Reklam Görüntülerine Tıklayarak Kitap Siparişi Verebilirsiniz

SORUŞTURMA… YASA ÇERÇEVESİNDE DİYANET’E VERİLEN KUR’AN MEALLERİNE YÖNELİK ENGELLEME-TOPLATMA-YAYINDAN KALDIRMA KARARI HAKKINDA -2(*)

Ali Bulaç'ın, haberin başlığında belirtilen konuları içerici olarak sorulan sorulara “total bir şekilde” vermiş olduğu cevabi metni, konuyu izah sadedinde yayınlıyoruz…

SORUŞTURMA… YASA ÇERÇEVESİNDE DİYANET’E VERİLEN KUR’AN MEALLERİNE YÖNELİK ENGELLEME-TOPLATMA-YAYINDAN KALDIRMA KARARI HAKKINDA -2(*)

Ali Bulaç'ın, konu ile ilgili sorulara vermiş olduğu cevapları içeren metin:

Kur’anî yorumun resmileştirilmesi

Geçen ay “Diyanet İşleri Başkanlığı’na ilişkin düzenlemeler öngören kanun teklifi”yle ilgili dikkat çekici bir haber yer aldı, Plan ve Bütçe Komisyonu’nda kabul edildiği belirtilen teklifteki bir değişikliğe göre Diyanet (DİB) ‘sakıncalı’ bulduğu Kuran meallerini toplatılıp imha edilebilecek.

Bu konu basit bir düzenlemenin ötesinde ciddi bir tehdit oluşturduğundan, hem meal (Kur’an-ı Kerim Türkçe Anlamı –Meal ve Sözlük), hem tefsir (Kur’an Dersleri 7 Cilt) yazmış biri olarak bana göre üzerinde durmayı hak eder. Kamu otoritesinin neden böyle bir yasak koymaya lüzum hissettiğini anlamaktan önce “meal ve tefsir”in ne olduğuna bakmak lazım.

Türkçede kullandığımız meal kelimesi belki başka dillerde karşılığı olmayan ve Kur’an-ı Kerim’in anlaşılmasıyla ilgili “yaklaşık mana, yakın tercüme” demektir. Aslında bir tercüme teşebbüsüne meal denmesinin sebebi, ilahi murada hiç kimsenin tam olarak ulaşamayacağına ilişkin yerleşik kanaattir, bundan hareketle meal yapmaya kalkışan biri, iki dile ve İslami literatüre ne kadar vakıf olursa olsun, bir ihtiyat payı bırakır. Demek ister ki, ben elimden geleni yaptım lakin Kur’an-ı Kerim’i orijinali Arapçadan konuştuğum dile tamı tamına tercüme ettiğimi iddia edemem. Bence tercümeye meal denmesi güzel bir gelenektir ve bilebildiğim kadarıyla 200’e yakın olduğu söylenen piyasada kimse mealine “Kur’an tercümesi/çevirisi” dememiştir.

Eğer yapılanlar meal ise, bu demektir ki her meal a) Eksiktir b) Meal sahibinin kudretini, birikimini, anlama çabasını yansıtır. Bu iki gerçek, kendinde meal kudreti bulan kişinin sadece liberal acıdan değil, İslami öncüller açısından da bilgi edinme, bilgiyi aktarma, düşünce ve düşünceyi ifade etme özgürlüğünün korunması anlamına gelir ki, bu özgürlüğü kısıtlamak temel bir prensibi yok saymak demektir. Kamu otoritesinin demokratik bir seçimde, çoğunluğun desteğini almış olması bu türden yasaklar koymasının meşru gerekçesi değildir.

Her Müslümanın Kur’an’ı dinleme, okuma, anlama, anlatma ve yaşama olmak üzere beş vazifesi vardır. Gerek kendisi gerekse başkaları için söz konusu görevlerden biri “anlatma”ya talip olan, aslında meal yapmakla Kur’an’ı tefsir etmeye çalışır. Bu açıdan bakıldığında meal en kısa tefsir sayılır, Kur’an’ı tefsir de bir sorumluluktur, iyi niyeti/ihlası, birikimi, meşru ve doğru maksadı gerektirir. (Tefsir ile Meal arasındaki ilişki için bkz. Ali Bulaç, Kur’an Dersleri/Tefsir, Çıra y, İstanbul- 2016, I, 25-37.)

Yukarıda zikrettiğimiz ihtiyat faktörünü göz önüne alan “Te’vilatü’l Kur’an”ın sahibi Ebu Mansur el Maturidi (öl. 333/944), “tefsir” ile “te’vil” arasında ayırım yapar. Maturudi’ye göre tefsir sahabenin Kur’an’ı anlama çabası ve hasılası, te’vil ise sahabe olmayanların yani alimlerin anlamasıdır. Sahabenin bu konuda ayrıcalığı/faikiyeti söz konusudur, çünkü onlar çeşitli meclislerde bulunmuş, birçok olaya şahit olmuşlardır. Sahabe ayetlerin hangi sebeple indiğini biliyorlardı. Bu yüzden tefsir işi büyük dikkat ve gayreti gerektirir.

Te’vil ise öyle değildir. Te’vil kelimesi, anlamın varacağı nihai yere yöneltir, bu da kelimeyi türediği ilk anlama (evveline) irca eder. Te’vile konu olacak kelime birden fazla anlama gelebilir, tefsirde olduğu gibi azami sakınma gerekmez, zira te’vilde Allah adına konuşmak, açıklama yapmak söz konusu değildir, herkes kendi anlayışı ve çabası oranında bir sonuca varır, bunda sakınca yoktur

Maturidi’nin bu ayrımına dikkatlice bakıldığında Ebu Hanife’nin “Sahabe kavli”ni yani Sahabe’nin Kur’an’ı anlama biçimini Kur’an ve Sünnet’ten sonra üçüncü sıraya yerleştirmesini çağrıştırır, Ebu Hanife, kıyası dördüncü, icmaı beşinci sıraya koyar.

Fıkıh söz konusu olduğunda Ebu Hanife’nin tasnifi isabetli, Maturidi’nin ise iki anahtar terim (tefsir ve te’vil) arasında yaptığı ayırım pek doğru gözükmüyor, zira Ebu Hanife, her ne kadar Kur’an ve Sünnet ile kıyas ve icma arasına Sahabe Kavlini yerleştiriyorsa da, “Sahabe kavline itibar ederim ama içlerinden birini bırakma veya tercih etme hakkım var” der ki, konuya Ebu Hanife’nin usulünden baktığımızda Maturudi’nin bizler için te’vil dediği şey aslında tefsirden başkası değildir, çünkü bizler de meal veya tefsir yaparken Sahabe kavilleri arasında tercihler yaparız, bazılarını isabetli bulur, bazılarını bulmayız, bu Kur’an’ın anlaşılması çabasına halel getirmez.

Peki, bu durumda tefsir nedir? 

Ben tefsiri hitapta-vahyedilmiş lafızda-kelamda ilahi muradı, hükümde maksadı anlama, araştırma ve ortaya çıkarma çabası olarak tarif ediyorum. İlahi muradı araştırıp bulma, alet ve diğer ilimlere dair donanıma sahip olmak yanında yüksek düzeyde entelektüel ve ruhsal bir çabayı gerektirdiğinden bu çaba Kelam, Felsefe ve Tasavvuf alanına girer, hükümlerde maksadı bulup çıkarma çabası ise Fıkıh usulü ve Fkıh disiplinin işidir. 

İslam tarihi muazzam bir zenginliğe sahiptir, neredeyse gelişen disiplinler ve yazılan binlerce kitap tek bir Kitab’ın tefsiri veya te’vili çabasıdır. Esasında Kitap yanında Peygambere indirilen ve ilim erbabına verilmiş bulunan hikmet (4/Nisa, 113), ilahi vahyi kavrama, anlama ve ifade etme yetisidir ki, bunu en yüksek düzeyde gerçekleştiren vahiy alan Hz. Peygamber (s.a.)’dir. İşte bu hikmet tefsirin bilgi ve usul zeminini oluşturmuştur. 

Burada dikkatten kaçmaması gereken husus şu ki, Kur’an’ı hikmet yetisini kullanarak tefsir veya te’vil etme gayretine girişmiş olanların, aralarında az usul/yöntem farkı da olsa, farklı perspektiflerden hareketle Kur’an’ı tefsir etmiş olmalarıdır, söz konusu her farklılık belli bir ekole işaret eder. Mesela Zemhşeri’nin ‘el Keşşaf”ı, Mutezile’nin, İbn Kesir Selefilerin itibar ettiği tefsirlerdir, Fahreddin Razi kelam ve felsefeyi yakınlaştırarak Mefatihu’l gayb’ı yazdı, Kurtubi, ahkama (fıkıhi), Kuşeyri tasavvufun enfüsi dünyasına ilgi duydu, Allame Tabatabai’nin el Mizan’ı Şia bakış açısının tefsiridir. Zeydi Şevkani’nin Fethu’l Kadir’i hala elimizin elinde bulundurduğumuz değerli bir kaynaktır. Modern zamanlarda Muhammed Abduh-M. Reşid Rıza’nıı el Menar’ı, Elmalılı Ahmet Hamdi Yazır’ın Hak Dini Kur’an Dili adlı eseri, Seyyid Kutup’un Fi Zilali’l Kur’an’ı, Mevdudi’nin Tefhimü’l Kur’an’ı, İzzet Derveze, Süleyman Ateş ve diğerlerinin yazdığı tefsirlerin her biri kendi alanında yüksek kıymete sahiptirler. İbadilerin tefsiri olduğu gibi başka ekollerin de tefsirleri vardır.

Eğer tarihte devletler resmi tefsir ilan edecek olsalardı –bu musibet cürmü Abbasiler ve Mutezile işledi ama tam başaramadılar-, bu alanda söz konusu eserler yazılmaz, resmi görüş doğrultusunda bilgi üretme, düşünme ve anlatma yetisi dumura uğrardı. Esasında bizim çöküş, inhitat tarihimiz de devletlerin ilim ve düşünce hayatına müdahalesiyle başlamıştır.

 

2.

Temel epistemolojik ilke gereği hangi yüksek düzeyde bilgili olursa olsun, hiçbir insan Hakikati temellük edemez, herkesin bilgisi zannidir, dolayısıyla kendi ihlası ve çabası ile yaptığı meal ve yazdığı tefsir onun Kur’an’dan anladığından ibarettir.

Kur’an-ı Kerim, kendini vahyedilmiş kitap olarak tanımlar (10/Yunus, 37), her Müslüman bunun böyle olduğuna inanır. Onun her cümlesi bir ayet yani bir kanıt, bir belge ve mülk aleminden melekut alemine, şahedate aleminden gayb alemine bir göndermedir. 

Kur’an’ın varlık dünyasındaki somut karşılığı doğrudan kozmik düzen ve bizim kucağında hayatımızı sürdürdüğümüz canlı tabiattır. Tabiatta da sayısız olay ve olgu söz konusu olup her biri, üst birleştirici ilkeye göndermedir. Yine de ne Kur’an ayetlerinde, ne objeler dünyasında Hakikat bize kendini bir anda çıplak şekliyle ele vermez. Öyle olsaydı ne Kur’an’ı yorumlamaya gerek kalırdı, ne de bilimsel çalışmaya. Varlığı anlamanın ve anlamlandırmanın yolu nazardan yani basiretli ve ferasetli gözle şeylerin dünyasını temaşadan geçer ki, Yunanlılar buna teori derdi. Tabiat üzerindeki inceleme ve araştırmalarımız, gözlem ve deneylerimiz artıp çoğaldıkça bilgilerimiz genişler. 

Tefsir de kutsal metin üzerinde benzer bir çabanın sürdürülmesidir. Burada temel soru şudur: Meali veya tefsiri kim yapabilir?

Bazı cemaatler Kur’an’ı Kerim’in hiçbir şekilde tefsir edilmeyeceğini ileri sürerler, dayanak olarak gösterdikleri bir hadis vardır: “Kim Kur’an’ı şahsi görüşüyle tefsir etmeye kalkışırsa, cehennemdeki yerine hazırlansın! (Tirmizi, Tefsir, 1.)

Bu rivayetin üç açıdan kritiğe ihtiyacı söz konusudur:

  1. İlkin Hz. Peygamber zamanında belli bir bilgi/ilim dalının ismi olarak “tefsir” kelimesi kullanılmıyordu, “teybin (açıklama)” kelimesi vardı
  2. Hz. Peygamber dururken kimse tefsir yapmaya kalkışamaz, anlamadığı şeyi Hz. Peygamber’e sorardı
  3. Bu rivayet sahih olsa bile, kastı Kur’an’ın semantik tahrifata, dinin siyasette veya ticarette istismar edilmesinin önüne geçmektir ki, bu da iyi niyetle İlahi Kelamı tefsir etme gayretinde olanlarla ilgili değildir.

Hıristiyan geleneğinde İncilleri tefsir etme yetkisi korunmuş kutsal din otoritelerine aittir. İlk ve son sözü onlar söyler ve söyledikleri din adına bağlayıcıdır, Protestanlar, Katolikliğin bu ilkesini büyük ölçüde gevşetmiş bulunmaktadırlar. İslam geleneğinde ise, belli bir bilgi ve usul formasyonuna sahip herkes tefsir yapabilir. Herkesin tefsiri kendi özel görüşü, yorumu ve Kur’an’dan anlayabildiği şeydir. Dolayısıyla hiç kimsenin tefsiri mutlak doğru, tartışılmaz Hakikat ya da kesin bilgi ifade etmez. Tefsir dinamik bir disiplindir, gelişmeye, zenginleşmeye açıktır.

Tefsir yapma hakkı herkese tanınır, siyasi otorite bu hakkı sınırlayamaz. Hakikat Allah katındadır. Bir tefsir veya dini yorumun isabetli olup olmadığına Müslümanlar karar verir; bunu da gördüğü ilginin derecesiyle ölçmek mümkündür. Bir tefsir kötü yazılmışsa kısa zamanda ilgisizlikten nisyana terk edilir. Nitekim yazıldıkları dönemlerde büyük gürültülere sebebiyet veren tefsirler ve görüşler ortaya çıkmışsa da, zaman içinde kalıcı olan muteber ve güvenilir âlimlerin tefsirleri olmuştur. Şu halde bir tefsirin ilahi murada uygun olup olmadığına siyasi veya resmi dini kurumlar (DİB veya İlahiyatçı akademisyenler, kendini Nuh’un gemisi ilan eden sivil bir cemaat, parlamento veya mahkemeler) karar veremez.

Bu çerçevede "resmi bir devlet kurumu"nun tefsir yaptırması ve bunu tek muteber meal veya tefsir dayatması doğru değildir. Çünkü zaman içinde iktidarların, gelişecek farklı İslami görüşleri bir çizgide toplamak, dondurmak amacıyla, devletin temel bakışını göz önüne alarak yapılmış tefsiri resmi görüş haline getirme tehlikesi söz konusudur. Kurumlar, özel yayınevlerinin ilgilenmediği muteber tefsirleri tercüme ettirip yayınlayabilir, nitekim gerek DİB, gerekse Başbakanlık Yazma Eserler kuruluşu son derece hayırlı çeviriler yayınlamaktadırlar ama resmi görüşün olduğu bir ülkede tefsir yazdırmaları sakıncalıdır. Türkiye’de laiklik, İran’da Şiilik/Ca’ferilik, Suudiler’de Selefilik/Vehhabilik, Afganistan’da Maturidilik/Hanefilik var. Kur’an tefsirinin resmi kurumlarca yapılmasından “resmi din görüşü” çıkar ve bu görüş siyasal iktidarların manipülasyonundan bağımsız kalamaz. Dört başı mamur bir İslami yönetimin resmi din görüşü, resmi mezhebi olmaz; anayasada herkesin ortak iyisi ve ortak çıkarı demek olan ma’ruf ve münker temel alınır.

Diğer bir husus kolektif (heyet) tefsir, ne kadar yetkin olursa olsun, sonuç itibariyle her sure kim tarafından tefsir edilmişse, tefsiri o şahsa aittir. Kısaca aslında heyet tefsiri mümkün değildir. Kur’an’ın bütününü tefsir etmeye girişmeyen zatların iş bölümü yaparak tefsir yapmaları mümkün ama bu kolektif tefsir yapıldığı anlamına gelmez. Tefsir veya meal bireysel ve sivil olmak durumundadır. 

Türkiye Cumhuriyeti Anayasasında “laik” olduğunu belirtmektedir. Laik bir devlet, dinin anlaşılmasına, yorumlanmasına ve yaşanmasıyla ilgili pratiklerin düzenlenmesine karışamaz, hatta dini hayatla ilgili düzenlemeleri kendisine tevdi ettiği Diyanet İşleri Başkanlığı (DİB) adı altında resmi bir kurum da ihdas edemez. Türkiye’de camiler birer devlet idaresi, camii görevlileri (imam, vaiz, müftü, müezzin, kayyum) birer devlet memurudur. Bir devlet kurumu ve görevlileri, bir ayetin laik/seküler bakış açısına aykırı yorumunu yapabilirler mi? Bu demektir ki, Kur’an’ın mesajı laik/seküler paradigmaya göre değiştirilecektir ki, Kuran’ın Tevrat ve İnciller için “Bilginleri kitaplarını tahrif ettiler” dediği budur (5/Made, 13).

Devletin Diyanet İşleri Başkanlığı (DİB) aracılığıyla meal toplatma gerekçelerini şöyle sıralamak mümkün:

  1. Kur’an-ı Kerim’e, Arapça ve Türkçeye yeterince vakıf olmadığı düşünülen şahısların yaptığı meallerin Kur’an ve genelde İslamiyet hakkında yanlış, hatalı düşünce ve kanaatlerin yayılmasına sebebiyet vermeleri
  2. Vahye ve genel İslami düşünceye aykırı belli bir paradigmadan hareket eden şahısların yanlış düşünce ve görüşlerini yaptıkları mealler üzerinden topluma aktarmaya çalışmaları
  3. Belli cemaatlerin tamamıyla indi din anlayışlarını esas alarak meal yapmaları.
  4. Kötü niyetli şahısların yaptıkları mealler. Bu meyandaki şahısların maksadı meal piyasasından maddi kazanç elde etmektir.

İlk gruptaki meal çeşidi hemen hemen piyasada mevcut bütün mealler için söz konusudur. “En iyi meal” yoktur, meal yapanın cehd ve mücahadesine göre “iyi meal” vardır. Buna Diyanet’in yaptırdığı mealler de dahildir. DİB’in meallerinde gerek anahtar terimlere seçilen Türkçe karşılıklar gerekse tefsiri mahiyetindeki parantez içi veya ara cümleciklerde onlarca hata tespit etmek mümkün. Elbette sivil meal yapanlar içinde Diyanet adına meal yapanlar kadar yetkin ve daha yetkin zatlar vardır, devlet kurumu diye Diyanet’e meal ve tefsirler üzerinde “hakem ve hakim” rolü verilemez.

İkinci kategoride zikrettiğimiz bazı ilahiyatçıların belli seküler ve modernist paradigmadan hareketle meal veya tefsir yaptıkları bir vakıadır; bunlardan kimisi paradigma değiştirmiş, kimisi İslam içinde Martin Luther rolünü oynamaya soyunmuş, kimisi gördüğü tepkiye aşırı tepki vererek reaksiyoner savunma mekanizmasına düçar olmuştur. Bunların vahiy, Kur’an, İslam, din, nübuvvet, Şer’i ahkam vb. konularda görüş ve düşünceleri yanlıştır ama yanlışı onların konuşma, yazma haklarını kısıtlayarak, kitaplarını yasaklayarak düzeltmek mümkün değildir. Doğru olanı, sivil alanda tartışma ve müzakereye müdahale edilmemesi, insanların kavrayış, anlama ve seçme özgürlüklerine engel olunmamasıdır. İnsanlar devlet, kanun ve resmi görüş marifetiyle hata ve yanlışlardan korunamazlar, bunlara karşı mücadeleyi yine sivil bilginlere, entelektüellere, ilahiyatçılara bırakmalı.

Meal ve tefsir yasaklanmasını isteyen belli cemaatler görmezlikten gelinemez. Son 10 yılda maalesef  “İmam hatipçi” Yeminliler Grubu bugün mevcut iktidarın kubbesini oluşturmuş, bu kubbenin dört fil ayağını teşkil eden dört kalabalık cemaatle dini hayatı, İslami tefekkür ve sivil alanlardaki faaliyetlerin neredeyse dörtte üçünü ellerine geçirmiş bulunmaktadırlar. Demokrasinin “seçmen desteği” bu beşli koalisyonun hükümetçe korunması sayesinde demokratik oportünizme dönüşmüş bulunmaktadır. Bu cemaatlerin din anlayışı mitolojik ve mistik anlatı ve hurafelere dayanmaktadır.

Cemaatlerin her birinin mealleri vardır, diğerlerinin meallerini ve tefsirlerini kapıdan içeri sokmazlar, imkan buldukları takdirde diğer bütün meal ve tefsirleri yasaklayacak, meydanlarda toplayıp yakacaklardır, tıpkı Ortaçağ’da seleflerinin yaptığı gibi.

Bu yapılar Diyanet üzerinde inisiyatif kurmak amacıyla birbirleriyle mücadele yürütürken, seçmen değeri zayıf sivil ve bağımsız yazarları, alimleri, kanaat önderleri, küçük grupları tamamen tasfiye etmek istiyor, hükümeti kolayca manipüle edebiliyorlar.

Eğer bunların hükümet, iktidar ve Diyanet üzerindeki giderek artmakta olan etkilerinin önüne geçilmeyecek olursa, korkarım ki asırlar öncesinde, 1700’lü yıllarda yazılmış fıkıh kitabı Fetevay-ı Hindiyye ile Afganistan’ı yönetmeye kalkışan en radikal Maturidi-Hanefi Ehl-i Sünnet müdafii Taliban’ın Türkiye versiyonuyla karşı karşıya gelmiş olacağız.

Son kategoride zikrettiğimiz meal piyasasından pay kapmak isteyenlere gelince, bunlara karşı da mücadele “iyi meali kötü olana karşı tavsiye” etmekten ibaret olmalıdır, yasak çare değildir. Emeviler hilafeti saltanata dönüştürüp büyük günah işlediler, Abbasiler Mutezile’yi resmi din görüşü ilan edip sivil ulemaya mihneyi yaşattılar, Selçuklular sivil siyaseti ve yönetim modelini militaristleştirdiler, Osmanlılar Örfi Hukuk’la “devlet ebed müddet” diye “hikmet-i hükümet”i siyasetin kültürü ve teamülü haline getirdiler.. Kur’an’ın vaz’ettiği ebedi şiar şudur:

Onlar, sözü dinler ve en güzeline uyarlar. İşte onlar, Allah’ın kendilerini hidayete erdirdiği kimselerdir ve onlar temiz akıl sahipleridir. ” (39/Zumer, 18) 

 

Yazının kaynakları

(Resmi ve kurumsal (kolektif) tefsir, Aktüel Dergisi, sayı: 160/Tefsir’den.)

(Meal ve tefsir üzerine, Serbestiyet, 7 Haziran 2025)

(Resmi ve kurumsal meal, Serbestiyet, 14 Haziran 2025.)

*) Konuya dair açıklama:

"Diyanet İşleri Başkanlığı’nun kurulduğu ilk günden itibaren, yayın piyasasında yayınlanan kur’an Mushaflarında “olası” teknik hata ve “istenmeyen yanlışları” incelenip yok edilmesi adına yapılan çalışmalar “Mushafları İnceleme Kurulu” tarafından yapılmaktaydı.

Bu tür çalışmalar, farklı iktidarlar dönemlerinde adı geçen kurul nezdinde bugüne aksamadan devam ede geldi.

Ama bu iktidar döneminde – o da gelenekçi çevreleri, “korumayı düşündükleri” kendi inanç, düşünce ve eylemlerine” “sözde” halel gelmesin diye, o da yoruma dayandığı halde, Kur’an ayetlerinin o da “geleneğe aykırı” bir şekilde meâllendirilmelerinin önüne geçmek için, adı geçen kurulu “yasa çerçevesinde yeni bir görev tevdi edilmiş oldu.

Kur’an’ın meâlendirilmesi ile din adına yapılacak olan her şeyin, Diyanet İşleri Başkanlığı üzerinden kotarılması durumu var olan resmi görüşe uymuyorsa, Kur’an meâlerinin yayınının durdurulması, yayınlanan meal çalışmalarının piyasadan toplatılması ve internet ortamından da kaldırılmasına yönelik olarak meclise teklif edilen konunun, orada kabul edilmesi ile farklı bir durumun oluştuğu söz konusu…

Biz de Haber Duruş olarak, konuyla ilgilenen “değerli kişilere” cevaplamaları için hazırladığımız bir metin ile dört adet soru tevdi ettik.

Gelen cevapları da, peyderpey haberdurus.com’da yayınlamaya gayret göstereceğiz inşallah.(Edtör))


 



Uyarı! Yapmış olduğunuz yorumlar incelendikten sonra onaylanacaktır onaylandıktan sonra gözükecektir


YAZARLAR

Resimlere Tıklayarak Kitap Satın Alabilirsiniz

HABERLER