Sosyalist Enternasyonal Konsey Toplantısı İstanbul’da, 24-25 Mayıs tarihlerinde Cumhuriyet Halk Partisi’nin (CHP) ev sahipliğinde düzenlendi. CHP lideri bu toplantılarda çoğunlukla yerel gündemimiz ve dolayısıyla İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne yönelik operasyonlar üzerinden açıklamalar yaptı. Toplantının ana sloganına da son dönemlerde popüler olan “Ya Hep Beraber Ya Hiçbirimiz” vurgusu eklendi.
Bu toplantılar küresel çapta ses getirmese de CHP’nin Enternasyonal’e katılımı Türk medyasında her zaman haber olur. Çünkü siyasal hayatımızda sosyalist kavramına yönelik önemli bir hassasiyet/antipati bulunur. CHP’nin ısrarla kaçmak istediği solculuk etiketini ona yapıştırmak isteyen kesimler, partinin bu yapıdaki üyeliğini ve toplantılara katılımını özellikle öne çıkarır. Hemen söylemek gerekli ki CHP’nin üye olduğu bu yapı, 19’uncu yüzyılda şekillenen, sonra SSCB denetimine giren Enternasyonal geleneğinin doğrudan bir parçası değil. Şu andaki, 1951 yılında kurulmuş olan ve çoğunluğu sosyal demokrat partilerin oluşturduğu bir yapı. Tabii Türkiye’de sosyal demokrasi de çok sık atıf yapılan bir olgu olmaktan uzaklaştı. Enternasyonal’in siyasal çizgisi, en uç noktada, en fazla demokratik sosyalizm olarak tanımlanabilir. O da sistem içi bir mücadele, parlamenter yollarla siyasal ve ekonomik sistemin daha eşitlikçi çizgide dönüşmesini hedefler. Diğer deyişle devrimci bir oluşum değildir. Dolayısıyla burada sosyalizmle demokrasi nasıl birbirine yakınlaştı konusuna değinmek gerekli. Öncesinde sosyalist/Marksist/komünist tanımlarını kısaca hatırlatacağım. Devamında da CHP demokratik sosyalizme ne derecede yakın veya uzak, buna değineceğim.
Sosyalizm için toplumsal eşitlik merkezli düşüncelerin toplamı diyebiliriz. Yerleşik eşitsizlikleri aşmak isteyen çabalar, tarihin farklı dönemlerinde kendini göstermişti. Ama bunun örgütlü bir siyasal yol olması, Aydınlanma tartışmaları ve Fransız Devrimi’yle şekillendi. Devrimde eşitliğin sembolü, Eski Rejim’in eşitsizlik yaratan tüm unsurlarının aşılması ve cumhuriyetti. “Bir kişi yönetmesin, birlikte yönetelim” fikri… Peki, soylular yönetmeyecekse, kim yönetecekti? Gücünü aileden alan soyluların ve dinden/Kilise’den alan din adamlarının/ruhban sınıfının karşısında, gücü kendinden menkul bir yığın, o zamanki tabirle üçüncü katman. Bu yığının içinde eşitlikçi bir düzen isteyenler, konuyu mülk sahipliğine ve zengin/yoksul denklemine getirenler, sosyalist düşünceyi şekillendirdi. Ama monarşinin gücüne karşı çıkan sadece toplumsal eşitlik arayışındakiler değildi. Zenginliğine hem monarşi hem de kalabalıklar tarafından el konulmasını istemeyen kesimler, sonradan ismi burjuvazi olacak olan, şehirde yaşayan, mülk sahibi, vergi veren ve asıl önemlisi kendi çıkarları için örgütlenen kesimler de sesini yükseltti.
Birinci ve İkinci Enternasyonal
Burjuvazinin örgütlü gücünden ve aristokrasiyle işbirliği yaparak ya da kurduğu diğer ittifaklarla yarattığı hegemonya, büyük oranda modern dönemi şekillendirdi. Yani kitlelerin temsilcileri aracılığıyla yöneteceği dolaylı bir demokrasi, hukuk sistemiyle şekillenmiş ilişkiler ve gücün tek bir yerde toplanmaması fikri. Ancak buna karşı çıkan kesimler de üretim ilişkilerinin yarattığı gelir adaletsizliğini, kapitalizmin yarattığı servet birikimini dert etmeye devam ettiler. Bunlar içinde en bilineni, koca bir ekole ismini veren Karl Marx’tı. Marx kendinden önceki sosyalistleri “ütopik sosyalist” olarak nitelendirir ve eleştirir. Ona göre değişim sistem içinde değil, üretim ilişkilerini baştan aşağı değiştirecek bir devrimle, işçi sınıfı önderliğinde ve parti rehberliğinde bir devrimle mümkündü. Hedef, özel mülkün tamamen kalkacağı devletsiz bir topluma ulaşmak, yani komünizm olmalıydı. Dolayısıyla 19’uncu yüzyılın ikinci yarısında değişim isteyenler için ana konu, devrim oldu. Ama nasıl, hangi yollarla, nerede ve kimlerle işbirliği yaparak? Birinci ve İkinci Enternasyonal, bu soruların tartışıldığı süreçlerdi. 1864 ve 1889’da başlayan, bir dizi alt kongrelere ayrılan bu toplantılarda yükselen kapitalizm ve onun devlet koruması altında yarattığı güce karşı mücadele önerileri tartışıldı. Marx ve ona yakın çizgide komünizm hedefindeki görüşlerle, anarşistlerin daha tabandan ilerleyen önerileri, teori içindeki ilk ana ayrımı oluşturdu.
Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra işler tamamen değişti; devrimin beklenmedik bir yerde, görece köylü bir toplumda, Rusya’da gerçekleşmesi teoriyi sarstı. Bu kez sendikal mücadele ve kitlesel grevler yerine partinin gücü öne çıktı. Ancak parti liderliğinde ilerleyecek olan işçiler bir devrim gerçekleştirebilirdi. Komünist Partiler Birliği (Komüntern) ve devrimin lideri konumundaki SSCB kontrolündeki yeni Enternasyonaller Soğuk Savaş denklemleri içinde kendilerine gündem belirlediler. Bu tartışmalara girmiyorum; bu yapı da sonrasında kendini feshetti.
Yeni Oluşum
1951’de Sosyalist Enternasyonal adıyla yeni bir oluşum kuruldu. Ana eksen Akdeniz ülkelerindeki sosyal demokrat dalgaydı. 1989’da kabul edilen, web sitelerindeki 100 maddelik uzun ve detaylı ilkeler bildirgesinde kapitalizm kavramı sadece üç kez geçiyor. Devrim kelimesi ise dört kez; üçü “teknolojik devrim” olarak yeni dönem gelişmeleri anlamak için… Sosyal demokrasinin değişen dünya karşısındaki konumunu bir yere oturtmaya çalışıyorlar. Yakın zamanda, bir sol gelenek örneği olarak, onlar da kendi içlerinde bölündü. İlerici Birlik adında başka bir oluşum var; Alman SPD de Sosyalist Enternasyonal üyeliğinden ayrıldı. Kısacası CHP’nin katıldığı Sosyalist Enternasyonal, Marksist bir yapı değil; dolayısıyla komünist ve devrimci de değil. Ama bu hikâyenin başlarındaki cumhuriyet ve halkçı bir yönetim fikrine yakın.
Marksistlerin anarşistlerden önce yollarını ayırdıkları ilk grup, sistem içi mücadeleyi öngördüğü için sosyal demokratlardı. Sosyal demokrasi, başta Almanya ve Fransa olmak üzere meşruti monarşileri cumhuriyete çeviren önemli bir parlamenter güç oldu. Dünya savaşlarının etkisiyle sarsılan toplumsal ve ekonomik bağlar, yine sosyal demokrasinin geniş halk kesimleri lehine şekillenen refah devleti uygulamaları, sosyal güvenlik önerileri ve uygulamaları ile yeni bir güzergâha girdi. 1945-1970 arası dönem sosyal hakların genişlemesiyle birlikte kitlelerin örgütlü mücadelesinin yeni bir hal aldığı, sendikal güçle beraber çalışanların refahının devlet eliyle yükseldiği bir süreç yarattı. Batı Avrupa da kendi içindeki birliğini esasen sosyal demokratik bir barış ve denge prensibi üzerine kurdu. Cumhuriyetleri demokratikleştiren süreçte, sosyal demokrasinin sosyal hakları güçlendiren müdahaleleri önemliydi.
Neoliberalizm ve Küreselleşme
Ancak 1970’lerle beraber neoliberalizmin yükselişi, 1968 kuşağının özgürlük arayışının artık devlet ve devrim kavramlarının dışında olması, devamında küreselleşmeyle başlayan süreçler sosyal demokrasinin devlet eliyle yaratılacak refah düşüncesini olumsuz etkiledi. Devletin kuracağı denge yerine piyasaların dengesizliğinin daha fazla refah yaratma ihtimali, zenginlik fikrini değiştirdi. Bu ihtimalinin getirdiği risk, olası zenginleşmenin sınır tanımazlığı karşısında ikinci planda kaldı. Bürokratik devlet geleneği, yukarıdan aşağı yönetim ve standartları oluşmuş bir toplum yerine, riskli olasılıkların yaratacağı olası değişimlerin olumlu olacağına dair izlenim güçlendi. Ama küreselleşmenin demokratik olarak denetlenememesi, şirketlerin devletlerden güçlü hale gelmesi, yurttaşlıkla gelen hakların müşteri ve tüketici sıfatlarıyla aynı şekilde devam edememesi, devletlerin güvenlik başta olmak üzere temel görevlerini tek başlarına yerine getirememeleri, uluslararası işbirliklerini öne çıkardı. Geçen 25-30 yılda piyasaların belirlediği siyasetin geniş kitlelerin aleyhine devam ettiğini hep birlikte görüyoruz.
Dünyada olup biten her zaman bizim toprakları da etkilemiştir. Sosyalizmin, liberal kapitalizmin karşısında geliştirdiği öneriler Osmanlı’nın son döneminde karşılık bulmuştu. 1917 Bolşevik Devrimi, emperyalizme karşı savaş, toprakları savunma ve halkı bunun için mobilize etme hedefleri, yeni kurulan cumhuriyete de az veya çok ilham verdi. CHP’nin Altı Ok’undaki devletçilik, devrimcilik ve halkçılık oklarını bu bağlamda düşünmek gerekli. Yakın dönemde laiklik ve milliyetçilik karşısında güç kaybeden bu eksenler, partinin programlarındaki değişimi de özetler. Yeni bir devleti halkın devrimci gücüyle ama partinin liderliğinde şekillendirmek isteyen kadro on yıllar içinde değişirken, halk ve devlet kavramları da artık farklı bağlamlarda ele alındı. Halk öncü bir güç olmak yerine korunup kollanacak bir nesne halini aldı; devlet ve organları da bu işle yetkili mekanizma oldu. Bu organların içinde orduya yüklenen özel anlam, kurucu şiddetin getirdiği referanslarla uzun süre devam etti.
Popülizm ve Aşırı Sağ
Avrupa’da sosyal demokrasinin 11 Eylül sonrası ABD dış politikaları lehinde saf tutması ile başlayan düşüşü, Türkiye’de vesayet-laiklik-AB’ye üyelik karşıtlığı eksenlerinde yaşandı. Almanya’da SPD, İngiltere’de İşçi Partisi, Fransa’da kısa süreli Hollande deneyimi dışında Sosyalist Parti’nin ve diğer sol partilerin iktidardan uzak kalmasıyla, CHP’nin muhalefete demir atması arasında tarihsel paralellik mevcut. Piyasalara entegre, insaflı bir kapitalizm arayışındaki sosyal demokrasi, gittikçe yoksullaşan kitlelerle bağını kopardı. Üstüne eklenen küresel eşitsizlikler ve haksızlıklar, demokrasi ve insan haklarının Batı değerleri gibi yorumlanıp bunlara koyulan mesafe, bütün dünyada eski bazı kavramlara uzanarak çözüm üretme arayışını güçlendirdi. Dindarlık, milliyetçilik post-modern dönemin krizlerinde yeniden devreye sokulan eski araçlar oldu. Buna popülizmin kısa süreli çözüm önerileri de eklenince Avrupa’da kitlelerin yeniye dair arayışı, aşırı-sağı ve sağ popülist partilerle eşleşti. Sosyal demokrasi de eskimişti ama yeni olana eklemlenme çabası, taklit yerine asıl olanı tercih ettirdi. Türkiye’de de benzer şekilde devleti muhafaza etme fikri, rakip muhafazakârlık tarafından yerine getirildi. Muhafazakârlığa karşı başka bir muhafazakârlıkla yaklaşmak, CHP’yi on yıllardır iktidardan uzak tutuyor. Gezi Parkı eylemleri sonrası Ekmeleddin İhsanoğlu tercihi ile heba edilen değişim fırsatı, sonrasında parti içi dengeler/dengesizlikler, lider arayışı, yükselen milliyetçiliğe karşı Kürt hareketine hangi mesafede durulacağı gerginliği derken partinin yön arayışı bir türlü rayına oturamadı.
Tabii Türkiye’de CHP’yi eleştirmek kolaydır. Yenileni dövmek, yeneni övmek, kazananın yanında yer almak gibi bir tutum Türkiye siyasetinde yaygın. “Türkiye’de muhalefet yok” kabulü bile iktidarın söylemleriyle iyice yerleşti. Aslında iktidarın onca hegemonyasına rağmen kıramadığı yüzde 48-50’lik muhalif blok var. Bunlar da kendine yol arıyor. Bu yol arayışında sadece lidere, yukarıya, örgüte bakmak kadar biraz da aşağı, yerele, sokağa, yatay ilişkilere bakmak gerekli. Tarihin gösterdiği gibi sosyal haklar ve cumhuriyet, toplumsal ilişkilerin sonucunda şekillendi. Sosyal demokrat partiler de bu sürecin yasal bileşenlerinin başında geldi.
CHP liderinin Sosyalist Enternasyonal konuşmalarına damga vurduğu gibi, yerel ve küresel haksızlıklar karşısında topyekûn mücadele fikri, sosyal demokrat köklere geri dönmek için bir adım olarak görülebilir. CHP’nin liberaller tarafından küçümsenen popülist hatlara girmeye ihtiyacı var. Halk, popülist fikirler aracılığıyla kuruluyor çünkü. Popülizmi, halkı kandırmak, yalan söylemek değil, yeni bir vücut kurmak adına atılacak adımlar olarak görüyorum. 19 Mart operasyonları sonrası gelişen eylemler ve protestolar, boykotlar, gençliğin yükselen sesi, aştığı barikatlar bu yöndeki arayışın emareleri. Bunu örgütlü mücadeleye çevirmek de partinin işi.
Demokratik Sosyalizm
Parti mi halkı yönlendirecek, halk mı partiyi tartışması çok kısaca değindiğim gibi yüzyıllık hikâye. O tartışmadaki ilk öneri, yukarıdan aşağı örgütlenme fikri, modern dönemin başlarında kısmen işe yaradı. Sosyalizme yönelik en büyük eleştiri, parti kontrolünün bürokratik bir demir perdeye dönüşmesi ve halkın süreçten uzak kalmasıydı. O eleştiri, sosyalizmle demokrasi bağlarını yeniden düşünmeye sevk etti. Günümüzün dinamik süreçlerinde artık tabandan yukarı mücadeleyi örgütlemenin yollarını bulmak gerekiyor. Örgütlü mücadele sadece genel merkezde değil iş yerinden ilçe örgütüne, kadın kollarından gençlik hareketine kadar daha mikro düzeyde başlıyor. Lider/aday kim olacak tartışmasını aşamayıp, tabanla bağı sadece “kimi aday görmek istersiniz” üzerinden kurulan teknik bir siyaset, halkın diğer sorunlarına, siyasal olanın kalbine dokunamıyor.
Herhangi bir şeyin demokratik olması, ona halk müdahalesinin açık olmasını gerektirir. Sosyalizm de sadece parti elitleri kontrolünde değil halkın katılımına ve müdahalesine açık olduğu ölçüde demokratikleşir. 1990 sonrası işçi sınıfı liderliğinde bir devrim fikri rafa kalktıkça, sosyalistler demokrasiyi katılımcılık boyutuyla daha fazla önemsemeye başladı. Sosyal demokrasi neoliberalizm içinde eridikçe, demokratik sosyalizm kavramı daha fazla dolaşıma girdi. CHP, uzaktan selam yolladığı bu kavramı halkın sesi olma yolunda adımlar atarak benimseyebilir. Ama her şeyden önce, tüm Türk siyasetine sinmiş iktidar, koltuk, liderlik, hiyerarşi gibi kavramları aşmayı başarabilirse…
Kaynak: perspektif.online