Squid Game ya da insanın insandan kopuşu

İsmail Kılıçarslan yazdı;

Squid Game ya da insanın insandan kopuşu

Yeşilçam’ın, Holywood’un, hatta Bolywood’un insan tasavvurları hiç şüphe yok ki Kore-Japonya sinemasının insan tasavvurundan çok daha iyi, çok daha sağlıklı.

Tamam, elbette bir topluluğun sinemada ortaya koyduğu toplam insan tasavvuru ile gerçekte o toplulukta var olan insan tasavvuru birbirinden epeyce farklı, bunu biliyoruz. Bunu bilmiyor olsak, misal adına “Türk dizisi” dediğimiz rezillikler galerisindeki toplumda yaşadığımızı hissetsek işler çok karışır.

Fakat diğer yandan da sinema endüstrisinin ortaya koyduklarını bütün bütün “toplumsal yansımaların uzağında” kabul edemeyiz.

Birazcık açalım burayı. Aşk 101 isimli “çukurun dibinde” Netflix dizisinden haberdarsınızdır. “Türkiye’de böyle rezilce bir okul, böyle çürümüş ilişkiler, dahası böyle insanlar mı olur?” diyoruz izleyince ama şunu da en derinde, en temelde hissediyoruz. 90’ların Türkiye’sinde yapılamazdı bu rezillik. Çünkü en nihayet senaristinden yapımcısına, oyuncusundan izleyicisine herkes “bu kadar da olmaz” derdi izlediği saçmalığa. Fakat artık “abartmışlar” diyoruz sadece çünkü Türkiye’deki toplumsal değişim; öyle ya da böyle havsalamızda bir yer sağlıyor bu türden rezilliklere.

“Sanat toplumun aynasıdır” sözü, müzik ve sinema gibi “endüstriyel kültür üretimleri”nde geçerli değil elbette. Ama şu denebilir. “Müzik ve sinema söz konusu olduğunda sanat toplumun illüzyonlu aynalarına dönüşür.”

Netflix’in dünyayı kasıp kavuran dizisi Squid Game’in konusu, bilinmedik bir konu değil. Holywood’da aksiyona dayalı, Avrupa sinemasında da “insan psikolojisi” temalı olanlarını sıklıkla izledik, izliyoruz.

Kabaca “parasını nasıl harcayacağını bilemeyen bir grup zenginin gariban insanları ölümüne dövüştürmesi” fikrine dayalı bu alt tür her zaman çalışmıştır sektörde. Fakat bu türün hemen hemen hepsinde “şeref, onur, çaresizlik, vicdan, mücadele” gibi kavramlar üzerinden kotarılır filmler.

Squid Game isimli oyunculuklarına tahammül etmesi zor, senaryo boşluklarına tahammül etmesi daha da zor Kore dizisinde beni korkutan şeyse şu: Dizi, bütünüyle “insanın doğasının berbat olduğu” fikrine dayanıyor ve bölümler ilerledikçe insanı alçak, daha da alçak, çok daha alçak bir varlık olarak görüyoruz. Finaldeki toparlama çabaları ise ancak bu berbat insan tasavvurunun altını çizmeye yarıyor.

“İnsanın zalimliğinin sınırının olmaması” fikri dizi boyunca “son derece rahatsız edici şekilde” gözümüzün tam içine sokuluyor.

Soru şu: İnsan, kendisinden bu denli umut kesmemizi gerektirecek bir varlık mıdır? Cevabı ise şu: Cari kültür endüstrisi epeydir bunun böyle olduğunu söylüyor ve Squid Game ile de bu berbat fikri taçlandırıyor.

Bir yandan K-Pop ve benzeri “popüler akımlarla” gençlere durmadan “başarabilirsin, başarmak için sadece istemen yeterli, başarıya giden yolda karşına çıkan engelleri ne pahasına olursa olsun yıkmalısın, kim olmak istiyorsan o ol” falan gibi zırvaları boca eden endüstri, bir yandan da dizi ve filmlerle diğerinin, ötekinin olağanüstü zalim biri olduğu fikrini “veri” kabul ediyor.

Bu ikisi bir hamule haline geldiğinde karşımıza çıkan şeyse bir “kendilik yıkımı” oluyor. Başaramayan, istediği kişi olamayan “birey”, “ötekinin cehennemi”ne dönüşüyor ve insan insandan ebediyen kopuyor.

Şurasını gözden kaçırmayalım. Kültür endüstrisi, din anlatısından moda anlatısına, psikoloji anlatısından cinsellik anlatısına değin hemen her alanda “biçimlendirici” bir rol üstlenmiş durumda. İnsanı “düşünen bir varlık” olarak değil “biçimlendirilebilen bir tüketici” olarak sınıflandıran endüstrinin en önemli başarısı ise tüketiciye bütünüyle “kendi tercihlerini bağımsız şekilde yapabildiğini” düşündürten bir simülasyon yaratmayı başarmış olması.

“Etki altında kalmadan, çok beğendiğim için satın alıyorum bu yeşilli beyazlı eşofmanı, diziyle ne alakası var?” diyor standart tüketici ve bunun böyle olduğuna samimiyetle, ta gönülden inanıyor. Bu, korkunç bir düzlem ve bu korkunç düzlemin getirdiği korkunç sonuç da “istediğim her şey olabilirim, istediğim her şeye dönüşebilirim” fikri.

Unutmadan. Endüstri bütün bunları “kötülük yapmak ve kötülüğü yaygınlaştırmak” için değil basitçe “kârına kâr katmak” için yapıyor.

İşin burasını anlamaz ve dünyayı dokuz ailenin yönettiği vb. gibi son derece ucuz komplolara gönül indirirsek bu devasa endüstri karşısında yapacak, yapabilecek hiçbir şeyimiz kalmaz.

Oyunu kurallarına göre oynamazsak sabah uyandığında kendisini hangi cinsiyette hissederse o cinsiyeti bir elbise gibi üzerine giyen, kendisinden başka hiç kimseyi, kendi arzuları dışında hiçbir duyguyu önemsemeyen bir “gerzekler topluluğu” ile devam edeceğiz yolumuza.

Memleketin koca adamları “gençlere yalakalık etmek” yerine şu meselelere biraz kafa yorsalar olmaz mı?