Stk ve Cemeat…

Hasan Dündar Yazdı,

Stk ve Cemeat…

1980 sonrası sisteme karşı  hareketler de özellikle sosyalist düşünce takipçilerinin vazgeçmişliği değil de insanların artık bu düşüncüye ilgisizliği sonrası ve özelliklede “İran İslam Devrimi’nin” etkisi ile de dünya genelinde ve ülkemizde “İslami bir uyanış” diyebileceğimiz İslam’a olan her şeye bir ilgi söz konusu oldu.

Hareketler, fikirler, fikir adamları, siyasi partiler, tarikatlar, vakıflar, dernekler çerçevesinde oluşumlar 1980-1990 arası ve sonrası illegal olarak devam ederken kısmen de yapısal özellikler arz etti. Özelliklede 28 Şubat sonrası yani 2000 den sonrada mantar biter gibi STK’lar olarak legal bir hal aldı. Yani ismi STK olan geçmişin illegal ( kayıt dışı) oluşumlarının yeni yüzü ile karşı karşıya gelindi. Solun yıllardır geçtiği yollardan belki de bir öykünme olarak geçmişin, geleneğin ve hafızanın desteği ile üzerinde yürüyeceğimiz düşünce yolunu bulmaya çalışanlar olarak, insanlığın ortak birikimini harmanlayarak bugünü inşa etmeyi kendisine amaç edinen İslamcılar  sivil toplum kuruluşları oluşturmuş durumdayız.

Solda da, sağda da, İslamcılarda da bütün oluşumlar için söyleyemez isek bile camialar, hareketler, vakıflar, dernekler kısacası her şey “devleti ele geçirmek” için adeta kurgulanmış gibi idi. Haksızlık olmasın ama hemen herkesin bir gizli ajandası mevcuttu. Görünür yerlerde ve basın önünde konuştukları ve yaptıkları ile kendi aralarında yaptıkları ve konuştukları mutlaka farklı idi. Bilumum hareket ilgililerinin şikayet ettiği “derin devlet” geleneği adeta belli ölçek, belli kapasite ile bu tür STK’ların adeta vazgeçilmezidir. Liderlik, tek adamcılık şikayeti yapanların hepsi illaki tek adam olmak için uğraşıp duruyorlardı. Liderler, başkanlar, hocalar, abiler, Kurumsal önderlikten bahsederdi ama kimsenin kendisini geçmemesi için sabunun en iyisini ceplerinde taşırlardı. Her şey ama her şey, kapalı kapılar ardında planlanır. Gizli kararlar alınır. Görünürde de gayet demokratik (şura ile belirlenmiş !!!)  vaziyetler olacak görünümünde “şekil şartları” yerine getirilerek deklare edilip  bu “ele geçirme” planının aslında” askeri “durumu gayet “sivil” bir şekilde seslendirilirdi. Hala da her STK’nın mutlaka bir derini vardır ve işletilmektedir… STK’larda vitrinde olan sözde yönetim kurulları, icra komisyonları, mütevelli heyetleri toplantılarında aldıkları kararların aslında kendilerinden bir önce yapılan derin mahfillerde dikte edilen kararlar olduklarının farkına bile varamazlar… Eskiler derlerdi çınarın gölgesinde bir şey yetişmez… Şimdilerde de böyledir abilerimiz, hocalarımız, üstadlarımız vel hasıl başkanlarımız birer ulu çınardır…

Yukarıda bahsettiğim STK işleyişlerinin temelinde bir “ele geçirme” mevzubahis olduğundan, bu tür STK’larda bu defada kendi içinde bir ele geçirme söz konusu olabilmektedir. Düşünce kıbleleri aynı, ilkeleri aynı, hareket tarzları aynı insanlar merkeze koydukları “ben” ve “biz”lerini mutlaklaştırarak kendi içlerinde birilerini “ötekileştirmektedirler.” Bakıyorsunuz bir hareket birilerinin zamanın da bir türlü, başkasının zamanın da başka türlü hayatiyetini sürdürmektedirler. Mesela bir derneği ele geçiren bir grup alt ettiği diğer bir gurubun bir daha o dernekte olmaması için vahşi batının kararlarına imza atmaktan tereddüt etmemektedirler. Veya bir partiyi ele geçiren bir gurup adeta dönem dönem kimin ilçe başkanı, kimin il başkanı, kimin belediye başkanı, kiminde milletvekili olmasını pervasızca planlamakta ve bunun gerçekleşmesi için “ne gerekiyorsa” mübah görmektedir. Doğru olmamakla birlikte sol kesimde ya da sağ kesimde bunları normal karşılayabilseniz bile “kendin için istediğini ,kardeşin için istemenin” güya vazgeçilmez bir kaide olduğu “İslami yapılanmalarda” bunun ne demek olduğunu anlamak mümkün değildir. Onun için İslami yapılanmaların STK’larında bu tür ele geçirme operasyonlara bir “şerh” koymak niyetindeyim.

İster sol, ister sağ, isterse de İslami STK’lar olsun bu tür “ele geçirme” operasyonlarında toptancı davranıldığı için “biz”den değil diye “ötekilerin” ipi çekildiği ve yeni söylemde “enkaz devralma” edebiyatı hüküm sürdüğü için, her şey yeni “ele geçiren ekip” yani bizimle başlamıştır diye söze başlıyor… . Derneğin, vakfın veya STK’nın kuruluş yılı ne olursa olsun bizim göreve geldiğimiz tarihten itibaren yapılmışsa bir şeyler yapılmıştır söyleminin merkezin de ise bir “ben” ve ekip denilen dolgu malzemeleri vardır. Dolgu malzemesi diyorum çünkü bir STK kurumsal bir varlık gösteriyor, her şey bir kişiye bağlı değilse sözüm cemaatten dışarıdır. Yoksa etrafında şakşakçıların olduğu bir liderin peygamberimizin (s.a.v) “başarılı olan bir lidere Allah iyi yardımcılar nasip eder” dediği liderle alakası bulunmamaktadır. Kuruluşundan bu yana ya da hareketin, oluşumunun, derneğin, vakfın, STK’nın belli dönemlerini görmüş ve yaşamış insanların bulunmadığı yer verilmediği yönetimler, bulundukları hareket, dernek, vakıf ve STK’lara bir hafızasızlık oluşturmaktadırlar.

Hafızasız oluşumlar hangi görüş ve ilkelere sahip olurlarsa olsunlar bir iki dönem sonrası başka şeye benzemektedirler. Yani ne deve, ne kuş, ama deve kuşu. Olaylar karşısında tek yorumu var; başını kuma gömmek. Bir söz vardır “eskiye rağbet olsaydı, bitpazarına yıldız yağardı” diye. STK hafızası oluşturmak için, içi geçmiş büyüklükleri sadece “analarının bizden önce doğurduklarından” başka bir özelliği olmayıp geçmişte de hasbelkader bir yerlerde Abdurrahman çelebi nevinde yer alanları kastetmiyorum elbette. STK’larda hafıza olacak diye “zamanın ruhuna” uyamayan “eskileri” müzedeki yerlerinden ayırmamak lazım. Ama savrulmak ve raydan çıkmak ayrı bir şeydir, dönüşmek ve medeni olmak ayrı bir şeydir.

STK’larda sürdürülebilir olmak kanaatimce böyle bir hafızaya sahip olmaktan geçer. Aksi taktirde her bir yönetimin farklı farklı fikir ve davranış türlerinin sergi alanına dönüştüğü STK’lar bir dönem sonra vizyonlarını yitirdikleri için misyonlarını yerine getiremeyecek ve sonlarını hazırlamış olacaklardır. Bir STK’nın son bulması elbette dünyanın sonu değildir. Fakat ümitsizlik baş göstermekte, haksız da olsa korkular, teredütler oluşmakta ve yeni başlangıçlar yapılamamaktadır.

Bilmeliyiz ki “yeni zamanlar, yeni başlangıçlar” gerektirmektedir. Doğrudur yeni başlangıçlar yeni insanlar gerektirebilir ama hafızasızlık da azımsanacak bir hal değildir. Hafıza olmadan sürdürülebilirlik de mümkün gözükmemektedir. Onun için “ele geçirme” operasyonlarının acımasızlığına kurban etmeden STK’larda hafıza ve sürdürülebilirlik dikkate almamız gereken bir dönemeçtir.

Günümüz de hayli yaygınlaşan STK’ların çatıları altında hayırlı hizmetler yapan bir yığın kardeşimiz, dostumuz, çevremiz var. Kendim de mesleki ya da başka birkaç dernek, vakıf veya odaya üyeyim. Üye olduğum bu kurumların çalışmalarına imkanım nispetinde katılıyor ve üyelik şartlarını yerine getiriyorum. Bu esnada daha çok güzel çalışmalar yapan ve üye etkinliği fazla olan bazı dernekleri, vakıfları ve odaları tasvip etmekle birlikte ne üyeleriyim nede karşılarındayım. Tasvip etmediğim, fikri ve zikrine karşı çıkabileceğim bazı kurum ve kuruluşlarda var. Hatta illegal bazı yapılanmaların legal uzantıları olan dernek vb. teşkilatlarda olabilir. Bütün bunlarla birlikte bahse konu edilen yapının bir STK olmasını değiştirmiyor. Genellikle aynı anlamda kullanılsalar da, Sivil toplum ile STK’lar birbirinden farklı tanımlamayı gerektiren kavramlardır. Zira STK’lar sivil toplumun birer üyeleridir, toplumsal ve siyasal alanda önemli roller üslenirler.

Sivil toplum örgütleri konusundaki en otoriter isimlerden biri olan Peter Willetts, (1) bir örgütün BM‟nin STK (Sivil Toplum Kuruluşu) NGO (Non-Governmental Organization) (*) tanımı çerçevesinde değerlendirilebilmesi için asgari altı özellikten söz etmektedir. Birincisi, söz konusu örgüt BM‟nin çalışmaları ve hedefleri ile paralel çalışıyor olmalıdır. İkincisi, temsili olmalı, bir merkeze ve çalışanlara sahip olmalıdır. Üçüncüsü, kar amacı gütmemelidir. Dördüncüsü, şiddetten kesin ve açık bir şekilde kendini uzak tutmalıdır. Beşincisi, devletlerin iç işlerine karışır bir görüntü vermemelidir. Altıncısı, herhangi bir hükümetler arası anlaşma ile kurulmuş olmamalıdır.

Yukarıdaki açıklamalardan hareketle herhangi bir NGO’nun en önemli özelliğinin hükümet kontrol ve etkisinden bağımsızlığı olduğu sonucuna varmak mümkündür. Tam da bu nedenle hükümet dışlılık vurgulanmakta ve hatta kuruluşu nitelendirmede hükümet kontrolünün olmayışı belirleyici olmaktadır. Ancak burada da başka bir sorun ortaya çıkmaktadır. Bir örgütü NGO olarak adlandırmak için hükümet(ya da devlet) dışlılık yeterlimidir? NGO terimi ile ilgili çok daha temel bir eksiklik de terimin sivil toplum kavramı yerine kullanılmak için pek de uygun olmamasıdır. Kimi araştırmacılara göre NGO her zaman sivil toplumu temsil etmemektedir; zira sivil toplum, piyasa ve devlet dışındaki bütün örgüt ve oluşumları içine alan geniş ve kapsayıcı bir kavramdır. Türkiye’de de yaygın kullanımı bu çerçevededir. Aynı eksikliğe işaret eden Charnovitz (2) de sivil toplum kavramının kullanımının giderek yaygınlaştığını ve buna bağlı olarak da NGO teriminin gittikçe daha fazla kişi tarafından terkedildiğini savunmaktadır. Özellikle bu eğilimin bir sonucu olarak da NGO kavramına karşılık gelen bütün oluşumları “sivil toplum” olarak isimlendirmenin yaygınlaştığı gözlenmektedir. Yukarıdaki kavramsal çerçeve denemesi göstermektedir ki sivil toplum literatürü içerik bakımından oldukça zengin olmakla birlikte genel kabul gören ve pratik fayda sağlayan tanımlamalar açısından oldukça problemlidir. Bu nedenle de herhangi bir oluşumun sivil toplum kapsamında yer alıp almadığını belirlemek için kullanılabilecek objektife yakın bir şablon bulunmamaktadır.

Bununla birlikte, en azından birkaç genel kriter, sivil toplum ile ilgili çok geniş ve muğlak çerçeveyi biraz da olsa sınırlandırmakta ve sınırlarını belirginleştirmektedir. Bu kriterlerden en az tartışmalı olanı “siyaset dışı”lılıktır. Buna göre, bir oluşumun sivil toplum olarak adlandırılması onun siyaset dışı bir aktör olması ile doğrudan ilintilidir. Ancak hiç şüphe yok ki bu genel kriter ile ilgili tartışılacak çok sayıda konu mevcuttur. Örneğin hükümetten ya da bir siyasi partiden parasal ya da psikolojik destek almak sivil toplum örgütü olarak isimlendirilmenin önünde bir engel midir? Ya da örneğin bir siyasi seçimde belli bir partiye açık destek veren bir örgütlenme biçimini sivil toplum kategorisine sokmak mümkün müdür? Bu tür soruları arttırmak oldukça kolay olsa da pratik açıdan sivil toplum tartışmalarından fayda sağlayacak en somut kriter “siyasi parti olarak örgütlenmemiş olmak”tır. İkinci genel kriter ise şiddete başvurmamak ve şiddeti teşvik etmemektir. Siyasi parti olmadıkları açık olan terör örgütleri bu kritere göre doğal olarak sivil toplum alanının dışında kalmaktadır.

Benzer şekilde, organize suç örgütlerini de sivil toplum kapsamı dışında değerlendirmek de üzerinde fikir birliğine kolayca varılabilecek bir yaklaşımdır. Ancak doğaldır ki uygulamada şiddeti teşvik etmek konusu problemli olabilmektedir. Şiddete başvurma somut bir kriter olmakla birlikte şiddeti teşvik her zaman kolaylıkla tespit edilemeyebilmektedir. Üçüncü önemli kriter ise sosyal fayda odaklı örgütlenmedir. Buna göre sivil toplum aktörleri normatif yanı ağır basan toplumsal aktörlerdir. Bu nedenle de örgütlenmeleri kar ya da maddi çıkar odaklı değildir. Bu açıdan sivil toplum örgütleri örneğin şirketlerden ya da belirgin bir amaç uğruna özellikle siyasi iktidar üzerinde baskı unsuru yaratmayı hedefleyen baskı ve çıkar gruplarından ayrılır.

Bu değerlendirmelerden sonra yiğitliklerini söylemek isterken “sirkatlerini” ilan edenlerimiz kimsenin arka bahçesi olmadıklarını açıklamak ve bu nitelemeden rahatsız olduklarını ifade ederken içinde ve başında bulundukları kurumları bırakın arka bahçe olmak bir yana adeta nasıl birer “siyasilerin serası “ yaptıklarına bir baksınlar. Bu manzarayı hala göremeyenlerimiz seçimle işbaşına gelmiş kişilerin karşılarına gittiklerin de nasıl karşılandıklarına bir baksınlar. Siyasiler tarafından taleplerinin nasıl karşılandıklarına va nasıl algılandıklarını diğer muadil STK’lara göre değerlendirsinler.

Sonuç olarak söylemek isteriz ki: STK’lar siyasi söylemlerden ve politik taleplerin de dikkatli olmalıdırlar. Bağımsız ve tarafsız bir şekilde siyasete angaje olmadan icraatta bulunmalıdırlar. Yirmi Sekiz Şubat süreçlerinde de aynı çizgide demokratik ve özgürlüklerin bir nebze kullanılabildiği zamanlarda da aynı çizgilerini sürdürebilmeliler. Yani ne ifrat ne tefrit. Yani dünyada yaşarken dünyaya uzaydan bakabilmek. Bütün mesele bu.

Yukarıdaki tespitimi herhangi bir derneği, vakfı ya da kuruluşu baz olarak alıp yapmıyorum. Fakat yazdığım her satırın bir yaşanmışlığının ya içinde ya da gözlemcisiyimdir. Şöyle çevrenize baktığınızda ister sol, ister sağ isterse de İslamcı olsun hemen hemen bütün STK’lar inanmadıkları bir “demokrasi” mücadelesi vermektedirler (onların işleri kendi aralarında istişare iledir). İnanmadıkları bu demokrasi mücadelesinde acaba vaat etikleri “insan hakları, hukukun üstünlüğü, adalet, özgürlük, seçme ve seçilme hakları ve inanç hürriyetini bütün bir halka değil hiç olmazsa yandaşlarına nasıl vereceklerdir. Görünen köy kılavuz istemez derler ya. STK’lar bir tür egemenlik alanı olarak parsellenmiş ve öyle devam ediyor. Bir STK’da yer bulamayan bir yenisini kurmaktadır. Yani anlayacağınız hep birbirine benzeyen, tüzükleri aynı yasal çerçevede kalan ve bir birinci adamı bir de otuz birinci adamı bilinip gerisi adeta dolgu malzemesi olarak tamamlanan yönetimler ve idare edilen üyeler. Çiğ yiyenin karnı ağrır derler ya, bundan alınmayanlar demek ki doğru yapıyorlar kanaatindeyim. İnanmıyorsanız bakınız cemaatlere… Mübarek sanki Ülker ve Eti grubu çeşitlemesi… Çikolatalar, tatlı bisküviler, tuzlu bisküvileri, gofretler, bebe bisküvileri, kekler, şekerlemeler, orada isim şu, burada bu… Cemaatlerin STK’larında da durum aynı değil mi?… Bir ana isim, yanda gençlik STK’sı, Kadın STK’sı, Öğrenci STK’sı, Yardım STK’sı, İş Adamları STK’sı, İl ve İlçe teşkilatları, istişare heyetleri, mütevelliler,  icra kurulları, koordinasyon merkezleri, zümreler, platformlar, ….dan keki… PUF’u unutma haaaa… Abi o illegale girer, Hiç askeri kanat STK’sı olur mu ? Silahı bıraktık !… Ama nereye bıraktığını biliyorsan bu nasıl STK’lılıktır… Mış gibi abisi, mış gibi…

Tabi STK’ya geçiş böyle kolayda olmadı ama STK çalışmaları güllük gülüstanlık devam ededursun. Peki ya sonrası ? Çünkü 30 yıl önce STK’lar yoktu ve hatta ” tu kakaydı”. 30 yıl sonrası için ne düşünebiliriz ? Bizim önümüzde yol gösterici kimse yok diye şikayet ederdik. Ya bizde gelecek nesiller için rüzgar ekiyorsak fırtına biçmelerine sebep olmayacak mıyız ?

 

D İ P N O T L A R :

(1)- Alıntı –Cenap ÇAKMAK-WILLETS, Peter, “Transnational Actors and International Organizations in Global Politics,”

(*)- (Sivil Toplum Kuruluşu) NGO (Non-Governmental Organization)

(2) – Charnovitz, “Two Centuries of Participation…,” s. 189

 

Kaynak: farklı bakış