Reklam Görüntülerine Tıklayarak Kitap Siparişi Verebilirsiniz

“Sultan Allah’ın gölgesidir” rivayetinin düşündürdükleri

Mustafa Çağrıcı, Gazze konusunda cidden bir eylemde bulunamayan Müslüman toplumların ve aynı zamanda devletlerin durumundan hareketle “sultanın,Allah’ın yeryüzündeki gölgesi” fikrini eleştirel bir şekilde değerlendiriyor.

“Sultan Allah’ın gölgesidir” rivayetinin düşündürdükleri

İletişim, ulaşım, ekonomi gibi alanlarda global köy haline gelen dünyamızda artık bu köyün her köşesinde olup bitenlerden haberimiz oluyor. Dünyadaki zenginlik-yoksulluk/açlık çelişkisini de, güçlülerin azgınlığını, kural ve vicdan tanımazlığını da biliyoruz. Güçleriyle birlikte onurlarını da kaybetmişlerin güçlüler karşısında nasıl küçüldüklerini de görüyoruz.

Küçülüp aşağılanan sadece güçsüzlerin yöneticileri değil; halklarının da zavallılaştığını görüyoruz. İsrail’in Gazze’de uyguladığı soykırım, bu gerçeği bir kez daha yüzümüze çarptı. Müslüman çoğunluğa sahip ülkelerde bugüne kadar –bazısı devlet güdümünde birkaç cılız hareket dışında- ciddi kitlesel bir protesto olmamış, Müslüman sokaklar sessiz kalmıştır. Önemli protestolar Batı’daki seküler insan hakları gruplarından ve sivil kesimlerden gelmiştir.

öylesi büyük iç ve dış sorunlar karşısında Müslüman toplumlar neden tepkisiz?

Bunun tarihten gelen birçok sebebi var. Bunların başında da –‘sözde hadisler’e dayandırılan- devletin ve devlet başkanının (halife/imam/sultan/padişah) aşkın ve dokunulmaz varlık olduğu telakkisi geliyor. Bu maksatla devlet başkanı için kullanılan sıfatlardan biri de “zıllullâh” (Allah’ın gölgesi) tabiridir.

Ulaşabildiğim kadarıyla hükümdarlar için “Allah’ın gölgesi” sıfatını Hz. Peygamber’in hadisi olarak ilk kaydeden kişi, Hz. Peygamber’den 235 yıl sonra vefat eden İbn Zenceveyh olmuştur (Kitâbu’l-Emvâl, Riyad 1986, s. 77). Bundan sonraki eserlerde “Sultan Allah’ın yeryüzündeki gölgesidir” cümlesiyle başlayan rivayetlerin hükümdarlar hakkında kullanımı yaygın ve sürekli hâle gelmiştir.

Böylesi nedenlerle hâlâ birçok Müslüman ülkede hükümdarlar toplumlarını hem kanun koyucusu hem yargıç hem gardiyan olarak yönetirler. Toplum çoğunluğu da buna razı olmuştur. Gerçi bu rivayet zayıf veya uydurma diyen âlimler olmuştur. Fakat Belâzürî (ö. 279/893), Ebû Nuaym, Mâverdî, Gazzâlî, Zemahşerî, İbn Asâkir, Fahreddin er-Râzî, Muhyiddîn İbnu’l-Arabî, İbn Teymiyye, Zehebî, İbn Hacer, Suyûtî, İsmail Hakkı Bursevî, Ahmed Mustafa el-Merâğî (ö.1952) gibi en ünlü âlimler anılan rivayeti eserlerine almışlardır. Bilhassa mutasavvıfların “Sultan Allah’ın gölgesidir” rivayetine atfettikleri önem, yöneticinin kutsallığı fikrinin halkın zihnine yerleşmesinde son derece etkili olmuştur.

Mesela “Şeyh-i Ekber (en büyük şeyh)” diye de anılan İbn Arabî, baş eseri el-Futûḥâtu’l-Mekkiyye’de (Beyrut, ts., I, 211) şöyle der: “Sultan Allah’ın yeryüzündeki gölgesidir. Çünkü dünya âleminde tecelli eden ilâhî isimlerin bütün suretleri sultanın zuhuruyla açığa çıkar.”

Osmanlı’nın meşhur mutasavvıf müfessiri İsmail Hakkı Bursevî’nin aşağıdaki ifadesi, Batılıların endüstri devrimini başlattığı 18. yüzyılda iki dünya arasındaki zihniyet farkını yansıtır. Bursevî’nin Tâhâ 20/24-30 ayetleri üzerine yaptığı yorumlar arasında şu ifade de yer alır: “Sultan Allah’ın yeryüzündeki gölgesidir. O, ilâhî hakikatin bütününün görüntüsü olarak görünür oldu. Sultan âlemin merkez kutbudur…” (Rûḥu’l-Beyân, Beyrut, ts., V, 381).

Muhammed Abid el-Câbirî’nin el-Aklu’l-Ahlâḳî el-Arabî adlı kitabında defalarca anlattığı gibi, devleti ve devletin başını kutsallaştıran “sultânî ahlâk” telakkisi Fars (İran) kültüründen gelmiştir.

Kutsal devlet/yönetici anlayışının güçlenmesinde Ehl-i hadis’in cebirci ve kaderci (özgürlük karşıtı) görüşlerinin de güçlü etkisi olmuştur. Emevî sultanları despotik yönetimleriyle uyuştuğu için bu görüşleri hararetle desteklemişlerdir. Mesela Emevî sultanlarından Velîd b. Abdülmelik, Ehl-i hadis’in bu kader anlayışından aldığı cesaretle şöyle diyebiliyordu:

“Kim bizim aleyhimizde içinden düşündüğünü dışa vurursa iki gözünü taşıyan şeyi (kellesini) uçururuz!” (Taberî, Târîh, Beyrut 1967, VI, 423).

***

Sonuç olarak kendi mahalleme konuşacak olursam, tamamen sivil ve bağımsız düşünüp davranmaları gereken entelektüel dindarların, din konusunda toplumu bilgilendiren biz ilâhiyatçıların, Diyanet mensuplarının ve özellikle genç kuşakların şu gibi soruları sormalarının ve cevaplarını bulup bu yönde çalışmalarının sadece insanî ve ahlâkî değil, dinî görevleri de olduğu kanaatindeyim:

Vicdanlarda Allah inancının ve adanmışlığın kaybını nasıl önleyebiliriz? Mezhepsel ve ulusal sınırların içindeki ve ötesindeki Müslümanlarla diyaloğu nasıl zenginleştirebiliriz? Eğitimi ve iletişimi demagoji, hamaset, önyargı, dalkavukluk gibi sahteciliklerden arındırarak doğru ve hayırlı bilgi istikametinde nasıl geliştirebiliriz? İnsanları yerinden yurdundan eden baskıcı ve çıkarcı yönetimlerle nasıl mücadele edebilir, zulüm gören din ve insan kardeşlerimize nasıl yardımcı olabiliriz? Müslüman ülkeler arasında her alanda geliştirici iş birliğini nasıl kolaylaştırabiliriz? Kötü giden siyasi tutumları ve kurumları nasıl değiştirebiliriz? Hoyratlaşan, çağdışılaşan ve verimsizleşen dinî söylemi nasıl düzeltebiliriz?...



Uyarı! Yapmış olduğunuz yorumlar incelendikten sonra onaylanacaktır onaylandıktan sonra gözükecektir


YAZARLAR

Resimlere Tıklayarak Kitap Satın Alabilirsiniz

HABERLER