduk. Bu gibi durumlarda daha fazla tefsire başvurduk ve geleneksel tefsirler içinde mümkün olan en geniş aralığı dâhil ettik.

Burada iki soru ortaya çıkıyor. Bir tanesi çalışmanın geneline dair. Sizin “Giriş” bölümünde zikrettiğiniz gibi çalışma editörler arasında bölüştürülmüş; yani çeviriler ve tefsirler farklı kişiler tarafından yazılmış. Bu tek ciltlik çalışmada uyumlu bir sonuç nasıl elde edildi? İkinci olarak da dört farklı kişi tarafından yazılmış olmasına rağmen nasıl uyumlu bir görüntü verebildiniz?

Çalışma dört farklı yazar tarafından ortaya konulmuş olmasına rağmen yamasızdır, bütünleşiktir ve içinde “yırtık yer” bulamazsınız. Bu veçheden Kral James İncil’ine benzer. Bu örnekle başlayayım. Aklımda bu örnek var çünkü İngilizcede çok ünlüdür. İncil’in Kral James versiyonu İncil’in İngilizcedeki en güzel çevirisidir. Çoğu kişi İngiliz belagatinin zirve yaptığı Elizabeth devrinde Shakespeare’in eserlerinden sonraki en önemli edebi eserin Kral James İncili olduğunu düşünür. Halk çevirmenlerin kim olduğunu bilmez ama onların beraber çalışmış bir ekip olduklarının farkındadır.

Çeviri fevkalade bir bütünlük sergiler. Yuhanna’yı mı okuyorsunuz Matta’yı mı fark etmez, şurası A. Bey tarafından burası B. Hanımefendi tarafından çevrilmiş diyeceğiniz bölümleri olan normal derleme kitaplar gibi değildir ve ortada farklı çevirmenler olduğunu söyleyemezsiniz. Kısacası yaptıklarım üç şeyden müteşekkildi. En önemlisi, farklı eğilimlere sahip olmaları bir yana hepsi farklı dünya görüşlerine sahip olan çok editörlü kitapların aksine benim bu iş için seçtiğim editörler sadece zihnen benimle birlikte aynı âlemden olan öğrencilerim değildiler, aynı zamanda manevi olarak da bana yakındılar ve aynı manevi alemi paylaşıyorlardı. Yani aramızda dikkate değer bir bütünlük mevcuttu, fakat aramızdaki bu bütünlüğe rağmen çoğu zaman aramızda çeşitli ayetlere ve hatta harflere dair ihtilaflar oluyordu ve işin aslı bu gibi durumlarda nihai söz bana aitti. Onlar bana geliyorlardı ve son sözü ben söylüyordum. Bu bütünlüğü sağlamamıza yardımcı olan üçüncü etmen de bu çeviriye başlamadan önce Kur’ân’daki dört yüz kadar ıstılahın çevirisini elden geçirmiş olmamızdı. Farklı editörlerin bu ıstılahların nasıl çevrileceğine dair kendi düşünceleri vardı. Biz bu terimleri elden geçirdik ve bu terimlerin çevirisini beraberce tamamladık. Yine nihai sorumluluk benim omuzlarımdaydı fakat onlar arasında uzlaşı ve uyumu sağlamaya çalıştım. Anlaşamadıklarında ise dediğim dedik olmalıydım, şakayla karışık bu işin hem demokrasi hem de diktatörlük temelinde yapılacağını söylemiştim! Baş editör olarak bazı zamanlarda isteğimi dikte etmek durumundaydım fakat yine de sayısız istişarede bulunduk. Mesela takva kelimesini nasıl tercüme edeceğimiz üzerine günlerce tartışmıştık. Bu gibi anahtar kelimeleri (ve onların yanında aynı kökten olmaları hasebiyle ilişkili olan kelimeleri) belirledikten sonra ortak bir kelime havuzumuz oluşmuştu.

Yani bütünlüğü sağlamada üç ana yolumuz vardı. Müzakeremizde bu bahsi bitirmek için eklemem gerekir ki üç editöre de Kur’ân’ın belirli bölümleri verildi ve kimin hangi bölümü hazırladığına dair detaylar çalışmada bulunabilir; işler gecikeceği için sona doğru kadroya kattığım dördüncü editör Muhammed Rustom de çok çalıştı ve projenin son yıllarında son surelerde yardımcı oldu. Her kişi müstakil bir sureyi tercüme edip o bölümü yorumlayan diğerlerine gönderiyordu, nihai halinin hazır olduğunu düşündüklerinde de bana gönderiyorlardı ve ben de üzerinden geçip gerekli olduğunu düşündüğüm nihai düzeltmeleri yapıyordum. Eğer anlaşamazlarsa da tercümeyi nihayete erdirmek için benim görüşüm gerekiyordu. Görüş farklılıkları olması durumunda, özellikle de bunlar hassas bölümlerdeyse araya girmek durumundaydım. Yani ilmi görüşlerden bir git-gel hattı kurduk. İnsan olmamız dolayısıyla aramızda bazen çatışmalar çıktı ve bu akademik çatışmalar ekseriyetle kişisel çatışmalara dönüştü ama bu en aza indirdiğimiz bir durumdu. Elhamdülillah bu süreçten yarasız beresiz çıktık ve tüm editörler iyi arkadaşlar olarak kaldılar.

Elhamdülillah! Hem tefsir hem de tercüme işinde de süreç böyle mi işledi?

Aynen ikisinde de. Tefsir çeşitli önerilerde bulunan editörlere gönderilirdi ama tefsirle ilgili olarak şöyle bir husus var ki tefsirde daha az öneri olurdu çünkü teknik bir işti ve bir kişi tüm farklı tefsirler üzerine çalışıyordu. Ama yine de bazen belirli ayetlerin tefsiri üzerinde ihtilaf olurdu. Yine bu durumda da tefsir bana gönderilirdi ve son söz bana aitti.

Mülakatımızın başında oldukça önemli bir noktadan, Allâh Subhanehu ve Teâlâ’nın Kitab’ı karşısında tevazudan ve kâmil olmadığımız hissinden bahsettiniz. Kitab’ı tefsir eden en büyük müfessirlerin bile hissettiği duygular bunlar. Yayıncılara bizzat bir Kur’ân uzmanı olmadığınızı yani Kur’ân ilimleri alanında eğitilmediğinizi söylediğinizi ve projeyi üstlenmekte mütereddit olduğunuzu belirtmiştiniz. Bu bağlamda The Study Qur’an hakkında sosyal medyada çıkan kimi eleştirilere ne anlam vermeliyiz? Örnek vermek gerekirse birçok hatalı fıkhî ibare kullanılmış. Özellikle de 5. sayfada görülen namazda besmelenin nasıl okunması gerektiğine dair farklı mezheplerin görüşlerine dair yazılanların yanında Şafi ve Hanbeli mezheplerine göre umrenin farz/vacip kabul edilmesine rağmen Bakara Suresi’nin 158. ayetinin tefsirinde “umre haccın kısaltılmış hali olan nafile bir ibadettir” şeklindeki beyan…

Aslında biz yapılan tüm eleştirileri topluyoruz. Çok azlar ama yine de topluyoruz. Yeni edisyon çıkacağı zaman da editörlerimle konuşacağım. Elbette birkaç baskı hatası da var, 2000 sayfalık bir kitap için oldukça dikkat çekici bir durum.

 

Kur’ân Mesajının Evrenselliği

Bu kitap ne Oryantalizm ile ne de gayr-i İslâmî materyallerle bezenmemiş ve İslâmî kaynakları İngilizcede ilmi bir biçimde ortaya koyan ilk çalışma. Bu bakımdan The Study Qur’an oldukça önemli bir proje. Bununla beraber sosyal medyada The Study Qur’an’ın belirli konuları nasıl ele aldığına dair oldukça hassas iki mesele var. Birincisi içinde Kur’ân’ın Yahudiler ve Hıristiyanlar hakkındaki hükümlerini sümen altı etmeye yönelik bilinçli bir çaba olduğu eleştirisi…

Öncelikle elbette çalışmamıza yönelik böyle bir eleştirinin mevcudiyetinin farkındaydık. Bununla beraber The Study Qur’an’da Kur’ân mesajının evrenselliğini vurgulamaya ve aslında tüm insanlığa seslenen o ayetlerin tam anlamını ortaya çıkarmaya çalıştık. Kendi yorumumuzda/tefsirimizde İslâm bizim için Allah’a teslim olmaktı ve Müslümanlar da kendilerini Allah’a teslim edenlerdi. Bu, kelimenin Kur’ân’da geçtiği haliyle en geniş halidir. Bu sebeple Kur’ân’da Müslüman kelimesi hem Hz. İsa’yı (a.s.) hem de Hz İbrahim’i (s.a.) ihtiva etmektedir ama İngiliz dilinde bugün onlar Müslüman olarak isimlendirilmezler. Çünkü insanlar İslâm’ın milattan sonra 7. yüzyılda başlayan bir din olduğunu düşünüyor. Fakat Müslüman Kur’ân’da sadece bu anlamla kullanılmamıştır. Yani bu tarz eleştirilerin oldukça farkındayız. Aslında bu Kur’ân tefsirinin en önemli özelliklerinden biri de Kur’ân’ın evrensel yönünün, Kur’ân’ın dünyadaki diğer kutsal metinler arasında ne kadar da evrensel olduğunun vurgulanmasıdır.

Fakat hakikati tahrif etmek ve savaşlarla dini zıtlıklardan bahseden ayetleri anmamak da doğru değildir. Aslında böyle ayetler sayıca Kitab-ı Mukaddes’te daha fazladır Kur’ân’a göre! Biz kutsal bir metnin bütünlüğünü, bugün dünyamız baskı ve zulüm tarafından tahakküm altına alınmışken, insanların çoğu dindeki savaş ve şiddete referans vermeye karşı olduğu için bozamayız. Savaşlar, çatışmalar ve şiddet insan hayatının bir parçasıdır. Yani her kutsal metin bu gerçekliklere cevap vermek durumundadır, bunlardan bahsetmeli ve bunları ele almalıdır. Bu sebeple bizler bittabi savunmacı değildik ama Kur’ân’ın öne çıkardığı affetmenin, muhabbetin ve bağışlayıcılığın büyük önemini, merkeziliğini ve bir anlamda tüm insanlığa seslenen mesajının evrenselliğini göstermeye çalıştık. Birçok ayet İslâm’ı evrensel bir anlamda kullanır ve sadece Hz Muhammed’in (s.) müstakil ashabına işaret etmez. Bu ayetler dini bu biçimde ele alır ve biz de Müslümanları hassaten Peygamber’in ümmeti olarak ele alan ayetleri de ister barış isterse de savaş hakkında olsunlar bütünüyle ele alırken bu hakikati gözler önüne sermeye çalıştık. Bu kitap, bir bakıma gazetelerde, maalesef hakikaten de savaş alanında cari olan ve herkesi düşman olarak gören İslâm’ın dışlayıcı biçimlerinin tam da karşısındadır.

 

Müslümanlar ve Ehl-i Kitab

Çıktığından beri The Study Qur’an’a yöneltilen ikinci önemli eleştiri de çoğunlukçu necat düşüncesine yönelikti. Burada eser klasik anlayıştan uzaklaşmaktaydı ve bir yorumcunun ifadesiyle “böyle bir necat anlayışını Kur’ân’ın bütün bir okuması içinde savunmak zordur ve ‘Muhammed’in nefsi yed’i kudretinde olana and olsun ki Yahudi ve Hıristiyanlardan beni duyup da benimle gönderilene inanmadan ölenler cehennem ehli olacaktır’ gibi açık rivayetleri içeren daha uyumsuz hadis geleneğini de dikkate aldığımızda bu kesinlikle imkânsız hale gelir.” Kitabî gelenekleri reddeden ayetlerin sayısı az değildir; Bakara, Âl-i İmran, Nisa ve Maide surelerinin geniş pasajlarını içererek Kur’ân’ın büyük surelerini teşkil ederler. Ehl-i Kitab’ın teolojisine, dini otoritelerine, kutsal metinde yaptıkları tahrifatlara yönelik eleştiriler içerir ve Ehl-i Kitab’dan Kur’ân’ın ve Peygamber’in (s.) mesajına teslim olmalarını ister. Onları içerecek bir necat düşüncesini ileri sürmek, gösterildiği şekilde sünneti dışlayıp sadece Kur’ân’a yaslanmayı; Ehl-i Kitab’dan bahseden ayetlerin çoğunluğunun Bakara suresinin 62. ayetine tabi kılınmasını; ilmi geleneğin yok sayılmasını ve delillendirilmemiş bir tarihselleştirmeyi gerektirmektedir. Bu gibi bir netice gayet icmâdan ayrılmak ve geleneğe sadakatsizlik olarak ifade edilebilir.

Söyledikleriniz tüm geleneksel müfessirlerin değil de sadece bazılarının düşüncesidir. Bizim yorumlamalarımız hala tamamen geleneksel Kur’ân tefsir geleneğine dâhildir. Mesela ortada bir nesih meselesi vardır. Eğer Hıristiyanlık ve Yahudilik neshedilmiş ise İslâm Hukuku Müslümanların Yahudi ve Hıristiyanların canlarını korumasını neden emretmektedir? Tüm bunlar sadece iyi niyetten dolayı mı? Bu hatalı bir yorumlamadır. Bu insanlar İslâm’dan önce Arabistan’da yaşamakta olan ve kendilerine sunulan seçim İslâm’a inanmak ya da savaşmak olan Cahiliye ehli gibi değildir. Hakikat şu ki İslâmî öğretilere göre kiliseler korunacaktır, sinagoglar korunacaktır. Bu şu manaya gelir ki Allah bu dinlerin takipçilerinin İslâm dini altında korunmasını istemektedir. Kur’ân’da Hıristiyanlara, Yahudilere ve Müslümanlara beraberce seslenen birçok ayet vardır. Şimdi sen burada bu dinler mensuhtur dersen yani onlar artık Allah’ın rahmetine giden bir yol değildir ve onları takip ederek insanlar artık cennete gidemez dersen Kur’ân’ın yarısı çarpıtılmış olur ve biz de Müslümanlar ehl-i kitabı koruyacak ki onlar cehenneme gidebilsin gibi canavarca bir düşünce ile kalakalırız.

Geleneksel ulemanın bu meseleyi soruş biçimi biraz farklı… Onlar bunu kişisel tercih seviyesine koyuyorlar. Klasik akide kitapları şu soruları sorar: Kişi Kur’ân’ın mesajını ne zaman sağlıklı bir biçimde almıştır; kişi Ehl-i Kitab’dan mıdır değil midir; kişinin bu mesaj karşısındaki kişisel görevi nedir? Bu tüm hususlar mezheplerce geniş bir biçimde ele alınmıştır. Bu anlamda mesele hukukî tabiattadır, tüm mezheplerde ele alınmış olan şer’i bir meseledir.

Fakat İslâm’ı tanıdıktan sonra Ehl-i Kitab’ın kendi dinini reddetme gerekliliği bazı fakihler tarafından kabul edilmemiştir. Yani bu görüşün oldukça karşısında olan Sufiler bir tarafa, birçok fakih tarafından reddedilmiştir. Mesela Mısır’da nüfusun %10’u Kıpti’dir ve orada yaşamış olan bir birçok Şafi âlimi onların İslâm orada olduğu için İslâm’ı bilen ama onu kabul etmeyen bu sebeple de cehennem ehli olan ya da savaşılması ve yok edilmesi gereken insanlar olduğunu söylememiştir ve söylememektedir. Hayır! Onların kiliseleri korunmuştur. Daha yakın bir vakte kadar Mısır’daki Kıpti kiliselerine saldırmakta olan fundamentalist Mısırlıların argümanlarından biri tam da sizin az önce sunduğunuz ve bir yanlış anlaşılma olup birçok Ezherli âlim tarafından karşı çıkılan argümandır. Yani bu oldukça hassas bir meseledir. Bu görüşü, tüm dinlerin hâkim oldukları zaman sahip oldukları, kendilerinin tek doğru din olduğu iddiasını anlıyorum. Eski günlerde Avrupa’nın çoğu yerinde insanlar, bulundukları yerlerde her zaman toplumsal olmasa da genellikle teolojik olarak göz ardı edilen, bazı takipçileri olan dinler olsa da sadece kendi dinlerini biliyorlardı. Bu durum şimdi bizim yaşadığımızdan farklıdır. İslâm diğer dinlerin sahih olarak kabul edilmesinin kapısını açmıştır. Geçmişte fakihlerin çoğu bu meseleyi ele almak zorunda olmasa da Endülüs ve Hindistan gibi kimi yerlerdeki ulemanın çoğu bunları ele almak durumunda kalmıştır.

Öncelikle çeşitli dinlerin inananlarının daimi iletişimiyle birlikte ilahi merhamet ve adalete hala inanarak bu tür bir dışlamayı modern dünyada devam ettirmek mümkün değildir. İkinci olarak mazinin ulemasının çoğu bizim bugün yüzleşmemiz gerekeni ele almak durumunda değildi. Bu tıpkı niyetleri oyun ve eğlenceyi yasaklamakken müziği tamamen kötülemelerine benzer. Böylelikle onlar müziği yasaklamak için tam yetki bahşeden görüşü ortaya koymuşlardır. Aynı şey daha önce kitap verilmiş dinlerin neshedilmesine yönelik olarak da yaşanmıştır. Fakat bu her zaman böyle olmamıştır. Mesela İstanbul’da büyük bir Hıristiyan ve Yahudi cemaati olan Osmanlı İmparatorluğu’nda hakları verilmiştir; kendi cemaatlerinden vergi toplama ve kendi dinlerini vazetme yetkileri bile vardır; kendi okullarına, sinagoglarına ve kiliselerine sahiptirler. Bu gibi örneklerimiz Atatürk’ün iktidara gelmesine ve hatta daha sonrasında laikliğin Türkiye’de yükselmesine kadar bizde vardı.

Mesele şahısların ve ibadet mekânlarının korunmasına yönelik değil, elbette onlar korunmuştur. Mesele İslâm’dan önce gelmiş olan dinlerin hukuki statüsüne ve bunun neticesi olarak bu dinlerin İslâm’ın mesajı kendisine ulaşmış bir kişiyi kurtuluşa/necata götürüp götürmediğine dairdir.

Bu burada ele almayacağım uzun bir argümandır. Neyse, benim görüşüm bilinir. “Allah’ın indinde hak din İslâm’dır” ayetindeki İslâm’ın “Allah’a teslim olmak” anlamına geldiğine inananlarla beraberim. Kim Allah’a teslim olur ve vahyedilmiş bir dini takip ederse Allah onu kabul edecektir. Kur’ân’da bu görüşü doğrulayan birçok ayet vardır.

 

Çalışmanın Akademik Çalışmalara Muhtemel Etkisi

Son sorulardayız. The Study Qur’an’ın genelde İslâm’a ve özelde de Kur’ân’a yönelik akademik yaklaşımlara nasıl bir etkisinin olacağını düşünüyorsunuz? Ayrıca The Study Qur’an’ı başka dillere tercüme etmeye yönelik planlar var mı?

The Study Qur’an’ın Kur’ân çalışmalarına etkisi büyük olacak bence. Birçok uzman bunun hakkında konuşuyor bile. Batı’daki Oryantalist yapı Müslümanlar tarafından en yüksek ilmi standartlarda yazılmış olan The Study Qur’an’ın çıkmış olmasından muhtemelen mutlu değildir. Bu kitabı sırf ilmi bir bakış açısından eleştiremeyecekler ve tekellerini yitirecekler. Aslında tekellerini yitirdiler bile. Uzun süreli bir etkisi olacak. The Study Qu’ran birçok üniversite dersi için tahsis edildi bile. Amerika’daki bir düzine üniversitenin profesörü beni arayıp çalışmayı dersleri için istettiklerini söyledi. Eminim ki büyük bir etkisi olacak, şüphe yok.

Tercümeye gelince bu gibi kitapları genelde ilk olarak çeviren halklar olan Türkler ve İranlılar kitapla ilgilendiler ve yayıncıyla temasa geçtiler bile. Bu tercümeler yayınlanacak, ayrıca yayıncım şimdi Fransızca ve iki diğer Avrupa diline yapılacak çeviriden de bahsediyor. Afrika’nın Fransızca konuşan Müslüman kısımlarından dolayı kitabın Fransızcada yayınlanmasını diğer Avrupa dillerinde yayınlanmasından daha çok arzuluyorum. Senegal’i, Fildişi Sahili’ni, Batı Afrika’daki benzer yerleri, Cezayir, Tunus ve Fas’ı düşünüyorum; oldukça geniş bir coğrafya. Yani Fransızca tercüme oldukça iyi olacak. Ama eminim ki er ya da geç büyük Avrupa dilleri olan Almanca ve İspanyolcada da yayınlanacak. Belki diğer Avrupa dilleriyle veya Bahasa dili gibi İslâmî dillerde de yayınlanacak. Kitabı Çinceye çevirmek isteyen Çinli Müslüman uzmanlar bile var.

 

Kaynak:

Seyyid Hüseyin Nasr ile yapılan bu mülakat 2015 kışında Islamic Sciences’da yayınlanmıştır. (Vol. 13 (Winter 2015) No. 2)

 

Kaynak: Farklı Bakış